- camdan değilse de ayakkabılar
sokaklarda maskeli balo var
…
Asıl mesleği öğretmenlik olan Macar yazar Magda Szabó, 1949 yılında ülkesindeki en saygın edebi ödüllerden biriyle onurlandırıldığı gün, yeni kurulan komünist devletin düşmanı ilan edildi ve verilen ödül geri alındı. Sonraki yedi yıl boyunca kitaplarına yasak getirilmesi de kimseyi şaşırtmadı. Ancak onun ülke dışına çıkması yasakken kitapları dünyayı dolaşmaya başlamıştı bile. Batı’ya onu tanıtan Hermann Hesse oldu. Sorulduğunda Szabó, yaşadığı en büyük acının anne olamamak olduğunu söyledi. Yine de Sovyet rejimi altında bir “köle” olduğunu düşündüğü için, “Bir köle doğurmayacağım” kararından vazgeçmedi. O, Macar edebiyatının “Büyük Hanımı.” Iza’nın Şarkısı, Katalin Sokağı ve Kapı kitapları, onun İkinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp 1956 Devrimi’ne uzanan hayatının en çalkantılı politik anlarını yansıtır. Böylece romanları aracılığıyla, Macaristan’ın yakın tarihi hakkında birçok gerçeği de anlatmış oldu. Iza’nın Şarkısı’ndan bir alıntı: “Ölüler konuşmaz.” (s.223)
- Steve Jobs, Walter Isaacson’ı arayarak ondan biyografisini yazmasını istediğinde Isaacson, birkaç proje üzerinde çalıştığını söyleyerek onu geçiştirmişti. Bu huysuz adamın biyografisini yazmak için onunla geçirmek zorunda kalacağı zamanı düşünmüştü ilk olarak. Onun ne zor bir insan olduğunu sağdan soldan çok kereler duymuştu. Jobs’ın kansere yakalandığını ve az zamanı kaldığını herkes gibi o da bilmiyordu henüz. Ama bu dahi adamın, araba garajında başlayan kariyerinde geldiği noktayı düşününce denemeye karar verdi. Jobs’ı görmeye gittiğinde de bu projeyi aldığına pişman olmayacağını anlamıştı zaten. “Her şeyi yazmanı istiyorum” demişti Jobs. “Sadece benim duymak istediklerimi değil, iyisiyle kötüsüyle her şeyi anlatmanı istiyorum.” Uzun bir çalışmanın ürünü olan “Steve Jobs” kitabını, yayımlanmadan önce okumayı bile istemedi. Artık hiçbir önemi yoktu ki bunun, her şeyi terk ediyordu sonuçta. Bu dünyaya ait olmadığını biliyordu. Tıpkı kız kardeşi Mona’nın, Jobs’ın cenaze töreninde söylediği sözler gibi: “Hepimiz -eninde sonunda- bir şeyin ortasındayken ölürüz. Bir öykünün ortasındayken. Birçok öykünün…” (s.546)
Mao’nun Kültür Devrimi, 60 ve 70’lerde Çin tarihini değiştirdi ve yüz binlerce Çinli entelektüeli “yeniden eğitim” için dağ köylerine zorla gönderdi. Tüm kitaplar yasaklandı ve cesareti olan, kitapları yok edilmekten kurtarmak için sakladı. 1984’ten bu yana Fransa’da yaşayan Çinli yazar ve sinemacı Dai Sijie’nin ilk romanı, “Balzac ve Çinli Terzi Kız,” Devrim’de yaşananlara edebiyatın evrenselliği ve insanları dönüştürme gücü üzerinden değiniyor. Sijie, “ben bu öyküyü yaşadım” diyor. O da “yeniden eğitim” için bir dağ köyüne gönderilenlerdendi. Yazarın babası da terzidir. Terziliğin inceliklerini de ondan öğrenmiştir zaten. Romandaki terzi kızı anlatırken derinlik katabilmesinin nedeni de budur. “Balzac ve Çinli Terzi Kız” 30 dile çevrildi, Çince hariç. İşte insanda keskin bir tat bırakan bu kitaptan bir alıntı: “Gelecek için küçük bir umut ışığının, birini bu kadar değiştirebileceğini sanmıyordum.” (s.77)
- Biyografi okumayı sevdiğim kesin. “Yaşamak Seni Sevmek Gibi” bir şekilde elime geçti, okumadan edemedim. Hele de konu Nazım Hikmet olunca merakım arttı. Kıvanç Kardeşler’in, şairi anlatma biçimini görmek istedim biraz da. Rus yapımı ürünlerdeki estetik yoksunluğun kitapta gezinmesi beni rahatsız etti elbette. Çünkü okura sadece metin ulaştırmak değil benim için kitaplar. İnce işçilik de arıyorum onlarda, bekliyorum hatta hem yazardan, hem de yayınevinden. Ben de o işçiliği şairin mısralarından çekip çıkardım: “… Yüz yıldır bekliyor beni / bir şehirde bir kadın./ Aynı daldaydık, aynı daldaydık./ Aynı daldan düşüp ayrıldık./ aramızda yüzyıllık zaman,/yol yüz yıllık./ Yüz yıldır alacakaranlıkta / koşuyorum ardından.” (s.79)
1923 yılında, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan nüfusu bir bütünlük içerisinde betimlemeye yarayacak sayım, kayıt ya da araştırma verisi yoktu. İlk nüfus sayımı 28 Eylül 1927’de gerçekleştirildi. Bunun öncesinde, nüfus sayımı için yapılan ilk resmi hazırlık, 1926 yılında İstatistik Umum Müdürlüğü’nün kurulmasıdır. Kurumun müdürlüğüne de Belçikalı bir istatistikçi olan Camille Jacquart getirilmiştir. O dönemde, yapılacak bu ilk sayıma gösterilecek hassasiyeti yansıtmak için, “Ne bir eksik, ne bir fazla” cümlesi de sloganlaşır. Ülke çapında mühim bir olaydır sonuçta. Aslında “nüfus” konusu artık dünya çapında artan bir öneme sahip. Paul R. Ehrlich’in “The Population Bomb” kitabını okuyunca bunu anlamak daha kolay. Ehrlich, krize dönüşecek nüfus konusunun boyutlarını her yönüyle anlatır. 70’li yıllarda, aşırı nüfus nedeniyle hepimizin yapay adalarda yaşayacağımızı söylemesi ise bir korku dalgasının yayılmasına neden olur. Neyse ki tahminleri doğru çıkmaz, ancak “nüfus” hassas bir konu olmaya devam ediyor. “Tüm insanlığı besleme savaşı sona erdi” diyerek başlıyor kitap. Bana kalırsa hâlâ devam ediyor.
- Mısır asıllı Fransız yazar Gilbert Sinoué, Batı’daki Doğu düşmanlığından yola çıkarak, Orta Doğu’da yaşananları anlatır iki ciltlik tarihsel romanında: Yasemin Kokusu ve Taşların Çığlığı. “Doğu’nun Doğu, Batı’nın da Batı” olmadığını, kaderlerinin tarih öncesinden bu yana kesişmekte olduğunu savunur. Bu iki kültürün yakın geçmişteki hikâyesini, tarihî gerçeklerin ışığında kurgulamış Sinoué. Bütün olayların, paylaşamamaktan kaynaklandığını bilmek yine canımı sıkıyor. Ve işin güç savaşına dönüşmesi meydanı kana buluyor. Üstelik herkes haklı olduğunu söylemekten hiç vazgeçmiyor. Hepimizin az çok aşina olduğu hikâyeye yakından bakma fırsatı bu iki kitap. Ele alınan dönem çok uzun olduğu için olaylar yüzeysel ve hızlı geçilmiş. Bir Amin Maalouf anlatımındaki derinlikle işlenseydi eğer, onlarca kitap çıkardı. Taşların Çığlığı’ndan bir alıntı: “Alıntı: “Doğru dürüst yazmayı beceremeyen, kalemi suçlar.” (s.287)
Türk Dil Kurumu tarafından dilimize eklenen bazı yeni kelimeler:
• otopsi – ölü açımı
• zeplin – hava gemisi
• eksantrik – ayrıksı
10087.
Çocuk edebiyatının önemli bir ismi olan Gülten Dayıoğlu’nun, ilk romanı “Fadiş” seksenden fazla baskı yaptı. Eserlerinde, hareketli ve canlı bir hikâye örgüsü vardır. Çocuklara, kültürel değerleri ve olumlu davranışları serüven dolu bir kurgu içinde aşılamaya çalışır. Kahramanları, hayatın içinden seçtiği canlı örneklerdir. Böylece çocuk, kendisini kahramanların yerine koyarak karşılaştırmalar yapabilir. Dayıoğlu, ilk roman kahramanı Fadiş’i kendi kızı gibi benimsediğini söyler. Bu yüzden de, 2001 yılında, Fadiş’in doğumunun otuzuncu yılı olarak bir sempozyum düzenlenir. Okur olarak, Dayıoğlu’nun kitaplarıyla çok geç tanıştım. Çocuk yaşlarda okumak nasıl da ufuk açıcı olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Onun eserleri, çocukla iletişim kurarken nasıl bir dil kullanabileceğimi bana göstermesi açısından da çok kıymetlidir. Bence yurtdışında yaşayan aileler, kitaplıklarına bu eserleri eklemeliler. İşte yazarın Fadiş’te yaptığı vurgulardan bir örnek: “Güçlü bir amaç için çalışmak, yaşamı daha da güzelleştiriyor.” (s.42)
- Şiir kitapları üzerine yazmak hiç bana göre değil, biliyorum. Boyumu haylice aşan bir dünyadır orası. Kullandığım cümlelerin, o derinliğin hakkını veremeyeceği korkusudur elimi bağlayan. O yüzden, şiir kendisini anlatır, ben eteğinde gezinirim.
“ve ben bütün kalbimle kıyında beklerim
bir gece bekçisinin sabahı beklediği gibi
uykusuz, yalnız, sabırsız” (s.120)
Sonra, gece hükmünü sürerken daha, mısralarda bir hazine arar gibi sislenirim.
“sustuğum kadar konuş azize,
sustuğum kadar” (s.31)
Sesinle kendime geleyim. Çünkü biz, “hiç olmamış ‘iki’nin ‘bir’leriyiz.” (s.120) Öyle ayrı ve öyle içe içe…
“semaverde çay
içimizde sevda
omzuma yasla başını
gözlerini kapat ve dinle” (s.9)
Ötelenmişliğimi, ötelerden gelecek bir habere kilitlendiğimi, hiçken sen’lendiğimi anlatayım sana. “kadim Aşklar diyarıdır yüreğim” (s.62) Bundandır zaman çizgisinde gidiş gelişlerim. Ama her gören bilmez ki, “ben lâ-mekan bir eşkıyayım” (s.25)
Bir süreliğine kendilerinde konaklamamı isterler. Oysa ben, senden başkasına sağırım. Hem kapalı alıcılarım hem sanki “ansızın duracak kalbim” (s.27)
Kendi kendimledir hep söyleşmelerim:
“hani diyorum sıfırdan başlasak
yarın miadımız olsa
isa gelip öpse alnımızdan
arınsak kendimizden
kirlerimizden
yılları hüzünle çarpsak
bizi eklesek takvime kaç eder?” (s.61)
Kıymetli Salih Uçak’ın Hüsn-i Yusuf’u ile karşılaşınca, yazmak da şart oldu. Bu paragrafa, onun şiirinden alıntılar şekil verdi böylece.
“öpülesi bir yokluktur Aşk, sevgilim
korkma, öldürmeyen ayrılık, oldurur bizi” (s.33)
mavi şezlonglu sahiller
şeker gibi görünen kırmızı şemsiyeler
eteklerini toplayıp birer ikişer gittiler
…