Dışarıda yağmur yağıyordu. Pencere yoktu. Işık yoktu. Ancak sesini duyabiliyordum yağmurun. Gözlerimi kapayıp, bir çiçeği koklar gibi ıslak toprak kokusunu içime çekmeye çalıştım ya toprak kokusu da yoktu. Önümde duran yalnızca uzun uzun duvarlar, geniş kanatlı, oymalı, demir tokmaklı kapılar; hangi yöne gideceği önceden kestirilemez yollar, o yollara döşenmiş cüsseli taşlardı. Hangi yola varsam, hangi kapıyı çalsam, yeniden başka bir yöne savruluyor, ne yöne gideceğimi kestiremiyordum.
Önümde kırmızı tuğladan örülmüş duvarlar vardı. Duvarlara biraz yakından bakınca her tuğlanın üzerine kazınmış sözcükler gördüm. Uzun sözcükler, kısa sözcükler, anlamları pek tekin olmayan sözcükler, bir su gibi yumuşak, kaya gibi sert, katran gibi yapışkan, ilk duyuşta anlamını çözemediğim lakin bir sesle bir mimikle hayat bulan sözcükler… Her bir tuğla, bir diğerinden parmak izleri gibi farklıydı. Birbirine benzer görünüyor ancak geceyle gündüz gibi ayrılıyordu. Her bir sözcük, kendi hayatının izini sürüyordu sert bir tuğlanın üzerinde. Hangisine uzanayım, hangisini alayım bilemeden yoluma devam ettim. Kendi yolumu bulmak, kendi hikâyemi yazmaktı niyetim. Sözcüklerimi kendim seçmeli değil miydim? Üst üste dizilmiş onca tuğlanın arasında gözlerim, üzerine tek bir harf dahi kazınmamış boş tuğlaya dikildi. Bu boş tuğlayı çekmek delilikti. Yine de öyle yaptım. Umudum yolumu bulduracak, beni bu labirentten kurtaracak bir işaret bulmaktı. Parmaklarımı kanata kanata tuğlayı zorla çıkarmayı başarmıştım. Avuç içi büyüklükte, yanlardan kırılmış, çatlamış tozlu bir tuğla. Bir yandan “Eyvahlar olsun, ben ne yaptım!” diye mırıldanırken bir yandan da hızla tuğlayı sağa sola çeviriyor, bana yol gösterecek bir iz arıyordum. İşte orada, tuğlanın tam da arkasında ince ince, müthiş bir titizlikle kazınmış sözcüğüm bana bakıyordu:
“Bütün”
Sağına soluna, önüne arkasına defalarca baksam da başka da bir sözcüğe rastlamadım. Sözcüğümü alıp heybeme attım.
Yol ikiye ayrılıyordu. Bir tarafta derin vadiler, gür şelaleler, göğe uzanan ağaçlar, coşkun nehirler; öte tarafta göz alabildiğince uzanan sıcak çöl, ince, sarı kum tanecikleri, toz yağmurları, büyüklü-küçüklü kaktüsler, bulutsuz bir gökyüzü… Uzaktan leş yiyen akbabaların sesini duyuyordum. Açlıktan gözleri dönmüş, saldırmak için ölmemi bekleyemeyecek kadar sabırsızlardı. “Aklı olan bu yola girmez.” dedim. Bu yürüyeceğim yollardan hangisi düş, hangisi gerçek, hangisi hayat, hangisi ölüm bilemiyordum. Şimdi bu yollardan hangisi bana yolumu bulduracak, kendi hikâyeme kavuşturacak, hangisi yalanla gerçeği birbirinden ayıracak, bilmiyordum. Birkaç adım atıp yol ayrımına gelmiş, coşkun nehirlerin esintisi tam da yüzüme vurmuşken sırtımda hafif bir sancı duydum. Sanki heybemdeki taş, hemen önümde duran bu cennet gibi yere girmemi istemiyor; arkamdan bir güç beni çöle doğru itiyordu. Ne kadar direndiysem de adımlarımın çöle akışına engel olamadım. Önümdeki manzaranın dehşetinden geri dönmek, kaçıp kurtulmak istesem de ayağım kütük gibi ağırlaşmış, yerinden kalkmıyordu bile.
Az önceki tuğla duvarlar, taş yollar, karanlık sokaklardan eser yoktu. Başımın üstünde kızgın bir güneş, ayaklarımın altında kavrulan kumlar vardı. Sıcaktan nefesim kesiliyor, dizlerimin bağı çözülüyordu. Attığım her adımda duyduğum pişmanlık yine gelip beni bulmuştu. Etrafta tek bir sözcük dahi yoktu. Şimdi ben nasıl bulurdum kendi hikâyemin yolunu? Nerede soluklanır, nerede dururdum? Hangi sözcük tutup elimden kaldırırdı? Sözcüklerin dahi dolduramadığı bir boşlukta öylece kaldım. Saatlerce mi, günlerce mi, yoksa aylarca mı bu şekilde yürüdüm, bilemiyorum. Karşıma ansızın yasemin kokulu göller çıkıyor, koşup koşup da tam göle atlayacakken sıcak kumlara bulanıveriyordum. En son düştüğüm yerde öylece kaldım. Uykuyla ölüm arasında bir yerlerde, belki de arafta bir ses duydum. “Olduğun yeri kaz!” Aynı ses birkaç kez tekrar etti. Çöl güneşi batıp yerini sert rüzgârlarla insanın içini donduran soğuğa bırakınca gözlerimi açtım. Neden sonra o ses geldi aklıma. Hemen ellerimle toprağı kazmaya başladım. Kazdım, kazdım, kazdım… Ellerim şişmiş, parçalanmış, defalarca kanayıp kurumuş; kanların üzerine yapışan kumlar neredeyse ellerimin her yanını kaplamıştı. Hırsla kazmaya devam ederken parmak uçlarım sert bir cisme dokundu; lakin kumun içindeki bir cismi çıkarmak neden bu kadar zordu? Sanki cismi alttan biri tutuyor, benim onu çekip çıkarmama engel oluyordu. Saatlerce uğraştım. İnsanın o çaresizlik esnasında devleşen gücü karşısında şaşırmıştım. Çekip çıkardığım küçük, kiremit bir testiydi. Sağına soluna baktım, bir şey yok. Kulpuna, altına, üstüne defalarca bakıp öfkeyle testiyi yere fırlattım. Testi birden un gibi dağılıverdi. İçinden ince, uzun bir tahta parçası çıktı. Heyecanla gidip tahtayı elime aldım. Gözlerimin içi güldü. İkinci sözcüğüm işte oradaydı:
“Umudum”
Bu sözcük ne zaman kulağıma çalınsa, nerede görsem nerede duysam; bir şiirin bir şarkının ucunda karşıma çıksa beni hep gülümsetirdi. Artık bittim, tükendim dediğim, kendimi ağzı ateş dolu bir çukurun kenarında hissettiğim şu son raddede buzlu su gibi, coşkun akan bir şelale gibi içimi ferahlatmış, beni ayağa kaldırmıştı.
Çölü geçtim. Gök mavi, hava ılıktı. Arkamda bıraktığım o sıcak kum denizine dönüp bakmadım bile. Yine nasıl, nereye gideceğimi, nereden çıkacağımı bilemediğim labirent yollar vardı önümde. Uzun uzun yollar, kıvrılan, düz giden, daralan, bir ova gibi genişleyen, yokuşu insanın soluğunu kesen, inişi bir at gibi dört nala koşturan, bazen aceleyle yön değiştiren, bazen ansızın biten yollar…
Etrafımda ne var ne yok bakmadan ilerlerken ansızın mermer sütunlarla bezenmiş bir şehir kapısı önümü dev gibi kesti. Sütunlar, duvarlar, devasa kapı; aslan figürleri, mitolojik kahramanlar, tanrılar; yarı insan, yarı hayvan yaratıklar, gök cisimleri gibi pek çok öğeyle süslenmişti. Her biri bıçak gibi kesilmiş değil de müşfik bir elle oyulmuş, yontulmuş, hatları yumuşatılmış, kıvrımları belirginleştirilmişti. Cömertçe kullanılmış renkler, insana bir renk bahçesinin ortasında kalmış hissi veriyordu. Sütunlar, duvarlar, kapı, sanki sürekli bir hareket hâlindeydi. Işık, kıvrımlı hatların üzerinde süzülerek kaçıyor; gölge amansız bir takipçi gibi ışığı takip ediyordu.
Kapının önünde durdum. Bu engeli nasıl aşacağımı, öte tarafa nasıl varacağımı bilmiyordum. Ellerimi kapının üzerindeki o kıvrak figürlerin üzerinde gezdirdim. Küçük bir oda kapısıymış gibi kapıyı azıcık ittirdim. Birden kapının hareket ettiğini fark ettim. Ben de olanca gücümle kapıyı itmeye başladım. Kapı sonuna kadar açılmıştı.
Karşımda uykuya dalmış bir şehir vardı. Gökte tek bir yıldız yoktu lakin ay bütün bir göğü kaplamış bir lamba gibi her yanı ışıl ışıl aydınlatıyordu. Basamakları sayamayacak kadar çok dik merdivenler evleri birbirine bağlıyordu. Önümde yeşil yeşil akan bir nehir, karşımda sıra dağlar vardı. Nehrin öte yakasına geçen taş köprünün hemen yanı başına göğü delen direkleriyle taştan örülmüş, uzun bir saat kulesi kondurulmuştu. Her şeyin uykuda olduğu bu vakitte şehir, bir anne gibi bağrında yatan ne var yoksa sarıp sarmalamış, uyandırmamak için öylece bekliyordu.
Üstümde ay, altımda taş yollar öylece yürüdüm. Dik merdivenlerden birini çıktım. Merdivenin sonunda yine dik bir yokuş buldu beni. Yüz metre ötede, iki katlı beyaz badanalı bir evin perdelerinin arasından ince bir ışık sızıyordu. Hayret ettim. Bunca karanlık pencereli evlerin ortasında içinde cılız da olsa bir ışık süzülen bu ev bir mıknatıs gibi beni kendine çekti. Korkmadan kapıyı çaldım. Kapıyı iki büklüm olmuş yaşlı bir adam açtı. Yaşlı adam ne çok babama benziyordu. Neredeyse onu sımsıkı saracaktım ama o, bir yabancıya nasıl bakılırsa öyle baktı. Yine de beklermiş gibi beni içeri davet etti. İçeri girişte yine dik bir merdivenle yukarı salona çıktık. “Otur” dedi. “Emanetin bende.”
Ayakları kırılmış, kolları eskimiş, rengi solmuş, yer yer yırtılmış eski bir koltuğun ucuna iliştim. Korku, hayret, şaşkınlık, ya da merak, adı her ne ise bütün duygularımdan azade yaşlı adamın yavaş hareketlerini izlemeye koyuldum. Duvardaki gömme dolabın kapağını açıp içinden kalın, tozlu bir kitap aldı. Dudaklarının gerisinde bir şeyler mırıldanıp kitabı açtı. Kitabın sayfaları arasından defalarca katlanmaktan küçücük kalmış sarı bir kâğıt çıkardı.
“Al.” dedi. “Bu senin.”
Kâğıt, öylesine katlanmıştı ki, aça aça sonunda bütün odayı kapladı. Açılan kâğıdın son kısmında küçük bir yazı gördüm. Okumakta zorlanıyordum. Kâğıdı gözlerime iyice yaklaştırdım. İşte sözcüğümü bulmuştum:
“Kendimdedir”
Yol boyunca topladığım sözcükleri düşündüm. Üzeri sözcük yazılı yüksek, tuğla duvarları, kavurucu çölü ve şimdi de uyuyan bu şehrin ortasında, penceresinden ışık sızan evi… Yaşlı adamı ardımda bırakıp evden çıktım. Sözcükleri topladım. Yan yana dizdim. Yokuş aşağı hızlı adımlarla yürürken heybemde biriktirdiğim sözcükleri tekrar etmeye başladım.
“Bütün umudum kendimdedir… Bütün umudum kendimdedir…*
Artık labirentten nasıl çıkacağımı biliyordum.
*Óli i elpída mou eínai mésa mou (Kartacalı Terentius,MÖ.185-159)