Ne kadar zaman önceydi bilmiyorum. Belki evvel zaman, belki de daha öncesi.
Kelimelerin saf ve temiz, cümlelerin gösterişsiz, beyaz sayfalara mürekkep kokularının, boş kâğıtlarakalem gölgelerinindüştüğü ne güzel günlerdi.
Dışarıda kar usul usul yağarken, içeride soba hararetle yanardı.
Sobanın üzerinde kaynayan güğümden yayılan buhar, gidecek yer bulamayınca camlara yapışır kalırdı. Aydınlık, kısa perdelerin çevrelediği pencereden,hüzmehüzme yayılırdı odaya.
Asiye Nine, yine aynı saatte, elinde o tanıdık poşetle belirirdi kapının önünde. “Bismillah” diyerek ufalardı kedilerin önüne, dünden arta kalanları. Yüzüne vuran soğuğa aldırış etmeden, tek tek başını okşardı kedilerin. Evine girdiğinde, çay koyardı hemen ocağa. Yağlı boya ile hatıraların kokusunun birbirine karıştığı odasına girer, konsolun üzerini süsleyen siyah beyaz fotoğraflara bakar, derin derin iç geçirirdi.
Asiye Nine hatıralarıyla ısınırken, başka bir evde, başka bir odanın kapısı açılırdı.
Anne gelirdi mutfaktan. Annenin gelişiyle birlikte, kavrulmuş soğan kokusu dolardı odaya. Anne, getirdiği birkaç dilim ekmeği Sobanın üzerindeki saca çabucak iliştiriverirdi. Sıcacık ekmek, tereyağıyla buluşurken gelirdi babaanne. Beyaz yemenisi, çiçekli fistanı, gülümseyen yüzü, bordo renkli küçük el çantası bir de baharı getirirdi yanında.Babaanne, bordo çantasıyla geldiğinde muhakkak bir hikâye, rengârenk bir masal da getirirdi yanında.
Geniş ve açık alnına dökülen birkaç tel saçı, sonra küçük birer düğmeyi andıran gözleri, ince yüzüyle Ömer Seyfettin gülümserdi çantadan. Sonra sarı saçları, gök mavisi gözleri, hüzünlü bakışlarıyla çocukların hafızalarına kazınan Hasanla göz göze gelirdi çocuklar. Kahverengi yağız bir at, bir çift uzun çizme, tabure üzerine iliştirilmiş bir kaşağı. Hemen yanında bembeyaz yatakta yatan, soluk benizli bir çocuk.Ürkek ürkek bakardı etrafına.
Kar lapa lapa yağmaya, soba hararetle yanmaya devam ederdi. Sıcağın ve hikâyenin etkisiyle yanakları al al olan çocuklar, tatlı tatlı esner, mahmur mahmur bakan gözlerini ovuştururlardı. Babaannesinin dizine başını yaslayan küçük kızın yüzünde “Kaşağı”’yı kıran kendisiymiş gibi bir hüzün belirirdi. Dudaklarını iyice büzer, babaannesine daha da sokulurdu.
Evin kapısı çalınırdı. Kaşkolü ve beresi arasında sadece çakmak çakmak yanan gözleri görülen çocuk kartopu oynamak için çağırırdı arkadaşını. Babaannesinin dizinden kalkan kız, kaşağıyı kıran Hasan’ın hayalini hızlıca kovuştururdu gözlerinin önünden. Alelacele giyinirken seslenirdi çocuğa:
-Ben gelmeden başlamayın!
Gün biterdi, bugün düne karışırdı yine.Asiye Nine takvimden bir yaprak daha koparırdı özenle. Kedilerin akşam yemeğini bırakırdı, kapının önüne. Kartopu oynayan çocukların sevinç çığlıkları, baharı çağrıştırırdı.
Soba yine hararetle yanardı. Bütün evi ısıtmazdı belki, ama aileyi bir arada tutardı.
Güğümdeki su sessizsessiz kaynardı.
Anne, akşam yemeğini hazırlardı. Dilinde tanıdık bir türküyle.
Babaanne bir yün çilesi takardı,çocuğun incecik bileklerine.
Akşam ezanıyla evlerine girerdi çocuklar, bahçelerdeki kardan adamlar sabahı beklerdi heyecanla.
Akşam çökerdi şehrin üzerine…Karanlık çökmezdi yüreklere.
Elektrik kesilirdi bazen. Gündüzden hazırlanan gaz lambasının fitili ateşlenirdi hemen.
Titrek, solgun, sarı ışık dolaşırdı, çocukların gülümseyen yüzlerinde.
Babaanne eskilerden, çok eskilerden bir kıssa anlatırdı. Gökyüzünün mavi, denizin mavi, umudun mavi olduğu günlerden kalma.
Çocuklar pembe uykulara dalardı huzurla.
Cep telefonları, tabletler, bilgisayar oyunlarının gölgesinden çok uzaklarda.
Hayat ne güzel akıp giderdi. Sakin ve telaşsız.
İnsanlar ne güzel yaşayıp giderdi. Hırstan uzak, kendi halinde…