100 yıl…
Bundan tam bir asır önce yani, bütün umutların tükendiği bir anda kalemiyle, özüyle, sözüyle, eserleriyle bir ümmet evladının sesi yankılandı gök semada: Korkma!
Âkif, Millî Mücadele için Özbekler Tekkesi üzerinden Anadolu’ya geçti, Ankara’ya geldi.
Birinci Meclis’te önce Biga sonra Burdur milletvekili seçildi.
O günlerde askere, halka millî heyecan verecek, coşturacak bir marşın yazılması ihtiyacı hasıl oldu.
Seçilecek marş için 500 liralık mükâfat öngörülmüştü.
İlk etapta yarışmaya gönderilen 700 küsur şiirden hiçbirisi “milli marş” olacak nitelikte değildi.
Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Hasan Basri Çantay dostlarının istirhamıyla “hisli yürek”, “dili olmayan kalp” kalemi eline alıp söyledi.
Tâceddin Dergâhı’nda misafir olarak kalan Âkif, bu ulvî mekânda İstiklâl Marşı’nı kaleme almaya başladı.
Evde, sokakta, camide, Meclis’te, uyurken, yürürken, yemek yerken hep İstiklâl Marşı’nı yazmakla meşgul oldu. Kâh dergâhın duvarlarına, kâh sararmış kâğıtlara yazdı.
Kur’ân’ın meltemlerinden aldığı nefeslerle ilk inen âyetler misali bütün şiirlerin önüne geçti, zirveye ulaştı. Mecliste ayakta alkışlandı, tekrar tekrar dinlendi ve nihayet “milli marş” olarak kabul edildi.
500 liralık mükâfat, Meclis’te yapılacak törene, arkadaşı Şefik Kolaylı’dan ödünç palto alan, Erzurum Mebusu Gözübüyükzâde Ziya Bey’e 250 lira borcu olan Âkif tarafından kadınlara ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken bir kuruma bağışlandı.
Çünkü o,
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ demişti…
Dini, vatanı, bayrağı, namusu için her şeyden vazgeçmişti.
Çünkü o, Kur’ân’ın, câminin, ümmetin ve istiklâle âşık bir milletin şairiydi.
Safahat’ın altıncı kitabında mısralarında resmettiği Âsım’ın ete kemiğe bürünmüş hâliydi kendisi…
Âkif, İstiklâl Marşı’nda da Âsım’a, gençliğe pek çok şey söyleyip gitti aramızdan. Neydi o söyledikleri:
Korkma, korkak olma!
“Ay” her “vakit” parlayacak yerde ve gökte.
Endişe de etme, çünkü istiklâl, er ya da geç Hakk’a tapan milletin olacaktır.
Sen “kalû belâ”dan beri hürsün, kimse sana zincir vuramaz.
Yeter ki ye’se düşme, ümidi elden bırakma! Gün gelir bir sel gibi bütün engelleri aşar, dağları yırtar, enginlere bile sığmazsın…
Senin göğsün iman doludur. Çelik zırhlı Batı’dan, tek dişi kalmış canavardan hiç çekinme. O uluyup dursun. Sen istikbale odaklan, hedeften şaşma!
Alçaklara, hainlere bu cennet vatanda yer verme. İmanlı göğsünü siper edip onlara gereken dersi ver. Çünkü sâlih kullarını yeryüzüne hâkim kılacağını, Cenâb-ı Mevlâ “Kelâm-ı Kadîm”inde müjdelemiştir.
Bastığın yerler, alelade bir kara parçası, bir toprak yığını değildir. O toprakta bütün mukaddesat uğruna canlarını, başlarını seve seve veren kefensiz kahramanlar yatmaktadır. Sen de onlardan birinin evladısın, bütün cihanı sana bağışlasalar da bu cennet vatandan bir karış dahi verme!
Çünkü bu cennet vatanın her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmıştır. Böyle bir vatanın yeryüzünde eşi, benzeri bulunmaz. Canından geç, cânânından geç ama vatanından asla vazgeçme Asım!
Şayet vazgeçersen, İslâm düşmanları mabedimize el uzatacak, ezanlar susacak.
O vakit gel kanınla, canınla, taşınla toprağınla bu güzel yurt için cihat et, vecd halinde ettiğin secdeleri de bırakma ki alnın arşa yükselip değsin.
Bütün bu duygu, düşünce, hâl ve hareketlere sahip olursan bil ki hilâl, şafaklarda şanlı şanlı dalgalanacak, dökülen kanların hepsi helâl olacak, milletimiz asla yok olmayacaktır. Çünkü hürriyet, her daim özgür kalmış bayrağın ve istiklâl de Hakk’a tapan insanlarındır.
Asım, Hakk’ın sesini bir bayrak gibi yükselterek maziyi atiyle hercümerç edecektir.
Zaman değişir, lakin ideal değişmez…
Akif’in bize bıraktığı miras, canlı tablolar halinde dimağlarda her an neşvünema bulmaktadır.
“Hadi tahsîlini ikmâle tez elden, hadi sen!
Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,
Ma’rifet, bir de fazîlet… İki kudret lâzım.
Ma’rifet, ilkin, ahâlîye sa’âdet verecek
Bütün esbâbı taşır; sonra fazîlet gelerek,
O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-ı i’lâsına tahsîs ile sarf etmek için.
Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek fazîletle teâlî edemez, za’fa düşer.
………………………………………………………..
Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de,
Ma’rifetten de cüdâ Şark o fazîletten de.
Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:
İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.
Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,
En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.
…………………………………………
Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin”
Ey “dün dersi”ni ezber eden Asım,
Korkma,
İstiklâl ve istikbal Hak yolunda “Hakk’a tapanlarındır”!
Ay Vakti