Sonbahar Gibi

“Uykumun en güzel yanını inciten,
Rüyalarımın, uyanma isteğimin ağrılı sancısını,
Mahmuzlarıyla koşmaya sevk eden,
Toprağa, dala tutunmaya çalışan yaprakları,
Ve ağaçları, bir mezar taşına benzeyen
Apartmanların duvarlarını kırbaçlayan rüzgâr!
Ölümün, bir sonun habercisi,
Sonbaharın ayak sesleri.”

Zaman, köhne bir yük katarı gibi ömrümüzün ayakuçlarını çiğneyerek geçiyorken dersi kırmış bir çocuk muzırlığı ile vagondan atlayıpiçinde yaşanan hayatları izlemişliğim olmuştur.

            Tarih: Yirmi iki Ağustos, günlerden cumartesiydi. En fazla üç saat önce uyumuştum, yastığa kolumu atmamdan belliydi. Sabahın erken saatlerinde, uykumun en naif, en kırılgan yerinde, rüzgârın kırbaç darbeleriyle inleyen duvarların ve pencerenin çığlığıyla uyandım yeni güne. Kalbim bu acıyla sıkışırkenayağını sürüyerek giden yaza henüz doyamadığımı fark ettim. Sanki küçüklüğüm elini sobada yakmıştı ya da ben öyle zannettim. Yaşanmamış bir aşka gebe olan bu günün sancısını yüreğimde hissettim. Fikirlerin sağ veya ölü doğması ayrı ayrı korkuttu beni. Bu “son” baharda yapayalnız, yapraklarımı dökerek çırılçıplak kalmaktan; ruhumu, gülüşümü, kenarları sararmış umudumu kaybetmekten korktum bir anda. Aslında düşününce, iki fikir de aynı yola çıkıyordu sahiden.

            Bu dünya, bu yapraklar, bu otlar ve bu evler… Bu deveran içinde çalkalanırken çaresizce izledim. Yâr beni derinden çağırıyordu.  Rüzgâr, bu rutin hayatın kenarından itmeye çalışıyordu beni.Şairin de dediği gibi, muhteşem bir belanın içine düşmek üzereydim.

Katardan atladığımı; çay bardaklarındaki kaşık seslerinin, aile içi kahkahaların, peynir ve yumurta kokusunun bana ulaşmadan buharlaştığını hissettiğimde anladım. Kalbim çarptı derinden.Soluk soluğa yenidenkatara atladım ve koştum mutfağa. Bir masanın etrafında keyifle kahvaltı yapan sevdiğim insanların huzuruna daldım. Kulağımıza inceden “sabah haberleri” geliyordu. Bazen herkes aynı anda konuşuyor vebu sıcacık sesler birbirine karışıyordu.

            Sol yanıma oturdu.

            İki de bir de çayımdan yudum alıp, sonsuz bir güzelliğe, asil ve derinden dinleyişine bakarken buldum kendimi. Aradığımı bulmaktan korkarkenminik, yumuşacık elleriyle gözleri gözlerime değdi. Anne eli gibiydi. İçimden yusufçuklar havalandı, kondu gülüşümün en derin yerine. İçim yanıyordu, kanıyordu her yerim. Mecalsiz kalıyordum. Bir yandan da bütün dünyayı koşarak gezecek kadar güçleniyordum. Bu nasıl bir çelişki, bu nasıl bir muamma? Sonbahar gibi…

                                                                       *****

            Sonra nasıl oldu bilmem. Bir ormanın içinde, kavak ağaçlarının neşesine hamak kurmuş göğe bakarken bulduk kendimizi. Nefesimizi hissedecek kadar yakınken, ağaçların parmakları arasından güneş yağıyordu damla damla yüzümüze. Saadet miydi gözlerimizi kör eden yoksa güneş miydi? Nasıl olur da içim böyle yanarken ellerim buz gibiydi? Bir şiir döküldü dilimden, anasının elinden ayrılıp kaçan bir çocuk gibi. Korkak, cüretkâr. Şiir yarım kalmıştı devamını o getirdi.

            Aniden doğruldu uzandığı yerden, katara atladı ve beni de o hengâmenin içine alarak dedi ki:

“Kafam çok karışık, olanlar çok tuhaf!”

Bunu derken yüzünde şüpheler uyanıyor, inanamıyor; bir yandan sitem edercesine olanları kabulleniyor, bir yandan da itimadın hazzını yaşamak ister gibiydi. Bütün çelişkili duygular yüzüne düşmüş, kırılmış, dağılmıştı.

Ne istediği, ne hissettiği çelişkili ve muammaydı.

Aynı sonbahar gibi.

Tuhaf olanın ne olduğunu sorunca, kafamın onunki gibi karışık olup olmadığını sordu. Elimi uzattım, “ Gel benimle!” dedim. Ömrümüzün önünden geçen o katara atladık yeniden. Yeniden zamandan münezzeh birer çocuktuk şimdi. Gönlümün kıyısından bir yer beğendim ve oturttum onu. Karşısındaydım dimdik! Artık ben sustum. İçim bir denizdi, dilim kıyı… İçimde ne varsa vurdu dilime. Ben sustum, o konuştu:

“Aklım hiç de karışık değil, o kadar berrak ki… Sessizce, hiç konuşmadan otururken çıt sesini duydum çünkü! Ruhum bir kilide benzer benim ve sen de bir anahtarsın. Nasıl anahtarın üzerindeki girinti ve çıkıntılar sadece kendine uygun kilidin boşluklarını doldurursa sen de ruhumun bütün boşluklarını doldurdun. Kelimeler savrulurken ağzımdan, istemeden kıracak diye öyle korkuyorum ki seni… Bütün şiirler sana yazılmış gibi. Sıradan kelimelerle anlatamam, bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğine dönüşür, senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin tarifi. Aşk bir görme bozukluğu hâlidir. Bu aşk değil! Otuz küsur yıl dünyanın sırtında yuvarlanırken; eksildiğin, kaybettiğin bir parçayı bulmak gibi. Hem ruha, hem akla uygun bir bulma eylemi.”

Bu tek taraflı anlatım belki bir saat sürdü belki de daha fazla. İçim kim bilir daha neler döktü, ne şiirler okudu hatırlamıyorum şimdi. Ben konuştukça yüzündeki keder silindi. Koşup sarılmak istiyorduk ikimiz de. Parmak uçlarımla ellerine dokunmak istiyordum. Ama bu sihir, bu büyü bozulur diye, gözlerimizle kavuştuk birbirimize.

*****

Derken…
Ansızın ayrılık vakti geldi, sonbahar gibi…
Ayrı şehirlerde yaşamanın verdiği çaresizliğe kahrettim. Yüzümde bir belirtisi yoktu içimde çıkan fırtınanın. Bir serçenin hızlıca dala konması gibi bir damla konuverdi sağ gözüme.
Allah’ım!
Bu ne muamma bu ne çelişki?
Bir yanda dilimde şükür, biryanda ayrılığa savurduğum kahır!
Bir yanda saadet ülkesini keşfetmenin sevinci, bir yanda ayrılığın kirli saçlı kederi!
Bir annenin evci iznine çıkmış yatılı bir genci,tekrar gideceğini bilmenin verdiği hüzün ve kavuşmanın verdiği huzurla kucaklaması gibi.
Sevmek… Çok sevmek…
Saadet ülkesi sakinlerinin yağan yağmura ağlaması gibi.
Sevmek…Çok sevmek… Sonbahar gibi…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Günlükler / Şeref Akbaba
Saklı Mektuplar / 105 / Şirâze
Aforizmalar / Naz
Afrika’nın Yapayalnız Lalesi / Muhammed Emin Kaplan
Uçurumda Bir Gömü / Ezgi Elçin OYNAK
Tümünü Göster