Adım Aden’de Saklı

Adımı hiç unutmadım. Yalnız işli bir mendile sarıp koydum gönlüme.  Dilimin ucuna gelip de gün yüzüne çıkaramayışım bu yüzden. Çalınmış geçmişimden, çocukluğumdan, doğduğum deniz kokulu yerlerden, annemin şiir gibi sesinden, yuvasından düşmüş yavru bir kuş gibi uzaklaşmam bu yüzden. Adım; geçmişim ve geleceğim. Gündüzüm ve gecem. Unutulmaya yüz tutmuş bir rüyadan arta kalan son birkaç sahne. Adım; bir mühür gibi ellerimde sıkıca tuttuğum. Üzerinde türlü türlü renkler, desenler, kokular…  Çölün, rüzgârın, güneşin, yağmurun, Aden’in izi vardı üstünde.

Beş yaşındaydım.  Sırtımda çöl güneşi, önümde sakin körfez, görünmez bir iplik gibi saçlarımın arasına giren rüzgâr, çıkınımda annemin koyduğu bir parça ekmek vardı. İncecik parmaklarımla tuttuğum değneğimle, akşama kadar babamla beraber koyunları, develeri güderdik.  Köyümüz uzaktan, sahranın ortasına kurulmuş yeşil bir boncuk gibi parlardı.  Sabırla örülmüş taş evleri, bir yılan gibi kıvrılıp giden yolları, baharla coşmuş dalları vardı. Koyunların, develerin peşinden koştururken, yorulup bir kıyıda eğleşirken ve düşlerken rengârenk çocukluk düşlerimi, bir Yusufçuk kuşu gibi narin kanatlarımı çırpardım.

Eşkıya sürüsü, ansızın bastıran bir fırtına gibi çöktü Aden’in üstüne. Sert bir rüzgâr, önüne kattığı her şeyi savurdu.  Altlarında kızgın atlarıyla şimşek gibi çaktılar üstümüze. Atlılardan biri babamı tekmesiyle savurmuştu. Babam acıyla yere yığıldı. Tam onu ellerinden tutup, “Hadi baba, ayağa kalk!” demeye kalmadan atından uzanan sert, nasırlı bir el beni havaya kaldırıp atın üzerine bir çuval gibi fırlatıverdi. Başım aşağı sarkmış, üzerinde olduğum atın ayaklarından başka bir şey göremiyordum; lakin sesler doluyordu kulağıma. Çocuk ağlamaları, anaların çığlıkları, kılıç sesleri, acıyla haykıranlar, at kişnemeleri, sağa-sola kaçışan koyunların melemeleri, bir musibete uğradıklarını sezmiş develerin feryada benzeyen bağırışları…  Bütün sesler birbirine karışmıştı. Babamın ünleyen sesi   benden gittikçe uzaklaştı.

            Babam adımı haykırmış mıydı? Adım son kez çöldeki kumlara yazılmış mıydı?  Gökte bir yusufçuk kuşu gibi uçup da adım neden kulaklarıma konmamıştı?

Bir eşkıya sürüsünün tam ortasında, ağır aksak yürüyen bir devenin sırtında aynı kaderi paylaşan birkaç çocuktuk. Çocukların en küçüğü bendim. Başımıza bir hâl gelmesin diye arada bir azıcık ekmekle su veriyorlardı.

Çöllerden şehirlere, şehirlerden çöllere vara vara yol aldık.  Eşkıya sürüsü, bir selin önüne çıkan ne var ne yok alıp götürmesi gibi, geçtiği şehirlerden, kasabalardan, köylerden ne bulursa çalıp çırpıyor; kervanın yükü günden güne artıyordu. Günlerdir kızgın Arabistan çöllerinden geçiyorduk. “Medine’ye vardık.” diye bir ses yükseldi.  Sanki cennetin kapısına gelmiştik de içeriden serin serin rüzgârlar esiyordu. Medine’nin o naif havası, içlerinden geçtiğim yemyeşil hurma bahçeleri, berrak gökyüzü, insana sükûnet nakşeden kokusu bana huzur veriyordu. Eşkıya dört bir yana dağılıp, hurma yüklü dalları birer kılıç darbesiyle yere indirdi. Bulunduğu her yeri kurutup öldüren habis bir ur gibi neye dokunsalar oranın canı gidiyordu. Medine’den çıkarken ardımda bir gül kokusu bırakıp da gitmiştim; sonra o gül tomurcuklandı içimde.  Şehir ardımdan el sallarken çölde tek başına kalmış bir yağmur tanesi gibi kuruyup kaldım.

Kara bir deftere yazdım her şeyi. Hiçbirini unutmadım. Unutmadım Şam pazarında köle diye satıldığımı. Pazarın orta yerinde kurulan yüksekçe bir alanda diğer kölelerin arasında nokta kadar kalmış kara, kuru, küçük kız çocuğunu unutmadım. Sahibim olacak kadının benim için yaptığı pazarlığı da.  Çocuksuz bir kadındı. Aldığı yetişkin kölelerin yanında beni de kendisine evlat olsun diye almıştı. Kadın “Esma olsun senin adın.” dedi. Adımla birlikte silindi her şey. Rüzgârın, çölün kumunu alıp götürmesi gibi ‘Esma’ alıp götürdü bütün geçmişimi. Beni alan kadına ne evlat olabildim ne de köle.  O da bir mal gibi nasıl aldıysa, öyle de sattı beni.

 İran’a giden bir köle kervanının arasında ben de vardım.  Tebriz’in türlü türlü kokulardan ve renklerden müteşekkil pazarında adsız bir köle olarak satıldığımda daha on altı yaşlarımdaydım. Bu kez beni İranlı bir halı tüccarı satın aldı.  Tüccarın; uzun parmaklarıma, avuç içlerime, bileklerimin inceliğine, ellerimin kıvraklığına bakıp “İşte bunlar tam da halı dokuyacak eller!” dediğini unutmadım.  Adımı soran eden olmadı. Bir halı tezgâhının başında, rengârenk iplerle bezenmiş bir çiçek bahçesin ortasında “Adın Yasemen olsun” dediler. Yine sustum, konuşmadım.  Adlar, yaşamın anahtarıydı. Kendi adımı yitirmiş biri olarak, halı tezgâhlarında, attığım her ilmekte, elime aldığım her ipte, her desende, her nakışta o kapalı kapıyı açacak anahtarı aradım.  Adımı işledim dokuduğum bütün halılara; onu bulunca yitirdiğim her şeyi bulacağımı bilmeden. 

Halı dokumadaki maharetim herkesi hayrete düşürüyordu. Oysa ben o rengârenk iplerin arasında kaybettiğim çocukluğumu arıyordum. Koca bir motifi resmetmek için desene bir göz atmam yetiyordu.  İşte şu gül, şu da bülbül. Bu rengârenk kanatlar heybetli bir tavus kuşunun. Bu da Mantıkuttayr’ın güzel kanatlı Simurg’u.  İçimden bir nehir geçiyor, nehrin üzerinde kanat çırpan Yusufçuk kuşu kulağıma fısıldıyordu. “Üç ilmek mavi, yedi ilmek kırmızı, beş ilmek yeşil olsun, sonra solgun bir sarı, sonbahar bahçesinden.”

Yeri yurdu olmayan her köle gibi hiçbir yerde kök salamazdım. Tebriz’de uzun süre kalamadım. Iraklı bir prens, yaptıracağı yeni sarayına dünyanın dört bir yanından usta halı dokuyucular ararmış. Sahibim Tebrizli halı tüccarı, iyi bir fiyata vazgeçti benden.

Bizi, Irak’ın Nâsiriye kentinde Fırat’a yüksekçe bir yerden bakan saraya yerleştirdiler.  Fırat; çılgın baharları geride bırakmış, durulup sakinlemiş, artık her şeye tevekkülle bakmayı öğrenmiş bir insan gibi sessizce yol alıyor, ona dokunan her şeye müthiş bir canlılık, güzellik katıyordu. Güneş, tüm ışıklarını Fırat’ın üstüne bırakıyordu doğarken. Işıl ışıldı akıp giden nehir. Parmaklarımın ucunda, nakşolmuş, renk olmuş, berrak bir su olmuştu. Bu berrak su, bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Çocukluğumda bir yerlerde uçsuz bucaksız masmavi bir su beni çepeçevre kuşatıyor, dalgaların sesi daha dün gibi kulaklarıma doluyor; her gece rüyalarımda beni kendine çağırıyordu.  Bana ait olmayan adlar garip bir göğüs ağrısı bırakıp da gitmişti.  Adını dahi hatırlamadığım bir yerlerde hayatımın ezgisini yarım bırakmış, gülsüz kalmış bülbül gibi oradan oraya çırpınarak uçuyor, konacak bir dal arıyordum. Oysa gül yoksa bülbül de yok, bulut yoksa yağmur da yoktu. Gece yoksa gündüz de yok, ayrılık yoksa kavuşmak hiç yoktu. Ben de başıma gelen her ayrılığı kavuşmaya yorup sabırla bekledim.

Prensin sarayında, dev halı tezgâhlarının önünde onlarca kişi, bir gülün, bir lalenin motifini, en güzel minyatürleri, ağaçları, zümrütleri, yakutları, suların hareketlerini, balıkları, ördekleri, bir kaplanın öfkeli bakışını, bir yılanın kıvrılışını, bir kelebeğin rengârenk kanatlarını, simsiyah bir atın şahlanışını olabildiğince güzel göstermek için canla başla çalışıyorduk. Ellerime güneşler doğuyor, güneşler batıyor, parmaklarım sızlayıncaya, davul gibi şişip tek bir ilmek atamaz hâle gelinceye dek hiç durmadan tezgâhın gergin ipleri arasında geziniyordum.

Parmaklarımın bir yusufçuk kuşunun kanatları gibi hızla açılıp kapandığını, desenleri, renkleri, dokuları bir bir hafızama kaydedip bir daha dönüp bakmayışımı, parmaklarımın ucuna doladığım bazen ipek, bazen yün; bazen ince, bazen kalın, bazen de altın-gümüş sırma iplerin bir su gibi akıp, sonra motif diye halının üzerine dokuyuşumu hayretle izlediler. Sonra yeni bir ad tutuşturdular elime. Senin adın “Ranîm” olsun dediler.

Bitmeye yazgılı her şey gibi sarayın halıları da dokunup bitmişti. Her bir ilmeğine ellerimi bıraktığım bu halılara kimler kıyıp da ayak basacak, kimler dokuduğum çiçeklerin kokusunu içine çekecek asla göremeyecektim.  Hangi yöne revan olacağımı bilmeden Fırat’ı ardımda öksüz bir çocuk gibi bırakıp köle pazarında beni çağıran kaderimi bekledim. 

 Kervanlarda, hepsi birbirine benzeyen bitimsiz çöllerde dolana dolana her yerin aynı olduğunu fark ediyor insan. Yollar hep aynı yöne çıkıyor. Doğunun batıdan, kuzeyin güneyden farkı yok. Gökte güneş ve ay, kıpır kıpır yıldızlar, yerde kuru toprak, deniz, nehir…  Çölleri geçerken gökten başımıza bir ateş topu düşüyor; gözlerimize dolan kum, bir adım dahi önümüzü görmemize engel oluyordu. Kervan, yol üzerindeki şehirlere uğruyor, şehre kervanın girmesiyle müthiş bir hareketlilik başlıyordu. Paha biçilmez halılar, insanın başını döndüren güzel kokular, baharatlar, sırma işlemeli örtüler, ipek kumaşlar, kaba dokumalar bir bir develerden indiriliyor, heyecanla yüklerin açılmasını bekleyen kalabalığın önünde mağrurca açılıyordu. Boşalan heybeler bu sefer hurmalarla dolduruluyordu. Kurulan pazarlarda pek çok köle satılmasına rağmen beni alan olmadı. Fazlasıyla zayıf ve çelimsizdim. Bileklerimin inceliğine, avurtlarımın çöküklüğüne, gözlerimin durgunluğuna bakıp vazgeçtiler hemen.

Konuşmalardan kervanın Yemen’e revan olduğunu duymuştum. Günler boyu çölde yol aldıktan sonra gözümü kör eden o boz bulanık sarının ardından birden tabiat canlanmaya başladı. Yemen bir renk cümbüşüyle çıktı karşımıza. Yeşeren ağaçlar, dallar, çalılar, gözlerimin önüne bir sükûnet perdesi indirmiş; satılacak köle değil de emirin kızı gibin nazlı nazlı salınıyor, dağa-taşa, uçan kuşa gülümsüyordum. Çöllerin insanın üstüne çöken alçak, tozlu göğüne inat berrak, masmavi gökyüzünde bulutları şekilden şekle sokuyor; bu çiçek, bu kelebek, işte bu da uzun gagasıyla leylek, diyordum.

Denize dökülen durgun bir nehrin kıyısında mola verdik. Gün nar gibi kızarmış, kuşlar göğü boşaltmıştı. Göğün kızıllığında olmadık hayallere daldım. Kendime gökte kıvrılıp giden uzun bir yol çizdim.  Güneşin hemen battığı yerde, o uzun yolun üzerinde tıpkı rüyalarımda olduğu gibi beni kendine çağıran küçük bir kız çocuğu gördüm. Belki de rüya, hayatın ta kendisiydi. Belki de bir gölge oyuncusu gibi perdenin ön yüzünde ıstırap çekiyor, asıl hakikat rüyaydı da biz daha bilmiyorduk. Böyle olmasını dileyip uykuya daldım.  

Aden Körfezi’nin önünde bir inci gibi parlayan Aden’e vardığımızda doğduğum, yaşadığım, kalbimi, çocukluğumu bıraktığım şehrin bu şehir olduğundan bihaber, içimde garip bir sevinç, ambarıma doldurduğum bütün hüzünleri geride bırakmıştım. Heyecanla denizi seyrediyordum.  Dalgaların köpüklenip eteklerime dökülüşü, denizin kokusu, ayaklarıma yapışan ıslak kum, sanki yazılmış da silinmiş puslu bir yazıyı gün yüzüne çıkarıyor; bu yazılar, kaybettiğim hazineleri bulmak için yan yana diziliyor, unutulmuş bir şiiri haykırmayı istiyordum.

Ben denize gülümserken uzaktan da bana gülümseyen küçük bir kız çocuğu fark ettim. İri kara gözlerini üzerime dikmiş, hareket dahi etmeden ne zamandır öylece bana bakıyordu.  Küçük bir kıza değil de sanki aynaya bakıyordum. Sanki kendimi görüyordum onun bakışlarında. Sanki rüyalarımda bana seslenen çocuğu buluyordum. Sanki kalbim ayaklanmış da küçük kızın kalbine dokunmuştu.

Bakışlarımdan cesaret alınca koşarak yanıma geldi. Yalnız çocuklara has o masumlukla birdenbire soruverdi:

“Adın ne senin?”

Esma, Yasemen, Ranîm… Hangisini söylesem bilemedim. Sustum ben de.

“Biliyorum, sen Sâre’sin.” dedi. “Tıpkı annemin anlattığı gibi. Seni burada bulacağımı rüyalarımdan öğrendim ben.”

Hayret! Küçük kızın söylediği ad nasıl da sarmıştı bedenimi.  “Sâre, Sâre” diye dudaklarımın ucunda her tekrar edişte   ateşe tutulmuş bir buz gibi usul usul eriyor, ısınıyordum.

Küçük kız, “Hadi gel benimle! dedi. Rüyasında masal perisini takip eden bir çocuk gibi sorgusuz sualsiz düştüm peşine. Önümde, hızlı adımlarla yürüyor, entarisindeki tomurcuklarda güller açıyor, bir çiçek bahçesinin içinde yolumu buluyordum.

Bir taş evin dış kapısının önünde durduk. Küçük kız, “Sen kal burada, ben hemen gelirim.” deyip içeri girdi.  Aralanan kapıdan türlü türlü çiçeklerle bezenmiş geniş bahçeyi görebiliyordum.   Hurma ağacının gölgesinde bekleyen incecik bir kadın, küçük kıza seslendi:

 “Saca, yine nerelere kayboldun?

Kadının üzerinde donuk bir durgunluk vardı. Bakıyor ya görmüyor, konuşuyor ya susuyordu sanki.  Usul usul kapıya yaklaştıkça silik detayları birdenbire canlanıyor; bu dudaklar, bu göz, bu dalgın bakışlardaki o ince sızı, alnındaki bir ömre bedel kırışıklıklar ne kadar da tanıdık geliyordu. Kendimi bir aynaya bakıyormuş gibi hissettim.

Kadın, kapının önüne çıktı. Beni görünce sertleşti bakışları. Gözleri küçük kızı Saja’yı aradı:

“Saja, yabancılarla konuşmayacaksın demedim mi sana?” 

Gittikçe uzayan, daralan, kıvrılan çöllerin bitimsiz kumlarında, uzayıp giden kervanların geride bıraktığı izlerde geçmişimi arayıp durdum. Bazen bir muştu bekler gibi koştum; bazen kanatlarım kırılıp düştüm. Sonra avucumda ne var ne yok derin bir kuyuya atıp üstüne kireç döktüm. Şimdi o derin kuyu neredeyse unutmaya yüz tuttuğum adımı bana fısıldıyor; şu karşımda gördüğüm mahzun çehrede bana kaybettiğim geçmişimin anahtarını sunuyordu. “Sâre” diyordu sessizce. Yalnız adımı değil, adımın üstüne kazınmış her şeyi birer birer gün yüzüne çıkarıyordu.

Küçük kız ellerimden tuttu:

“Anne bak sana Sâre’yi getirdim. Yıllarca, gözlerimin önüne çizdiğin resmi buldum işte. Bak, yanağındaki ben bile senin koyduğun yerde.”

Kadının yüzündeki sert çizgiler yumuşamıştı. Gözlerimin içine bakarak sordu:

“Sâre, hakikaten sen misin? “

Bütün kelimelerimi tüketmiştim. Sesler ince ince içime doluyor, kaybettiğim her şeyi yeniden buluyordum. “Bana ağyar gibi bakma anne!” demek istedim, diyemedim. Birdenbire kulağına eğilip yalnız ikimizin duyabileceği bir sesle tek bir kelime fısıldadım.

“Sitâre”

 Gözleri kara kara, kocaman açıldı annemin. Kollarıyla beni sımsıkı sardı. İkimiz de konuşamıyorduk. Ondan daha çok dehşete düşen ben değil miydim? Yıllar var ki gönlüme düşmemiş bu masal kahramanımı nasıl olup da bir çırpıda hatırlayıvermiştim?

Sitâre, ikimizin arasında saklı kalmış bir masaldı. Adını kaybetmiş çöl kızıydı Sitâre. Uzun yaz akşamlarında annem, çöllerde adını kaybetmiş Sitâre’nin masalını anlatırdı hep. Yalnız, masal her seferinde değişir, gelişir, mekanlar çeşitlenir; başka başlar, başka biterdi.  Sitâre’nin kâh çöllere düşerdi yolu, kâh eski bir gemide azgın dalgalarla boğuşurdu.  Yolları değişen Sitâre’nin bir tek adı değişmezdi.

“Adını kaybeden insan, kendini de kaybeder mi?” diye sorardım anneme. Annem, uzun uzun yıldızları seyreder, “Kaybeder elbet.” derdi. “İnsanın bütün kaderi kendi adında gizli.” Anlamazdım ya hiçbir şey. Yine de üzülürdüm Sitâre’ye.

Şimdi o üzüldüğüm Sitâre, bizi birbirimize kavuşturmuştu. Bir gölün kıyısında eğleşip su içen üç yusufçuk kuşu gibi, Saja, annem ve ben, sokulduk birbirimize.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Pınarhisar’dan Gelen Mektup / Şeref Akbaba
Saklı Mektuplar / 106 / Şiraze
Aforizmalar / Naz
Şehir ve Modern veya Eski Şehirlerin Yeni İşleri... / Necmettin Evci
Derin Çizgiler / Seher Özden Bozkurt
Tümünü Göster