Haraba Gölü

Küçük çocuk, kâğıttan gemisini yüzdürmek için gölün kenarına geldi. Göl oldukça durgundu. Etrafta köhne, kerpiç evler, yonca tarlaları, menengiç ağaçları, ters laleler, sarı şakayıklar ve yılan fısıltıları vardı. Uzun bir söğüt dalı buldu ve gölde halkalar oluşturup gemisini gölün sularına saldı. Gemi, dut ağaçlarının suya düşen gölgeleri arasından süzüle süzüle geçip, karşı kıyıya az kala alabora oldu.
Göl çok küçüktü ve çocuk mutluydu.
Günden güne dibe batıyordu göl, biraz daha eteklerini toplayıp kabuğuna çekiliyordu.
Dede; yeni biçilmiş, zümrüt çimenlerin arasında kâğıttan gemisini yaptı. Onu pembe güller serpiştirilmiş bahçenin ortasındaki mermer havuzun sularına bırakacaktı. Yanı başında duran bastonuyla suda halkalar oluşturdu. Burada ne menengiç ağaçları ne de yılan fısıltısı vardı; hatta reyhanların, şakayıkların kokusunu unutalı çok olmuştu. Yandaki koruluktan cırcır böcekleri, ağaçkakanlar, saka kuşları ve nar bülbülünün sesleri geliyordu. Kamelyadaki rengârenk ışık prizmaları, üst havuzdan dökülen küçük yapay şelaleye vuruyor ve tatlı bir şırıltı ile ışık oyunları oynuyordu.
Dede, görkemli havuzun kenarında oturdu ve gemisini gümüş sulara salıverdi. “Şelaleye doğru sürüklenmezse karşı kıyıya varabilir” dedi kendi kendine.
Havuz büyük ve dede mutsuzdu.
Çocuk, küçük gölün çevresinde diğer çocuklara karıştı ve onlardan biri oluverdi. Kınalı kekliklerin, söğüt bülbülünün, sumruların peşi sıra koşup sakarcaları beraberce kovaladılar. Yere düştükçe kanayan dizlerini gölde yıkayıp büyümeye koyuldular.
Bir zaman geldi ve çocukların karşısına silahlı adamlar dikildi. Büyüklerle birlikte çocuklar da dizlerinin üzerine düştü. Büyüklerin kanayan cesetleri gölde kaybolurken silahlar çocukları dürtüklüyordu. Koca koca adamlar gölün çocuklarını tek sıra vagonlara bindirdiler ve gölsüz, tarlasız köylerden geçip gittiler.
Çocuk, köyünün tüm kuşlarını geride bırakıp uzaklaşırken gökyüzünde bir sumru sürüsü de göçmekteydi. Ya göl? O da birkaç adım birden içine çekiliverdi sanki. Etraftaki zengin meyve bahçeleri hoyratça bölüştürülüp harcandı kısa sürede.
Göl küskün ve çocuk yetimdi.
Tren bir devrin masumlarını günler ve geceler boyunca parlak rüyalar ülkesine taşıdı. Güneşin doğup battığını çocuklar fark edemediler bile. Üşüdüler, acıktılar, ağladılar. Trende ağabeyler, küçük kardeşleri üşümesin diye, yerlere oturup onları dizlerinde yatırdılar. Dünyanın gölgede kalan kısmının yetimleriydi bunlar. Ninnilerini, masallarını, hatta anne -babalarının isimlerini bile dağların arasında bıraka bıraka gittiler.
Çocuk bitmez gibi gelen yolların sonunda kendisini dillerini bilmediği insanların arasında ve bir papaz okulunda buluverdi. Gölün diğer yetimleri ile beraber kardeşi de yanındaydı. Yüksek duvarlı bahçeler ve soğuk binaların sivri kulelerinden çalan çanları dinleyerek büyüdüler.
Dede, mermer havuzun kenarında oturup batan gemisinin yerine yenisini yaparken doğduğu köydeki küçük gölün adını hatırlamaya çalışıyordu. Gölün kenarındaki yonca tarlalarında çocuklar yine kayboluyor mu ve anneler menengiç ağaçlarından çedene topluyor mu, gölün yakınlarındaki söğüt ağaçları ve kavaklık duruyor mu diye düşündü. Sonra ansızın içini kemiren o soru düştü gönlüne. Gölün adı neydi? Ya suları tümüyle çekilip, kupkuru toprağa dönmüşse…Öyle bile olsa eski bir haritada ya da bir taş tabelada adı kalmış olmalı diye umutlandırdı kendini.
Rüzgâr, yandaki koruluktan iğne yapraklı çamların, ladin ve akçaağaçların kokusunu getirdi bahçeye. Dedenin özenle yaptığı kâğıttan gemi neredeyse alabora olacaktı. Oracıkta duran bastonu ile müdahale etti ve gemisini kurtardı.
Gemisi karşı kıyıya varmıştı ama gözleri sulardan bile durgundu. Adını hatırlayamadığı küçük gölünü özlüyor, ters lalelerin kokusu burnunda tütüyordu. O sırada dedenin yetim başını küçük bir el okşadı. Dede irkilerek:
-Sen miydin Joseph? Dedi.
-Dede, hala hatırlayamadın mı o gölün adını? Sahi, nerede bu göl?
Dedenin ağzından sımsıcak bir kelime döküldü:
-Anatolia…
Çocuk bu kelimeyi günlerce tekrar edip durdu, sonra hiç unutmadı.
Üç yıl sonra…
Köyün muhtarı, Amerika’ dan gelen misafir öğrenci grubuna köyün coğrafi özelliklerinden ve tarihçesinden bahsediyor, tercüman anlatılanları İngilizceye çeviriyordu:
-Köyümüz Mastar Dağı’nın eteklerinde kurulu, sulak alanları bol bir araziye sahiptir. Köyümüzde küçük bir göl bulunmaktadır; gölün suyu zaman zaman yağmur sularıyla artıp azalmaktadır.
O sırada kamera açık ve canlı yayındaydı. Dedenin gözleri dünyanın öbür ucundan tam da buraya kilitlenmişti. Pürdikkat torununu dinlerken yorgun gözlerinde yıldızlar parlıyordu. Muhtar, meyve bahçelerini, uzun yıllar önce dikilen kavaklığı, köyün zenginlerinin yaptırdığı havuzlu evi, menengiç ağaçlarından toplanan çedenelerden nasıl güzel kahve yapıldığını anlatıyordu.
Durgun gözlü misafir çocuk, o sırada araştırma konusunun esas sorusunu sordu:
-Bahsettiğiniz o küçük gölün adı ne?
Dede, bastonunun ucu ile dalgalandırdığı havuzu bırakıp okyanuslara dalıyordu sanki. Kulaçları ile kıtaları aşmış gelmişti. Dede kanatlandı, nefesi daraldı, heyecanlandı, o sırada tercüman da gölün adının tam karşılığını bulamadan söyleyiverdi.
-Burası Haraba Gölü.
Güneş batıyordu artık. Kavaklık, karanlığa bürünecekti az sonra. Dede, nefesini tutmuş çok uzaklardan köyünü izliyordu. Söğüt dallarından akıp giden güneş, gölün sularına pırıltılar bıraktı. Göl hafif dalgalandı. Etrafta koşan çocuklar vardı, sesleri ta kıtaları aşıyordu. Mastar Dağı’nın eteklerinde bir minareden ezan sesleri yükseliyordu. Bu tanıdık ses, bu davet, dedenin kulaklarına doldu; içinde bir ürperme, dudaklarında hafif bir kıpırtı… Kalbi mutmain olmuştu; iki damla yaş süzüldü yanaklarından.
Dede; gözlerinde hayranlık ve hasret, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle, kâğıttan gemisinin havuzun parıltılı sularında battığını göremeden uzun bir uykuya daldı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Biraz Tarih Katarak / Şeref Akbaba
Aforizmalar / Naz
Bir Reçete Olarak Soljenitsin / Enes Güllü
Yalınayak / Nihan Feyza Lezgioğlu
Güllü Yemeni / Fatma Balcı
Tümünü Göster