Su gibi berrak bir gecede, hiç tanımadığım bu şehrin dar sokaklarında ne aradığımı bilmeden yürüyordum. Otele varıp, küf kokulu odamda uykuya dalmaya çalışmaktansa ışıl ışıl yıldızların altında avâre avâre dolaşmak işime geliyordu.İki insanın yan yana zor geçeceği daracık bir toprak yola girdim. Karşılıklı uzanan evler birbirine öylesine yakındı ki, biri pencereden elini çıkaracak olsa karşıdaki uzanıp tutacak gibiydi.
Nedense kendimi kör bir labirentin ortasına düşmüş gibi hissettim. Yan yana dizili ahşap evler, dar sokaklar, taş yollar, evlerin bahçesinden fışkıran hanımelleri, akasyalar, ne çok birbirine benziyordu.Gitgide daralan yol, sola doğru kavislendi. Köşeyi dönünce sokak lambasının loş ışığında oturan yaşlı bir kadın gördüm. Kadın, önündeki eski, ahşap çıkrığı bir ayağıyla çeviriyor; eğirdiği yünü de hemen oracıkta örüyordu. Gözlerini işine dikmiş, beni görmemişti bile.
Gecenin bu saati, kadının burada neden bu işi yaptığına şaşmadım; ancak onun hakkında bir sürü acınası senaryo uydurmaktan da geri kalmadım. Muhtemelen oğlu ya da kızı ölmüş, onlardan kalan sabi sübyanı doyurmak, okutmak için sabahlara kadar yün eğirip örgü örmesi gerekiyordu. Yüzü derin çizgilerle dopdolu bu kadına müthiş bir acıma duydum. Konuşmak, dertleşmek kadının içini serinletir umuduyla seslendim.
“Kolay gelsin ana!”
Kadından ses çıkmadı. Duymadığına verdim.
“Gecenin bu saatinde ne yaparsın böyle? Sahip çıkanın yok mu senin?”
Yine konuşmadı. Gözleriyle ta gözlerimin içine bakınca korkuyla karışık bir ürperme duydum. Sonra da güldüm kendi hâlime. “Hıh!” dedim. “Ne oluyor bana böyle? Bir kocakarıdan korkar oldum.”
Kadın,sanki içimdeki sesi duymuş, gözlerindeki anlamsızlık gitmiş; yerine biraz öfke, biraz alay, biraz hırs gelmişti. Hiç konuşmadan gözleriyle yeri işaret edip “Otur.” dedi. Bunu nedense bir emir telakki edip hemencecik kadının yanına çöküverdim.Kadın, hâlâ konuşmuyordu. Gözlerimi kadının örgüsüne diktim. Ördüğü şey ne kazak ne hırka ne çorap…Yok, bunların hiçbiri değildi. Örgüsü, dizlerinden ayaklarına, oradan ta yerlere dökülmüş, âdeta su gibi akıyordu. Gözlerim loş ışığa alışıp örgüsünü ayan beyan görünce dehşete kapıldım. Kadın örmüyordu da sanki hayatı resmediyordu. İnsanlar, evler, yollar, oynayan çocuklar, büyük binalar, kavgalar, düğünler, ölümler…Ömür, usul usul akıyordu kadının ellerinde.
Muhabbet ederiz hevesiyle kadınla konuşmaya başladım. Büyük şehrin stresinden nasıl kaçtığımı anlattım.Doktorum, kalbimi çok yorduğumu söylemişti. “Ara sıra bırak işi gücü, gez dolaş.” demişti. “İyi ki gelmişim.” dedim. Bu küçük, yemyeşil şehri, insanlarını, her köşe başındaki tarihî camilerini, türbelerini, medreselerini, ahşap evlerini; ortasından kıvrılıp giden nehrini, şehri çepeçevre saran dağlarını, havasını, suyunu pek sevdiğimi söyledim. Kulaklarının duyup duymadığını dahi bilmediğim bu kadına o kadar şey anlattıktan sonra yaptığıma hayret edipbirden susuverdim. Kadın, hiç yokmuşum gibi örmeye devam etti. Sonra ayağıyla çıkrığı çevirmeyi bırakıp, örgüsünü dizlerinin üzerine bıraktı. Gözleri dehşetle açıldı. Gözbebekleri kocaman ve sertti. Suratıma sert bir tokat yemiş gibi yanaklarım yandı. Yerimden yay gibi fırladım. Öfkelenmiştim.
“Aman be!” dedim. “Gecenin bu saati oturmuşum kafası çatlak bir kocakarıyla konuşuyorum.” Bunları da iyice duysun diye yüzüne doğru eğilip bağıra bağıra söyledim.
Azıcık ilerlediğimde biraz sakinleşmiştim. Yaşlı bir kadına karşı fazla ileri gitmenin mahcubiyetiyle,‘Allah’a ısmarladık’ der, gönlünü alırım umuduyla başımı geri çevirdim.
Arkamı döndüğümde yaşlı kadın gözlerimin içine gülerek bakıyor, bir yandan da yerlere taşan örgüsünü hızlı hızlı söküyordu. Söktüğü iplerden kucağındakoca bir dağ oluştu. Kendimi o dağın altında kalmış gibi hissettim. Hayret, korku,şaşkınlık arası bir duyguyla uzaklaştım oradan. Tam köşeyi dönecekken merakım galip geldi. Tekrar döndüm. Bu kez az önce kadının oturduğu sokak lambasının altı bomboştu. Yalnız karabir kedi, parlayan cam gibi gözleriyle uzaktan beni seyrediyordu.
Elim ayağım boşalmış, bütün vücudum zangır zangır titriyordu. Hemen otele döndüm. Lobideki genç, beni görünce telaşla ayağa kalktı.
“Abi, iyi misin? Betin benzin atmış.”
Cevap bile vermeden odama çıktım. Sabaha kadar, kocakarıyla yaşadıklarımı, önce örüp sonra söktüğü yünleri, ansızın kayboluşunu, yüzüme sinsice bakan kara kediyi düşünmekten uyuyamadım. Sabah aceleyle bavulumu hazırlayıp şehri terk etmek istedim. Lobiye inip çıkacağımı söyledim.
Akşamki delikanlı yoktu. Onun yerinde kısa boylu, zayıf, esmerce, genç bir kadın vardı. Nazikçe adımı sordu.
“Mehmet Alp Kalaycı” dedim.
Genç kadın, önündeki defterin sayfalarını defalarca çevirdikten sonra:
“Beyefendi, bir yanlışlık olmasın. Burada ‘Mehmet Alp Kalaycı’ diye biri kayıtlı değil.
Kadına sinirlendim. “Nasıl olur? Dün sabah giriş yaptım. Hemen aradünkü arkadaşını.”
Kadının kulağına tuttuğu telefondan gelen sesi ben de duyabiliyordum. “Hayır!” diyordu.“O isimle giriş yapan bir müşterimiz yok.”
Bir an önce bu tuhaf yerden gitmek için otel ücretini ödeyip arabama atladım.
Eşimi arayıp döneceğimi haber vereyim dedim, eşim telefonu açmadı. Oğlanı aradım, o da açmadı. Şirketi arayıp haftaya ertelediğimiz toplantıyı bugüne almalarını söyleyecektim, onlar da açmadı. Sonra telefon rehberimi açıp rastgele karşıma çıkan herkesi aramaya başladım; sonuç yine değişmedi. Kendimden, hayatımdan, eşimden, çocuğumdan, işimden şüphe etmeye, kendi varlığımı dahi sorgulama başladım.
Yaşadığım şehre girdiğimde arabayı bildiğim yollara sürmüştüm ancak buralar bildiğim yollar değildi. Şu köşede büyük bir market olmalıydı ama yoktu yerinde. Hemen yanında mobilyacı, onun karşısında ünlü bir restoran vardı. Hiçbir şey olması gereken yerde değildi. Market olması gereken yerde benzin istasyonu, restoran olması gereken yerde sıhhi tesisatçı vardı.
Arabayı korkuyla evimin bulunduğu sokağa sürdüm. Etrafı taş duvarlarla çevrili, bahçeli bir evdi. Ne duvar ne bahçe ne de ev… Hiçbiri yoktu. Çıldıracaktım. İçimde kabaran öfkeyle koşa koşa şehrin sonuna gelmiştim. Her yeri selvilerle kaplı eski bir mezarlığın içine girdim. Nefesim kesilince olduğum yere yığılıp kaldım. Doğrusu burada mezarlık olduğunu bilmiyordum. Bütün mezar taşlarının üzeri Arapça yazılarla doluydu. Taşların uç kısımlarında sarık, kavuk ya da fes vardı. Bunları Osmanlı mezar taşlarına benzettim.Yerleri saran sık otlardan, dallanıp budaklanmış dev ağaçlardan mezarlığın uzun zamandır kullanılmadığına kanaat getirdim. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde her yeri kaplamış uzun ve sık otların arasından güçlükle yürüyerek mezarlığı dolaşmaya başladım. Hayatını kaybetmiş bir adam olarak başka ne yapabilirdim ki? Biri göğsüme müthiş bir yumruk indirmiş, nefes almama engel oluyordu. Yere çöküp ellerimle toprağı yumrukladım. Başımı göğe çevirip bağırdım; isyan ettim, kızdım, küfrettim. Neden kaybolmuştum?
Birden, yanı başımdaki mezarda dün geceki yaşlı kadının oturduğunu farkettim. Artık bende birşeyden korkacak, hayret edecek hâl kalmamıştı. Yaşlı kadın, yine önünde çıkrığı, ayağıyla çevirip yünüeğiriyor; elleriylede durmaksızın örüyordu. Belli ki, bu sefer örmeye yeni başlamıştı. Daha önceki örgüsünün aksine, örgükısacıktı. Bütün yaşadıklarımın bu baş belası kadınla ilgisi olduğunu düşünüp hemen yanına vardım.
“Yalvarırım söyle, sen kimsin? Ben kimim? Evim, ailem, işim, sokağım, adım nerede?”
Yaşlı kadın yine konuşmadı. Örmeye devam etti. Gözlerini bir an olsun örgüsünden ayırmıyordu. Yapacak hiçbir şeyi kalmamış insanlara özgü çaresizlikle öylece donup kaldım. Kadın, ördükçe resmettiği şey gün yüzüne çıkıyor; hiç korkmadan, hayret etmeden kadının ördüğü detayların içinde kayboluyordum. Ördüğü şey, başında büyük bir mezar taşı olan bir mezarlıktı. Az önce gördüğüm mezar taşları gibiuzun, tepesi sarıklı, üzeri Arap harfleriyle işlenmişti.Kadın, mezarı örmüş örmüş de ayak ucunun bitmesine az bir vakit kalmıştı.
İçimden bir ses bu mezarın benim olduğunu fısıldıyordu. Attığı her ilmek beni kendi ölümüme yakınlaştırıyordu. Ben de kadının yanında öylece oturup mezarımın bitmesini bekledim.