Muzaffer Doğan İle Üstad Necip Fazıl Üzerine

“Üstad, hayatın her alanına yön vermenin sancılarını çekti.”

Üstadı tanıyan, konferanslarına katılan, yakınında bulunmuş olan Muzaffer Doğan, Necip Fazıl’ı anlattı. Üstadı insanlığa, Müslümanlara özellikle de gençlere verdiği mesajlar, gösterdiği ulvi hedefleriyle anlatan Doğan; Üstadı anlamak konusunda ülkemiz gençlerinin sınıfta kaldığını, Üstadı ve davasını anlamanın içinde bulunduğumuz çağı anlamak olduğunu ve Üstadı anlayanların çözüme bir adım daha yakın durduklarını ifade etti.

Necip Fazıl’in milletimizin düşünce, sanat ve ideoloji hayatındaki yerini belirleyebilmek için, üstadın dönemine gerek dünya gerek ülke şartlarına bir göz atmakta fayda var. Türk edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek’in yeri hakkında kısa bir değerlendirmeyle başlayabiliriz sohbetimize, sizce üstadın düşünce ve sanat dünyasında yeri ve önemi nedir? Büyük Doğu’nun hedefleri ve amaçları nelerdir, o dönemlerde nasıl izler bırakmıştır?

Osmanlı güneşinin batmak üzere olduğu bir hengâmede, 1904 senesinin 26 Mayıs’ında dünyaya gelir Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Üstad’ın kendi tasnifiyle, “yükseltici aşk” devresini “süründürücü satıhçılık” devresi takip etmiş, Tanzimat’la birlikte de, “çürütücü taklitçilik” devresi başlamış, Batı dünyası bir türlü deviremediği muazzam ağacı, içinden kurutmanın yolunu bulmuştur. Tam ruhi ve yarı maddi müstemlekeleşme çığırımızın açıldığı devir olan 19. yüzyılın başındayız. “Hürriyet”, “Müsavat (Eşitlik)”, “Uhuvvet (Kardeşlik)” naraları arasında, 2. Meşrutiyet ilan edilir. Ulu Hakan Abdülhamid Han tahttan indirilir.

İleride, bu devrelerin en doğru ve en sağlıklı muhasebesini yapacak olan 4-5 yaşındaki çocuk Necip Fazıl, henüz olup bitenlerin farkında değildir. Meşrutiyet, -gene Üstad’ın ifadesiyle- birtakım fikirsiz Makedonya kabadayılarının ruhuna gem takmış ve kör hamlelerini istismara yol bulmuş teşkilatlı Yahudilik, Masonluk ve Dönmeliğin eseridir. Yahudilik, Masonluk ve Dönmelik isimli üçayaklı sehpanın da, ipinde sallandırmak istediği tek hüviyet İslam’dır. Meşrutiyet, yapanlarca belki de şuursuz, fakat yaptıranlarca tam şuurlu olarak, doğrudan doğruya İslam ruh ve bütünlüğünü mahvetmek için girişilmiş bir harekettir. Arkasından Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı… Yıkılan, Kurtlar Sofrasında paylaşılan Devlet-i Aliye-yi Osmaniyye ve kurulan yeni devlet… Necip Fazıl, 20’li yaşlarının başındadır. Üstad’ın tasnifine göre “öldürücü küfür” devresi başlamıştır.

İdeolocya Örgüsü’nde şöyle der; “Son devirde İslam’ın bozuluşu, kendisinden evvelki devirlerin yekûn hattı oldu. Mustafa Reşit Paşa’dan çıkan çizginin, nerede biteceği hendesi bir bedahetti. Üstad hükmünü verir: Giden şey İslam, gelen şeyse hiçti. Bir şiirinde şöyle dile getirir bu durumu:

“Çekiyor tebeşirle yekûn hattını afet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet”

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek” diye yanar… “Ahşap Konak” isimli tiyatro eserinde de şöyle bir ifade vardır. “Soğutulmaz ateştik, eritilmez buz olduk!”

İlk tahsilinin arkasından, Felsefe tahsili için Paris’e giden (1924) Necip Fazıl, tahsilini tamamlamadan yurda döner. Paris’te başlayan bohem hayatına İstanbul’da da devam eder. İlk gençlik döneminde yazdığı şiirler “Örümcek Ağı(1925)”, adıyla kitaplaşmıştır. Onu “Kaldırımlar (1928)” takip eder. Tasavvufi bir hava tüten ilk şiirlerine ve bu şiirlerin sesine karşı herkeste büyük bir alaka… Öyle ki, Ahmet Haşim “-Çocuk, bu sesi nereden buldun?” diyerek alakasını gizleyemez. “Kaldırımlar şairi” olarak yere göğe sığdırılamaz. Yakup Kadri, İsmail Habib, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi, Peyami Safa onu öven, göklere çıkaran yazılar yazarlar. Yaşar Nabi (Nayır) “Bir mısraı, bir millete şeref verecek şair!” diye anar. İleride, Üstad bu tür övgülere “teneke madalyalar” diyecektir. Böylece 1934 senesine geliriz… Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanıştığı sene…

Şöyle diyecektir:
“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.”

Şöyle diyecektir;
“Tam otuz yıl, saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.”

Yunus Emre’nin tabiriyle, “ballar balını” bulmuştur…

II. Dünya Savaşı başlar. İsmet İnönü bir yıllık cumhurbaşkanıdır. Türkiye savaşa girmemiştir ama savaşın içindeymiş gibi büyük sıkıntılarla karşı karşıyadır. Tek parti diktatoryası, maneviyat ve mukaddesat namına ne varsa yerle bir etmiştir. Üstad Necip Fazıl, şöhretinin zirvesindedir “Çile” isimli şiiri ve “Bir Adam Yaratmak” isimli tiyatro eseri yayımlanmıştır. Babanzadelerden Neslihan Hanımefendiyle, Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin huzurunda evlenirler.(1942)

Sene 1943. Üstad 39 yaşındadır. Büyük Doğu Mecmuası haftalık olarak yayınlanmaya başlar. Efendi hazretleri aynı sene öbür âleme göç eder. İlk çocuğu Mehmed dünyaya gelir.

Bir zamanlar Necip Fazıl’ı göklere çıkaranlar, Üstad’a cephe açmışlardır. Şiirlerini ve şairliğini yok sayarlar. Artık “Sabık şair” (eski şair) diye anılmaktadır… Büyük Doğu’nun çıkardığı ses herkesi ürkütür. Üstad o yıllarda üniversitede hocalık yapmaktadır. Devrin maarif vekili Hasan Ali Yücel, Necip Fazıl’a “Hocalıkla Büyük Doğu’dan birini tercih etmesi gerektiği”ni bildiren bir yazı gönderir. Üstad da, “Elli kişilik sınıflardansa, bütün vatana hitap edici kürsüyü, Büyük Doğu’yu seçtiğini” bildiren bir yazıyla cevap verir. Kılıçlar çekilmiştir. Büyük Doğu’da, “Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez!” mealinde bir Hadis-i şerif neşredildiği için, mecmua Bakanlar Kurulu tarafından kapatılır. Üstadın Büyük Doğu mücadelesi böyle başlar. Üstad’ın doğduğu, yaşadığı ve eser vermeye başladığı dönemde yüzlerce şair, yazar ve fikir adamı vardır. Ama Üstad, her bakımdan eskilerin ifadesiyle “nev’i şahsına münhasır” bir insandır. Her şeyden önce büyük bir dava adamıdır. Davası uğrunda ölümü göze alan adamdır. Bu tavrıyla da, tam bir kahramandır.

“Garip geldik gideriz; rafa koy evi barkı!
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı…” diyen adamdır, O.

“Ver cüceye, onun olsunluk şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.” diyen adamdır, Üstad.

1940’lardan başlayarak, herkesin sustuğu, susturulduğu bir devirde “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyerek soylu bir isyan dalgasını başlatmıştır. Bu uğurda, “Divanelere muhtacız!” diye yazılar kaleme almakla kalmamış, bizzat inandığı ve uğrunda mücadele ettiği davanın “divanesi” olmuştur. Büyük Doğu mücadelesiyle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında İnkılâplarla inşa edilen bütün “ezber”leri alt üst etmiştir. Kemalist devrimlerle, değerlerimizin yerle bir edildiği karanlık bir dönemden bugünlere gelmemizde en fazla payı olan, en çok emeği geçen bir insandır Üstad Necip Fazıl. “Ciğerinden kalemine kan çekerek”, Allah ve Resulüne bağlı bir nesil yetiştirme mücadelesi vermiştir. Zalim Tek Parti yönetiminde, İslam’ın hayattan kovulup, bütün müesseseleriyle camiye hapsedildiği, halkın da, hikmetini kaçırdığı şekillere, incisiz istiridye kabukları gibi tutunmaya çalıştığı bir devirde, her türlü tehlikeyi göze alarak, İslam’ın tamamına talip olan “bütüncü” bir dava bayrağını açmıştır. “Türkün ve bütün insanlığın biricik kurtuluş formülü, elimizde küflü ve paslı kabuklarından başka bir şeyi kalmayan İslam’ın özüne nüfuz etmektir.” diyerek mücadeleye başlamış ve ömrünü İslam’ın özüne nüfuz edecek bir nesil yetiştirme mücadelesiyle tamamlamıştır.

Üstad, 50 yıl sürdürdüğü mücadelesinin esaslarını ve usullerini “İdeolocya Örgüsü” isimli muhteşem eserinde ortaya koymuştur. Bu eser okunmadıkça, Üstad bilinip anlaşılamaz. Fransız filozofu Alain diyor ki; “Eflatun üzerine yazılmış 100 tane kitap okumaktansa, Eflatun’u 100 defa okumak çok daha faydalıdır.”Ben de diyorum ki, Üstad’ı, davasını ve mücadelesini tanımak isteyenler, onun eserlerini, en başta da “İdeolocya Örgüsü”nü okusunlar.

50 yıllık mücadelesine, 100 ciltlik eser bütününe, ölümünün üzerinden geçen 28 yılda hakkında yazılan binlerce yazı ve elliye yakın kitaba rağmen, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in, gereği gibi anlaşıldığı söylenemez.

Necip Fazıl’da Bergson, Baudelaire, Valéry gibi Batılı düşünürlerin, sanatkârların etkileri zaman zaman gündeme geliyor. 1928 yılında henüz 24 yaşında iken Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı yayımlanan Necip Fazıl erken yaşta büyük bir şöhrete kavuşur. Bu erken şöhret Necip Fazıl’ın başta sanat olmak üzere bütün hayatına nasıl tesir etmiştir? Nasıl bir kavrayışa ve bakış açısına sahiptir Necip Fazıl?

Üstad hakkında yazıp-çizenlerin bir kısmında umumiyetle hasetlikten, kıskançlıktan, bir kısmında Üstad’ı bütünüyle okuyup anlayamamaktan, bir kısmında da yoluna ve davasına düşmanlıktan kaynaklanan bir şaşı bakışa rastlamaktayız. “Eğri cetvelden, doğru çizgi çıkmaz.” ölçüsünce, bizim tavrımız, böylelerinin Üstad hakkında yazıp-çizdiklerine itibar etmemek, dönüp bakmamaktır. Şu temel gerçeği ifade etmeliyiz; İnsan, etkilenen ve etkileyen bir varlıktır. Necip Fazıl’ın bir büyük şair olarak, Doğudan ve Batıdan birçok şairi, kendi kültür dünyamızdan da Yunus Emre’yi, Fuzuli’yi, Baki’yi, Nabi’yi, Şeyh Galib’i, Muallim Naci’yi severek okuduğunu biliyoruz. Fransız şairlerinden de ismini yukarıda sıraladığınız kimseleri, Fransa’da tahsil yaptığı dönemde ve sonrasında okumuştur. Bu yerli ve yabancı şairlerden etkilenmemesi düşünülemez. Bu durum fazla bir şey ifade etmez. Üstad’ın ortaya koyduğu şiirler, kendi kafa ve gönül verimi olup tamamen orijinal bir mahiyet arz etmektedir.

Üstad’ın Paris hayatı “Babıâli” isimli hatıratından okunabilir. Çile’deki “Serseri” şiirinin ve “Kaldırımlar”ın da o yıllarda yazıldığını hatırlatalım. O yıllarda, bir boşluk içindedir, bir arayış içindedir. Aradığını ancak 1934 yılında, Allah’ın bir lütfü olarak Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin eliyle bulacaktır. Büyük “oluş”lar, büyük “çile”lerin ardından gelir. Allahü Teâlâ büyük “çile”leri, büyük “oluş”ların sancısı kılmıştır.Üstad için böylece yeni bir dönem başlamıştır. 1931’de yazılan ve Çile’nin “Ukde” bölümünde yer alan “Şöhret” isimli şiirin ilk dörtlüğü şöyle;

“Bir baltada indirdin,
Ağacımdan dalımı,
Bana zehir yedirdin,
Elaleme balımı.”

20’li yaşlarında yazdığı şiirlerle, birden şöhretin zirvesine tırmanan Necip Fazıl, şöhretin tuzağına düşmemiş, Allah O’nu şöhretin tehlikelerinden korumuş, bir büyük dostunu vesile kılarak, O’na bir büyük “memuriyet” yüklemiştir. Bu memuriyet destanlık bir mücadeleyle sürmüş ve öylece tamamlanmıştır.

Necip Fazıl, şiirde hikâyede düşüncede toplumla ilişkiye, estetiğe ve insanın “ben” bilincinde olmaya çok önem veriyordu. Burada ilk bakışta sanki birbiriyle çelişiyor gibi görünen hem “ferdî” hem de “toplumla ilişkili” sanat anlayışını biraz açabilir misiniz, Necip Fazıl neyi kastediyordu? Hem ferdî hem de toplumla ilişkili sanat ve medeniyet anlayışından ne anlamalıyız?

Üstad Necip Fazıl, kuşatıcı bir sanat ve fikir adamıdır. Hayata “bütün”cü bir mantıkla yaklaşır. “Hep”çidir. Necip Fazıl, şiire başladığı yıllarda fertçi bir bakış açısına sahipti. Ferdin dertlerini, ızdıraplarını, çilelerini yansıtıyordu şiir ve hikâyelerinde. İslam davasını sahiplendikten sonra, şiirlerine, hikâyelerine, tiyatro eserlerine toplumun meseleleri de girdi. Destan, Muhasebe, Sakarya Türküsü, Aman şiirleri bunun ifadesidir.”Çile” isimli şiir kitabının bölüm başlıklarına bakalım: Allah, İnsan, Ölüm, Korku, Ukde, Daüssıla, Hafakan, Tecrit… Bu bölümlerde yer alan şiirler, insanı, doğrudan “fert” olarak insanı ve insanın iç meselelerini konu edinen şiirlerdir. “Çile”ye sonradan “Dava ve Cemiyet” diye bir bölüm eklenmiştir. Bu bölümdeki yüze yakın şiirde, toplum meseleleri dile getirilir. Üstad bir mülakatında şöyle der; “1936’ya kadar süren devre, benim “fildişi kule” çığırım sayılabilir. “Fildişi kule”sine çekilmiş, kapanmış, Çin mandarenleri gibi seyrek ve ender idrak soylularına hitap eden, içtimai dava ve halk planından uzak, benlik kayası sanatkârın bulutlar üstü hayatı… Fakat bu hayat, sonradan anladım ki, mağrur ve kısır, sırma kaftanlı cücelerin şarlatanlık cümbüşünden başka bir şey değildir ve en büyük sanatkârlık, en küçüğü gibi, cemiyet planındadır. Hem ferdi, hem de toplumla ilişkili sanat ve medeniyet anlayışını, Üstad en yetkin bir biçimde eserleriyle ve mücadelesiyle ortaya koymuştur. O, “sanat, sanat için mi, fert için mi?” tartışmalarının dışında kalmış ve şöyle demiştir; “Ben şiiri, her türlü hasis gayenin üstünde doğrudan doğruya kendi zat gayesine -sanat için sanat-, fakat kendi zat gayesinin sırrıyle de Allah’a ve Allah davasının topluluğuna -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim… Biz şiiri iman için bilmişiz; bu mihrak bilgiyi, her bilginin geçtiği binbir yol ağzı biliyoruz.” (“Çile”-Önsöz)

Son zamanlarda Necip Fazıl Kısakürek’in 25 Ekim 1967 tarihinde Büyük Doğu’da yayımlanmış olan “Dünyayı Yahudi Güdüyor” başlıklı yazısından alıntılar yaparak Taraf gazetesindeki köşesinden Necip Fazıl’a tepki gösteren Roni Margulies’in sözleri, Üstadın öğrencileri ve sevenlerini çok öfkelendirmişti. Nasıl bakmalıyız bu olaya? Roni Margulies’in sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz, Üstadın yazısını nasıl bir bakışla okumalıyız?

Türk tarihinde bilhassa Tanzimat’tan ve Meşrutiyet’ten sonra ve hele Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Yahudi”nin rolü çok mühimdir. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışında Yahudi’nin rolünü küçümseyemeyiz. Türk fikir hayatına “Yahudi” meselesi Üstad Necip Fazıl’la girmiş, entelektüel planda da ilk ve gerçek muhasebe zeminini Büyük Doğu sayfalarında bulmuştur. Üstad’ın “Tarih tezi”nin baş meselelerinden biri de Yahudi’nin İslam ve Türk tarihindeki “yıkıcı”, ”bozguncu”, ”fesatçı” rolünü muhasebe ve tespittir. Yahudilik, Dönmelik, Masonluk üzerine yazdığı yazılar ciltler tutar. Üstad’ın bu meseleye dikkat çekmesiyle birlikte, aydın çevrelerde Yahudi’nin rolü üstünde durulmaya ve düşünülmeye başlanmıştır.

Üstad’ın, “Dünyayı Yahudi Güdüyor” yazısı neredeyse 45 yıl önce yayınlanmış. Yazının yayınlandığı yıllarda doğmuş bir Yahudi yazarın, bu yazıdan hareketle, Üstad Necip Fazıl’a saldırmasını yadırgamıyorum.O, cibilliyetinin gereğini yapıyor. Onun gibi daha nice Yahudi, Dönme, Mason ve onların dümen suyunda giden kimselerin Üstad’a ve davasına diş bilemekte olduğunu tahmin etmek zor değildir. Taraf gazetesi yazarı Roni Margulies, Suret-i haktan görünerek, dişini gösteren bir virgüldür.

Zahirde, Üstad susalı 28 yıl olmuş. Öyleyse Üstad’a, 45 yıl önce yazdığı bir yazıdan dolayı bu saldırı da neyin nesi? İşi şöyle değerlendirmek lazım: Üstad bu âlemden çekildi ama davası yürüyor. Büyük sanatkârların, büyük mütefekkirlerin, büyük dava adamlarının doğum tarihi olur ama ölüm tarihi olmaz… Büyük adamlar, bıraktıkları eserlerle, sevenlerinin, takipçilerinin gönüllerinde yaşarlar. Üstad Necip Fazıl da, işte o soydan büyük adamlardandır. Maya tutması için bir ömür kan terlediği, uğrunda gözünü kırpmadan zindanlara girip-çıktığı davası, bu ülkede, bu topraklarda, bu coğrafyada, Büyük Doğu coğrafyasında yeniden hayata geçmenin, geçirilmenin; hayatın her alanına yön vermenin sancılarını çekiyor. Doğum yakındır.

Sözümüzü Üstad’a rahmet dileyerek bitirelim.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

128. SAYI / MAYIS 2011 / Ay Vakti
Necip Fazıl’ı Anlarken / Recep Garip
Sinemanın Ozanı ve “Yeni Dünya” / Hüseyin Özdemir
Bahar Ey! / Ay Vakti
Sana Bakmak / Mehmet Ragıp Karcı
Tümünü Göster