Herkesin bildiği menkıbedir: Hangi sebeple bilinmez (sonuçta Yunus da insandır) bir süre ayrılıp uzaklaştığı Taptuk Emre’nin dergâhına geri döner. Ancak hâlâ Taptuk’un gönlünde midir? Dergâha kabul edilecek midir? Bunu anlamak için, Şeyh’in hanımının da tavsiyesiyle Yunus,Taptuk’un evinin kapı eşiğine yatar. Sabah namazı için evinden çıkarken ayağına veya asasına takılınca, Şeyh “Bu da nedir?” diye sorar.
“Yunus”
“Bizim Yunus mu?”
Şeyhin “Bizim” diye sahiplenmesinden, bir gücenmenin, unutmanın, kırgınlığın olmadığı anlaşılır.
“Taptuk’un tapusunda/ Kul olduk kapusunda”
“Bizim Yunus!” O saatten beridir bu ‘bizim’ kelimesi sadece dergâh’a aidiyeti ifade etmez olmuştur. O saatten itibaren bütün bir Anadolu, bütün bir gönül coğrafyamız bir dergâhtır ve Yunus bu kadar geniş dergâhın dervişidir, mürşididir. O artık bütün herkesin, bütün Müslümanların, bütün şairlerin, âşıkların, bütün insanların değeridir. O bizimdir. Bizim olması sadece doğru, güzel şeyler anlatmasına değil ayrıca bizim dilimize, edamıza, sesimize, gönlümüze sahip olmasına bağlanmalıdır. O bir medeniyeti yüklenen insanların hususen biz Türklerin kalbini, ruhunu ilmek ilmek ilimle dokumuştur. Başka söyleyişle ilmi, hikmeti en veciz, en yalın, en anlaşılır söz ve söyleme biçimiyle insanımızın gönlüne, dimağına yerleştirmiştir. Yunus her dönemde, her eve mutlaka girmiştir. O bizimdir çünkü. Bizim Yunus’tur. Bu tarihî, kültürel olguyu yine onun gibi yalın, etkili en iyi Necip Fazıl ifade etmiştir:
“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş
Bizim Yunus, Bizim Yunus”
Durum böyle olunca ben de ‘Bizim Yunus’la ilkin evimizde ve rahmetli annemin okuduğu ilahilerde tanıştım. Namazdan sonra güne her sabah mushaftan bir cüz okuyarak başlayan rahmetli anneciğim, ev işleriyle uğraşırken, bizimle ilgilenir, örgü örerek dinlenirken (bizim analarımız dinlenirken bile iş yaparlar) usuldanusula Yunus’tan bir ritim tuttururdu. Bosna’dan Buhara’ya kadar, bütün evlerde bir Yunus çerağının yandığını, yalımıyla gönüllerin ışıdığını zannetmiyor, biliyorum. Sırf bu realite bile başta edebiyat, kültür ve medeniyet boyutlarıyla değerlendirilmelidir.
O şiirleriyle adeta bir medeniyetin ruh atlasını nakış nakış işlemiş, dokumuştur. Sadece Müslümanların değil dinleyen her insanın içini serinlik, esenlik duygularıyla onarmış, donatmıştır; onarmaya, donatmaya devam etmektedir. Mutlaka bu nedenlerin etkili olduğu gerekçelerle BM’nin 2021’i‘Yunus Emre Yılı’ ilan etmesi hiç olmazsa farkındalık oluşturması bakımından isabetli olmuştur. Umulur ki, bu vesileyle bugün bütün dünya insanlarının mesajına hayatî derecede ihtiyacı olan bu muhteşem şahsiyet, samimi yaklaşımlarla anlaşılır. Yunus’un, varoluş sancılarıyla çaresiz, çıkışsız kıvranan insanlığa bir imkân olacağı kesindir.
Yunus Emre sadece edebiyatımızın değil, düşünce ve tasavvur dünyamızın da ölümsüz şahsiyeti olarak dünya edebiyatının klasikleri arasındadır. Hayatı ile ilgili bilgilerin çoğu menkıbelerden oluşsa da, eserleri ile somutlaşan derviş filozof kişiliği ile kültür damarımızı ve dünyamızı beslemeye devam etmektedir.
Yunus, her yanı, her şeyi yakıp yıkan Moğol kasırgasının, Anadolu Selçukluları ile birlikte merkezi otoriteyi çökerttiği, düzenin yerini kaosa, açlığa, kıtlığa bıraktığı çöküntü ve bunalım döneminde 13’üncü yüzyılın ortaları ile 14’üncü yüzyılın ortaları arasında yaşamıştır.
Birincil kaynak olarak ‘Risaletü’n- Nushiyye’ adlı mesnevisi yanında ‘Hacı Bektaş-ı Veli Viâyetnâmesi’ ve birçok nakli kaynaklardan, derlemelerden, tarih araştırmalarından yararlanılabilir. Eskişehir’in Sivrihisar’ın Sarıköy köyünde doğmuştur. Kuvvetli ihtimalle mezarı da buradadır. Medrese eğitimi görüp görmediğine ilişkin, Köprülü’den Gölpınarlı’ya kadar muhtelif görüşler ileri sürülmüştür. Bu iki araştırmacı da Yunus’un eğitimli biri olduğu kanaatine varırlar. Ancak öyle bile olsa onun değeri ve önemi eğitimli veya ümmi oluşundan kaynaklanmaz. Resmî eğitimin cehaleti gidermediği hem tarihle hem yaşadıklarımızla bilinmektedir. Ümmi de olsa onun ümmiliği arif ve âlim kişiliğine gölge düşürmez. Ümmi olmasa bile ümmi gibi davrandığı, dergâh ve tekkelerde şifahi olarak eğitim aldığı, Şam’dan Tebriz’e Isfahan’a kadar kültür coğrafyamızı gezerek şiirleriyle insanlara, umut, iyilik taşıdığıbilinmektedir.
Onun hangi tarikata bağlı ve kime intisap etmiş olduğu da tartışılmıştır. Kendi payıma Ahmet Yesevî’den Hacı Bektaş-ı Veli’ye uzanan silsile içinde Taptuk Emre’den Sarı Saltuk’a ve Mevlâna’ya kadar çok yönlü bağlar, bağlantılar ağı içinde kendi yol ve üslubunu bulduğu söylenebilir. Mevlâna Celaleddin’den Geyikli Baba’ya kadar birçok önemli mutasavvıfla görüştüğünü bizzat kendisi ifade etmiştir. Sanat ve dehasını öne çıkararak onu anlama çabası içinde olanlar için bu konular bile ancak tarihsel ayrıntı olarak kıymeti haizdir. Çünkü onunla ete kemiğe bürünen kimlik ve mesajı, bütün tarikatların muhteva ve sınırını aşmıştır.
“Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm”
İki eserinden en önemlisi olan Divanının orijinal yazması mevcut değildir veya bulunamamıştır. Yurt içinde ve dışında çok sayıda yazma nüshaları mevcuttur. Aruz ölçüsünde ve gazel olarak yazılmış bu eserin en güzel şiirleri hece ölçüsünde dörtlükler olarak yazılmış ilahileridir. Kayıtlara göre, onun 1320 yılında ve 82 yaşında vefat ettiği anlaşılmaktadır. Ancak nerede defnedildiğine dair farklı rivayetler vardır. Onu çok seven halk, hürmet ve hatırasına istinaden birçok yerde sembolik de olsa mezarlar, makamlar teşkil etmiştir. (Kuvvetli ihtimalle asıl mezarı Sarıköy’de olanıdır.)
Yunus Emre Anadolu irfanının yüksek düzeyli ifade gücü ve zenginliği ile zirve şairidir. O hemen hiçbir bulanık, karmaşık anlama ve anlamaya yol açmayacak nitelikte yüksek zihinle birlikte arı, duru, ama o ölçüde coşkun bir dil ortaya koymuştur. Yunus’un dilini ve sanatını inceleyenler, kendiliğinden onun engin, dingin duygu ve düşüncesinin tesirinde kalırlar. Bu durum hem Yunus’un kendini dil ile ifade etme kudret ve becerisi hem de Türkçenin yüksek düzeyli ilim, sanat ve felsefe yapacak incelik ve imkânlara sahip yetkinliği ile açıklanmalıdır.
Yunus’un dili, Türk milletinin ve halkının dilinin kuşatıcı varlık tasavvuru ile mahiyet kazanır ve dönüp aynı nitelikte varlık ve hayat anlayışını canlandırır. (Millet’i tarih ve kültür kökleriyle var olan halk, halkı milletin yaşayan nesli olarak ele alıyorum) Denebilir ki, Anadolu Türkçesinin kendine has ruh, felsefe ve estetik hüviyet kazanan geleneği, Yunus ile kemale ermiştir. Sadece Anadolu Türkçesine değil onunla ayrı düşünülemeyecek tarzda Anadolu irfanına, hikmetine yön vermiş şair filozoftur Yunus. Bunun da ötesinde kendi zaman ve mekân sınırını aşarak bütün insanlığa mal olmuş bir dehadır. Yunus dili, hayatı, sanat ve düşüncesi ile bütün bir insanlığın zihin dünyasına hayati ölçüde önemli bir imkân olarak özgün, samimi açılar, açılımlar kazandırmıştır.
O yüksek idrak gücüyle anlaşılan dinî, ilmî, felsefî, insanî hikmetleri, yalın, etkili söyleyiş tarzı ile halkın dimağına mal etmeyi başarmıştır. Başka bir gerçeklikle halk,kendini Yunus’ta bulmuş, onunla kaynaşmıştır. Oradan huy, ahlâk, davranış olarak hayata aktarılan hikmetler, estetik değer ve derinliğini yitirmeden, bir kültür oluşturmuş veya kültüre dönüşmüştür. Bir değerin kültüre mal olması, kültüre dönüşmesi kolay değildir. Bir değerin hayata yerleşmesi veya yön vermesi için, felsefî veya dinî dayanaklarının olması yeterli olmaz. O değerin hayatla uyum içinde varlığı, varlıkla bütünleşerek hayatıkurması, kucaklaması gerekir. Bunu başarmak ancak varlığın hakikat, hakikatin varlık katında muazzam bir tasavvur ve anlayış ortaya koymasıyla mümkün olur. Medeniyetin oluşum süreci bu var oluşun doğasına en yakın aralıkta başlar. Bu hiçbir dar görüşün, bağnaz yapının ve yaklaşımın başaracağı bir iş değildir. İşte çağları, coğrafyaları, tasavvurları aşacak veya saracak ölçü ve etkiyle Yunus’uönemli ve deha kılan bu niteliğidir.
O, dil, hayat ve felsefeyi öyle harmanlar ki, her biri diğerine dayanarak var ve güçlü olur. Burada her bir unsur, diğerini var eden değer ve desteğe dönüşür. Yani Yunus’un yetmişikibuçuk milleti ve onların farklılıklarını önce gören, sonra fark edip anlayan, ardından süzen, ayrıştıran, birleştiren, yani derinlemesineyorumlayan, en nihayet karmaşayı çözen, son aşamada varlık hikmetinin özüne en yakın yolu gösteren, ufuk açan dehası olmasaydı, Türkçe bu ölçüde söz, ses ve ifade zenginliğine sahip olamayacaktı. Aynı şekilde, eğer Türkçe, gelişmeye ve genişlemeye açık bir canlılık ve dinamizmesahip olmasaydı, Yunus’la billurlaşan dehanın inkişafı mümkün olmayacaktı. Ama binyıllar boyu değişik zaman ve coğrafyalarda tekrarlanan determiniteye uygun olarak bunun böyle tecelli etmesi gerekir.
Bütün büyük kültürler ve medeniyetler, büyük insan hareketleri, göçler, karışıklıklar sonrasında teşekkül etmiştir. Bu değişim dönemleri bir yandan akılları, anlayışları, yaşama biçimlerini yerle bir ederken diğer yandan daha kapsamlı akıl ve anlayışların inkişafına ortam hazırlar. Muhatap için iyi şeyler düşünülmeyen durumlarda beddua gibi söylenen bir Çin atasözünde “Tanrı seni değişim döneminde yaşatsın” denilir. Niçin? Çünkü o dönemlerde ne akıl kalır insanda ne fikir. Yasa kalmaz, akıltutulur, ahlâk çöker, varlık çürür; hayatın tadı kaçar, çareler tükenir, günler kararır. Bütün olumsuzluklar, acayiplikler, felaketler üstüste gelir, hayatı boğar, bunaltırlar. İşte bu dönemlerde insanlara ancak çok yüksek düzeyli akıl, inanç ve felsefe yol gösterebilir. Yeni dönemin duygu ve düşünce dünyası, bunu başarma ölçüsünde oluşur.Kaldı ki,Türklerin Anadolu’ya yerleştikleri dönemle birlikte Yunus’un yaşadığı zamanların sosyolojisini sadece ‘değişim’kavramı açıklamaya yetmez.
Tarihin başdöndürücü hız kazandığı bu dönemde ani kitlesel şoklar, yıkılmalar, savrulmalar yaşanır. Doğudan batıya görülmemiş yıkım ve kıyımla Moğollar, cehennem olup halkların, devletlerin üzerine yağar. Batıdan doğuya doğru ise Haçlı barbarlığı canlı adına önüne çıkan ne varsa imha etmektedir. Selçuklular çökmüş, merkezi otorite dağılmış, Türk beyleri kendi oba ve ailelerini koruma, kurtarma derdine düşmüşlerdir.Siyasî parçalanmalar, isyanlar, cinayetler, intikamlar hayatın her alanında yaşanan çöküntüyü derinleştirir.Tam manasıyla sosyal, siyasal, ekonomik bunalım yaşanmaktadır. Dini, dili, meşrebi ne olursa olsun, insanlar huzursuz, çaresiz, umutsuzdur.Bu esnada insanları kaynaştıracak, buluşturacak, onların kalbini, gönlünü onaracak, umut verecek, ferahlatacak güçlü, zengin bir var oluş felsefesine ve diline, varoluşun samimi, içten, coşkun atılım ve açılımına ihtiyaç vardır.Ancak bu kucaklayıcı, kuşatıcı dil Türkçe, üstelik Yunus’un Türkçesi olmak durumundadır. Niçin? Çünkü onun dili öncelikle doğrudan saf insan cevherinden çıkan, insanın öz değeri olarak onu ışıtan, aydınlatan bir dildir. ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ olan bir özdür bu ve herkesin en derin, en değerli, en korunması gereken hakikatini ifade eder.
“Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim”
Bu sözün, seslenişin düşman unsurlardan yükselmesi zaten beklenemezdi. Yerli halk ise yüzyıllar boyu sabit yaşamanın rehavet ve ataleti ile bir anlamda körelmiştir. Altüst oluşun yıkıcı tesirinden onlar da etkilenmiştir. Türkler ise Asya’dan Anadolu’ya göç sürecinde hem türlü zorluk ve belaların sınavından geçmişler hem de birçok kültür ve uygarlığın siyasî, sosyal, kültürel yanlarını tanımışlardı. Anadolu’da Roma ve diğer unsurlarla temas kurduklarındahiçbir unsurla mukayese edilemeyecek canlılık ve çeşitlilikte çok yönlü birikimle çok zengin bir görgü, tasavvur ve tecrübeye sahiptiler. İşte Türk dili de aklı da, kudretli, zengin canlılığına bu hicret döneminde erişti. Hayatın, insanın, varlığın sırrına daha fazla vakıf olan bu deha (Türk-İslâm dehası) Anadolu’da rönesans diyebileceğimiz özgünlükte sanatta, felsefede, bilimde, mimaride, siyasette özetlekültür ve medeniyette muhteşem inkişafların kaynağı olacaktır. Bağnazlığa, gereksiz tutuculuğatevessül edilmeyen bu dönemde, varlık, hayat ve insan arasında o kadar dengeli, uyumlukaynaşma tesis edilmiştir ki, en iyiye ulaşma çabası, dile de büyük atılım ve imkân sağlamıştır. Bir yandan yerel yönetimlerin ağırlık kazandığı dönemde doğal varlık ve iletişim mecrasında Oğuz boylarının dilleri olan Türkçe öne çıkmış bir yandan da ‘Türkçenin Sırları’ adlı eserinde Banarlı’nın dediği gibi muazzam bir söz ve ses zenginliği başka bir söyleyişle düşünme ve ifade kudreti kazanmıştır.
Anadolu Türkçesi özü itibariyle Oğuz Türkçesi olmakla birlikte Horasan Selçuklularından Anadolu Selçuklularına gelme sürecinde başta Karahanlılar ve Kıpçak Türkçeleri olmak üzere Farsçanın ve Arapçanın da etkisiyle zenginleşerek kendi karakterini kazanmıştır. Bu zengin etkilerle, canlı, coşkun bir ırmak gibi Anadolu’ya akan Türk kültürü, burada öncülüğünü Hazreti Eyyüb el Ensarî’nin yaptığı daha sahih İslâm inancı ve kültürü ile tanışmış, kadim Bizans ve Rum kültürü ile temasıyla da başka cihetten olgunlaşmıştır. (Bu arada İbnî Sina’dan başlayarak Fahreddin Razî, Gazzalî, Nasreddin Tusî, Sühreverdî, İbni Arabî, Konevî, Mevlâna gibi daha birçok filozof, şair ve mutasavvıfla İslâm düşünce geleneğine eklenen birikim çok önemlidir.) Bu gelişme ve dönüşme süreçlerinin, hayatın birleştiren, buluşturan ikliminde İslâm kültür ve medeniyetinin yeni pratiği ortaya çıkmıştır. İşte bu Anadolu irfanı veya hikmeti dediğimiz, İslâm’la yenilenen, yenileşerek İslâmlaşan hayat anlayışı, tasavvurudur.
Yunus, insanın hayat ve hakikatle ilişkisini yaradılış özünden uzaklaştıracak her türlü yaklaşım ve değerlendirmeyi ruhumuza, kalbimize bir yük, bir külfet gibi görmüş; hep iyi olmanın, iyi düşünmenin, hoşgörünün, kucaklaşmanın imkânlarını aramıştır. Esasen Anadolu’yu vatan kılan manevî dokunuş Yunus’un sesinde, nefesinde canlı hüviyet kazanan ruhun yerleşmesi, yaygınlaşması ile mümkün olmuştur. Sade, anlaşılır bir dil kullanması hem halk tarafından anlaşılmasına hem de Yunus’ta karakterini bulan tasavvurun etkili ve yaygın şekilde yerleşmesine sebep olmuştur. (Yunus Emre ile belirginlik kazanan damarın, Ahmet Fakih, Dursun Fakih, Âşık Paşa, Sultan Veled gibi bilinenler yanında birçok bilinmeyen edebi şahsiyetlerden de beslenerek daha etkili olduğu göz ardı edilmemelidir. Onların her biri kendi ölçeklerinde bir Yunus görevi ifa etmişlerdir.)
Gezgin âşıkların şehir, köy, oba ve oymaklardaki şiir, türkü ve sohbet odaklı faaliyetleri, kudret ve zenginliği ile Türkçenin kökleşerek yaygınlaşmasına yol açmıştır. (Bu gelenek zayıf da olsa bugün bile yaşatılmaktadır)Hiç kuşku yok ki, bu dönemin en birikimli, donanımlı gezgin derviş şairi Yunus Emre’dir. Tabir caizse her gittiği yerde coşkuyla, huşuyladinlenen, varlığı yeisi silen, inanç ve umut yayan, insana sığınak olarak kendi içini, kalbini gösteren orada Allah ile buluşturan bu samimi içten sesleniş hem Anadolu’da çöken moral ve maneviyatı ayağa kaldırmış hem de Türkçeye yeni, olgun kıvamını kazandırmıştır. Tabir caizse Anadolu Yunus ile Yunus diliyle, Yunus gönlü ve ruhuyla ayağa kalkmıştır. Kurucu unsur olarak bir kültür ve medeniyetle bu ölçüde bütünleşen şahsiyetler çok azdır. Homeros, Dante, Shakespeare gibi ozan ve şairler bu bağlamda anılabilir. İnanç ve ahlâk ilkelerinden,etik, estetik değerlerine kadar bir toplumun duygu ve düşünce dünyasını ilimle, hikmetle inşa etmesi bakımından Yunus diğerlerinden ayrı bir yere sahiptir.
Burada hemen şunu da ifade edeyim; yine her yer ve dönemde olduğu gibi burada da bu muhteşem şair, şiire yeni bir eda, ses, ritim kazandırarak bir yeni üslubun çığırını açmıştır. Doğal olarak başka şairler onun ölçü ve kalıbına, eda, içerik ve söyleme biçimine özenmiş, öykünmüşlerdir. ‘Yunus gibi söylemek’ önemli olmuştur. ‘Lâedrî’ geleneğe sahip bir toplum için ‘Yunus’ birçok şairin kullandığı mahlas olmuştur. Bu yönden bakıldığında Yunus, öz ve biçim özelliği ile müşahhas bir kişilik olmakla beraber bir ekol, bir üslup, bir eda olmuştur.Yunusça, bir gönül dili ve tarzdır; bir modeldir, kalıptır; duyma söyleme biçimidir. Bütün bu nitelikler Yunus genellemesi üzerinden bir ortak aklı, ortak duyguyu, tasavvur ve dimağı ifade eder. Bu bağlamda şairlerin birbirlerinin etkilenmesi doğaldır. Anlaşıldığı üzere bu sebeplerle esası ve hakikisi‘Bizim Yunus’ olmak üzere birçok Yunus’un olduğu kuvvetle muhtemeldir. Bu Yunus’ların kimi şiirlerinin Yunus Divanına girdiği de anlaşılmaktadır. Bu konuda araştırmacılar, tarihsel çelişmezlik ve üslup kritiği ile bir ayıklama çalışması sürdüre gelmiştir. Ancak burada gençliğinden vefatına kadar Bizim Yunus’un da kendi üslubunda değişikliğe gittiği, gidebileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca bir sanat ve edebiyat türü olarak şiir, yeniliklere hep açık olmuştur, olmak durumundadır.Bugün bile başından sonuna kadar hangi şair veya yazarın üslup özellikleri aynı kalıyor ki?
Sonuç olarak, Yunus özü, sözü ile hakkı, doğruyu arayan bir derviş, bir gönül alperenidir. O sahip olduğu ruh yüceliği, temiz benliği, naif, ince estetik yaşantısı, kudretli dil becerisi ve kabiliyeti ile Anadolu irfanını kendi tasavvur ve tasavvuf anlayışında mezcetmiş bir dehadır. Anadolu İslâm ve insanlık anlayışını kendi dil ve üslubunca nakış nakış, ilmek ilmek dokuyan bu dehanın müşahhas bir insan olması, hayret-i muciptir.Yani bu denli derinlikli, oylumlu, etkili, kapsamlı, vurucu, naif bu denlihikmetli sözleri, üstelik muhteşem bir deyiş güzelliği ile bir insan nasıl söyleyebilir, nasıl söyleyebilmiştir? Bir insan tökezleyen bir kültürü nasıl tek başına tutup ayağa kaldırır, canlandırır? Bir insan kendi ruhunu üfleyerek bir dili o dille bir dimağı nasıl canlandırabilir? İnsan düşününce hayret ediyor. Bütün şartların adeta insanın deli etmeye ayarlı olduğu bir dönemde o nasıl deha olmuştur? Onu sanki bir anne değil de zaman doğurmuştur? O yaşadığı zamanı da aşan bir üst ve ortak aklı, üst ve ortak duygu, dimağ inşa etmiş bu dimağın, bu zihin ve tasavvur dünyasının temsilcisi olmuştur.