Savaşlara son veren barış anlaşmaları resmi anlatımlarda vurgulanan kısımlardır. Ters simetrisi Margaret MacMillan’ın kitabının başlığında da kullandığı “Barışa Son Veren Savaş” tamlaması da mantık açısından zorlayıcı değildir. Ancak David Fromkin’in tercihi zeka okşayan cinsten: A Peace to End All Peace. Epsilon Yayınevi’nden Mehmet Harmancı çevirisiyle ilk baskısı 2013 yılında yayınlanan Barışa Son Veren Barış. Yayıncının tercihi böyle olmuş ancak kitabın ana dilindeki başlıkta, tüm barışlara son veren barış kastı da önemli bir tarih okuma göstergesi.
Barışa Son Veren Barış, ana hatlarıyla 1914-1922 arasında şekillenmiş bugünkü Ortadoğu’yu politik ve idari perspektiften anlama çabasıdır. Ortadoğu kitapta bir coğrafi terim olarak kullanılmıştır. Kavramın son sınırları içinde kuzeyde Türkiye, doğuda Afganistan, batıda Mısır, güneyde Yemen bulunur.
Yazar 1914’te tetiğin çekilmesinin arka plan anlatısında gerek devlet gerek şahsi çoğunlukla “made in England” belgelerini kullanır. Anlatımın temelinde ilk kez, Özbekistan’da ele geçirilip yılanlı kuyuya atılarak ölümle cezalandırılan bir İngiliz ajanının raporlarında rastlanmış, şair ve romancı Rudyard Kipling’in eserinde kullanmasıyla da meşhur olmuş “Büyük Oyun” diye ifade edilen bir nevi savaş yer almaktadır. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başındaki olaylar Ortadoğu’da bu senaryonun farklı kısımlarından ibarettir.
Nedir bu senaryo? İngiltere sömürgelerinin Ruslara karşı savunulması. Daha açık ifadeyle İstanbul Boğazı’ndan Afganistan Dağları’na kadar köhne imparatorlukların veya yerel güçlerin desteklenerek Rusya’ya karşı tampon bölge işlevi görmesinin sağlamasıdır.
Özellikle 1837-1901 arasında 64 yıl hüküm sürmüş kraliçenin adına atfen söylenen Victoria Dönemi boyunca takip edilen bu oyun 1907’de Rusya ve İngiltere arasında imzalanan anlaşma sonucunda Asya için bitmiştir. Anlaşmaya göre Tibet bağımsız bölge olmuş, Rusya Afganistan’ı İngiltere kontrolüne bırakmış, İran da uzlaşılan sınırlar çerçevesinde Ruslara, İngilizlere ve Şah’a ait üç etki alanına bölünmüştür.
Anlaşmaya İngiltere’yi oturtan sebep, ancak 1871’de Demir Şansölye Bismarck’ı devre dışı bırakabilen Kayzer’in imparatorluğunun dünya ticaretinde ipleri ele almaya başlaması ve sanayisi sayesinde Rus tehdidini ikinci plana düşürmesidir.
Fromkin Rusya’yla anlaşılmasına rağmen bir sorunun İngiltere’nin belirlenen siyaseti etkin bir şekilde yürütememesine neden olduğuna dikkat çeker. O da Mısır’dan Hindistan’a kadarki geniş bölgede görevli saha elemanları ile anlaşmayı imzalayan Londra’daki liberal hükümetin entelektüel yaklaşım farkıdır. Victoria Dönemi’nden beri durmaksızın geleneksel düşman Rusya ve Fransa’ya karşı çalışan saha elemanları anlaşmanın tanımladığı yeni dost-düşman politikasını benimseyememiştir.
Nitekim Harbi Umumi’den sonra Ortadoğu’ya yönelik Rusya ve Fransa etkisinin kırılması ve nüfuzlarının zayıflatılmasına yönelik bugüne şekil veren politikaların Londra’nın bu saha elemanları tarafından çizildiği ve yönetildiği savı kitabın kurgusunun ana sütunlarındandır.
Özetle Ortadoğu için 19. yüzyıl bir İngiliz-Rus, 20. yüzyılın ilk çeyreği ise İngiliz hükümetiyle memurlarının bir politika güreşidir. İlk sorunun nasıl çözümlendiğini söyledik. İkinci sorun yani İngiltere’nin iç sorunu ise Churchill’in tavsiyesiyle 1914’de Savaş Bakanlığı’na Mısır Valisi, Mareşel Henry Kitchener’in atanmasıyla rahatlatılmıştır. Böylece saha elemanlarının başı hükümette yer almış olay memurlar lehine ilerlemiştir. Sonuçta mutabakattan ziyade bir tercihle sürtüşmeye son verildiği yorumu yapılabilir. Ancak bu sefer de Hindistan’daki İngiliz Hükümeti yani yine bir saha elemanları kadrosuyla Mısır kadrosu arasındaki sürtüşmelere, anlaşmazlıklara dikkat çekilir. Ancak Mısır kadrosu Kitchener’in karizmasıyla ağırlığını vazgeçilmez bir biçimde politikaya çoktan koymuştur.
Bu hikaye günümüze bir referans verme olasılığını akla getiriyor. Kim bilir günümüzün düveli muazzaması arasında varlığını sürdüren İngiltere’nin Türkiye büyükelçisini yenice istihbarat servisinin başına getirmesi belki bu durumla benzer kaygılar taşımaktadır. Aynı şey Fransa ve ABD içinde geçerli olabilir.
Peki iddia edildiği gibi ortada Rusya ve İngiltere’den ibaret yalnızca iki etkin güç mü vardı? Tüm olaylar, hakimiyetini göstermek isteyen toslaşan iki keçi hikayesinden mi ibaretti? Mesela Almanları, Habsburgları geçelim toprağın üstünde canlı bulunan Osmanlı Devleti acaba tezin temasına uygun vaziyette 19. yüzyılda bu derece edilgen miydi?
Şüphesiz 1989’da Fromkin’in bütün yeni belgeler ve araştırmalar ışığında bütüncül bir manzara koymak için kaleme aldığını söylediği bu eserin altından otuz yılda çok sular aktı. Örneğin Mabeyn başkatibi Süreyya Paşa’nın vefatı sonrası Tahsin Paşa’yla birlikte mabeynin en aktif adamı Arap İzzet Paşa’nın hatıratı değil çok daha önemli günlükleri daha geçen yıl yayınlandı. Bu bakımdan yaklaşımı ihtiyatlı karşılamakta fayda var. Çözüm, kitabı başka Francois Georgeon’un II. Abdülhamid biyografisi, Hasan Kayalı’nın Jön Türkler ve Araplar gibi bütüncül eserlerle birlikte okumak olabilir.
Yazarın ‘Büyük Oyun’ süresince Türkiye’yi anlattığı satırlar ise oryantalizmin en aşırı örneklerindendir. Türkler savaşmayı öğrenmiş ama yönetmeyi öğrenememiş bir millettir. Tüm idareciler hayalperesttir. Politikacılar halüsinasyonik davranışlar sergiler. 13. yüzyılda göçebelerin kurduğu bu devlet yirminci yüzyılda dahi şehirleşmeyi becerememiştir. Başkent İstanbul yağmurda bataklık, güneşte tozlu ve hep pis kokan bir şehirdir.
Böyle bir mekân içinde iktidara Jön Türkler gelmiştir. Düzelmesi gereken sorunlar için ilk gerekli şey koruyucu, sağlam bir müttefiktir.
İngiltere’de o sırada başbakan değil bahriye nazırı olmasına rağmen Winston Churchill tüm hikâyenin çevresinde kurgulanan kişi olarak gözükür kitapta. Onun başrolünde sipariş edilen ama el konan iki gemi üzerinden Osmanlı Hükümeti’nin Almanlarla müttefik olma süreci anlatılır.
Savaşın Avrupa’da başlayıp Osmanlılar’ın henüz dahil olmadığı 100 günlük süreçte Said Halim Paşa’nın sadrazamlığındaki hükümetin kapitülasyonlar, şantajlar, ordu gelişimi gibi konulardaki başarılıları aynı zamanda İttihad ve Terakki Cemiyeti’ndeki iç hiziplere dair verilen bilgiler hayli önemlidir.
Ancak savaşın başında gerek Enver gerek Cemal Paşa’nın yürüttükleri Sarıkamış ve Süveyş Harekatları’nın dönemin hem Alman ve Prusya hem İngiliz subay kadrolarınca nasıl alaya alındığı günlüklerden, hatıratlardan alıntılarla aktarılır. Gerçekten döneme yoğunlaşmış bir okuma içinden çıktıktan sonra yukarıda bahsi geçen Osmanlı idarecileri için yazarın hayalperest politikacılar genellemesini yapması mazur görülebilir bir davranıştır. Harekatların anlatıldığı satırlar Fromkin’in şartlanmış tutumu hesaptan düşüldüğünde dahi bu kanıyı kolaylıkla vermektedir.
Kitabın okuyucuya kazandırdığı bilgilerden biri de İngiliz Bürokrasisi’nin nasıl işlediğine dair verdiği ipuçlarıdır. Yazışmaları takip ederken aşinalık kesbettiğinizi fark ediyorsunuz. Siyaset bilimi için kitabın bu yönünü de önemli bir kazanım olarak değerlendirmek mümkündür.
Bir diğer değinmeye değer nokta ise görev tanımları katı bir şekilde belirlenmiş İngiliz bürokrasisinde dahî şahsî karizmanın bürokratik hiyerarşiyi alt üst edebildiği gerçeği. Savaş Bakanı’nın şahsında gerek cepheye dair stratejilerin belirlenmesi gerek politik ilişkilerin şekillendirilmesi kısımlarında bu durum haylice dikkat çekmektedir.
Fromkin’in kronolojik bir tarih öğretisi içinde, aşina olunmuş vakalara dair geniş anlatısı da yeni bir perspektif çizmesi bakımından okuyucular için kazanç sayılabilir. Örneğin, Çanakkale Savaşı’nın nedeni olarak Sarıkamış’ta yok olan ordunun toplanma sürecinde Rusya’nın müttefiklerinden yardım talebini söylemektedir. Enver Paşa’nın resmi yazışmalara girmiş uyarılara rağmen kötü kararı sonucunda toplanan ordunun soğuk ve Ruslar tarafından kırılmasına rağmen Rus diplomatlarının tehlikenin geçtiğini, acil yardıma gerek kalmadığını İngilizlere bildirmemesi sonucunda ilk çağrıya binaen başta deniz kuvvetlerinin sonra da belirli tümenlerin Çanakkale için hazırlığa devam edip gelmesiyle savaşın başladığını yazmaktadır. Bu bakış bize bazı İttihad Terakki severlerin “Sarıkamış’ta ölmeseydik Çanakkale’de dirilmezdik” gibi özrü kabahatinden büyük lakırdılarının arkasında yatan sebebi de anlama imkanı tanımaktadır.
Bir başka örnek olarak da Kut’ül Amare ve Çanakkale kayıplarından sonra Çar’ın devrilmesiyle birlikte Fransa ve İngiltere’de gerçekleşen hükümet değişikliklerini aktarması zikredilebilir. İngiltere’de Herbert Asquith’in yerine maliye bakanı Lloyd George’un kurduğu hükümetin bileşenlerinde yer alan isimlerin entelektüel ve siyasi yapısı hakkında açıklayıcı bilgiler mevcuttur. Aynı şekilde Paul Painleve’in yerine Fransa’da başbakanlığa gelen George Clemenceau’nun hikayesi etkileyici ve öğrenilmesinde yarar olan bölümlerdir.
Kitabın içeriğine dair belirtilmesi gereken en önemli noktanın Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrı bir süreç gibi ele alınan Milli Mücadele anlatımının tersine iki durumun birbirini takip eden olaylar şeklinde ele alınması olduğu söylenebilir. Hatta Fromkin ateşkes sonrasında İngiliz işgali altında bulunan Suriye, Mısır, Irak, Afganistan, İran’daki itilaf kuvvetlerine karşı isyanların arkasındakilerle Türkiye’deki mücadelenin arkasındakilerin bir olduğunun, vakaların aynı elden çıktığının İngiliz askerleri ve politikacıları arasında dillendirildiğini de kaydetmiştir.
Vel hasılı kelam el altında bulunması elzem bir kaynak eserle yüz yüzeyiz.