Aşkbasan Eşkıyası

Sayrılığın bedenime vurgun gibi indiği günlerden biri olmalıydı. Kendimi normalleştirmeye hatta tepkisizleştirmeye uğraşıyordum. Belleğimi harekete geçiren çarklar işlemez olmuştu. Silik figüranlar maharetli bir satranç ustasının eliyle çevremde hareket halindeydiler. Kaçıncı gün yada kıskanç ayın kaçıncı inişiydi pencereme; sayamadım. Uzun saçları vardı. Şöyle beline kadar iniyor olmalıydı. Elleri ince ve kırmızıydı. Benimkine hiç benzemiyordu. Hoş benimkilerin neye benzediğini anımsayamıyorum. Aslında kendimde bir figürandım. Fakat nedense usta beni şaha hiç sürmedi. Büyük bir savaşa cesaretim olmadığını biliyor gibiydi. Ya da dişli bir düşmana meydan okumaya gücümün az geleceğini. Kenarda ısınan yedek oyuncular gibi azmimi biledikçe kareler bir bir uzakla=F

Yürürdük. Dalga sesleri duyardım bazen. Deniz kenarı olmalıydı. Şöyle aptal aşıkların birbirlerine sarılıp sırıtkan bir bakışla birbirlerini süzdükleri yerlerden biri. Bazen de toz birikintileri içinde fışkıran güllerine kol kanat germeye çalışan yaprakları görürdüm. Kalabalığı bol olan, insanların birbirlerini ve çiçekleri sevmedikleri bir şehrin kaldırımı olmalıydı. Çocuk gördüğümü hatırlayamıyorum. Belki çocukları da sevmiyorlar. Biz birbirimizi seviyor muyduk? Uzun saçları vardı, evet uzun uzun saçları vardı. Hep sözcükleri itina ile seçerdik. Şöyle doya doya konuşamadık tükenmez kalemlerin mürekkebinin neden bittiğini. Titrek bir ses tonuyla çay söylerdi hep. Şimdi düşünüyorum da ne aptalmışım. Çayı benim söylemem gerekmez miydi? Belki.

Şimdi hiç kelime kalmadı yanıbaşımda. İnsan zorda kaldığında sığınacak kelimeler arıyor. Değil mi efendim? Bu söz benim değil. Ahmet Şenol’un. Değil mi efendim, dediğinde değilse bile değil oldurası geliyor insanın. Aman Allahım ne güzel kibarlık. Neyse, kelimelerden mi bahsediyorduk. Evet kelime deyince şimdi aklıma geldi. Çocukken oynadığımız şehir, bitki, hayvan, isim, sanatçı yarışmasında ben en çok K harfini söylerdim. Kırşehir, Kaktüs, Kokarca, Kerime, Kemal Sunal diyerek hemen doldururdum. Kerime kimdi? Bol bol ağlatan romanlarını okuduğum Kerime Nadir olabilir miydi? Yoksa uzun saçlı kızın adımıydı? Bilemiyorum. Hem bilsem neye yarar. Koca dünyada kaç tane Kerime vardır, değil mi efendim?
Sahi birbirimizi sevdiğimizi söylemiş miydim size? Çok utanırdık bundan. Birbirimize bile söyleyemedik hiç. Belki utangaçlık değildi bu. Belki de sevmiyorduk birbirimizi. Uzun saçlarını sevdiğimden o kadar eminim ki. Hem bazı akşamlar yemek getirdi bize. Aileden olmamama rağmen severlerdi beni. Eh biraz yakışıklı sayılırdım. Köyde bana sırma gibi delikanlı derlerdi. Şimdi yazık oldu köyün bir tanesiydi, diyorlarmış. Evet, biraz zayıfladım, birazda saçlarım döküldü. Ama yazık olacak ne var anlamadım. Zaten beni anlayan bir tek Adem var. Keşke her gün burada olsa. Üç beş ayda bir geldiği zaman bana gün doğuyor. Her fırsatta yanında bitiyorum. Anlat babam anlat. Bir gün bana senin hikayeni yazacağım dedi de inanamadım. Ne yazacağını merak etmiyor değilim hani. Herkes bana deli olmuşum…

Ah keşke o öğrenci evinde kavga etmeseydik. Neden dolayı yapmıştık o kavgayı acep, hiç hatırlayamıyorum. Ama mutfağı ikiye bölüp kilimi ortadan kesmemizi hatırladıkça da çok gülüyorum. Hatırladım tamam, bulaşık yıkama sırasından dolayı kavga etmiştik. Şimdi olsa hiç eder miyim? Hatta ona hiç yıkatmam hep kendim yıkarım. Kerime olabilir demiştim ya, yemek getirirdi ama hiç bulaşığımızı yıkamazdı. Belki bekar evimizde çok kalmak istemiyordu. Adem ondan saç isteyince hemen vermiş. Bizim komşu köyün hocasına göre bana cinler musallat olmuş ve onun üç tel saçının kaynatıldığı suyu içince iyileşeceğimi söylemişler. Zavallı annem Adem’i ikna etmiş. Tabi ben bunu çok sonraları annemden öğrendim. Bir gün kendimi kaybettiğimde anneme kırılasıca… Okul bitince de köye geri döndük işte.

Buralarda canımda çok sıkılıyor. Babam İstanbul’a da göndermiyor. İlaçlarımı almayı unutunca hemen hastalanıveriyorum çünkü. Bir iki sefer oldu, hatta evlendikten sonra tam 57 gün yattım hastanede. Ben değil de babam saymış. Ben son 10 günü sayabildim sadece. Geldiğimde bir de ne göreyim, eşim evden gitmiş. Ailesi hani sizin oğlunuz iyileşmişti, biz deliye kız vermeyiz demişler.
Ağladım. Ama kendime değil, küçük Rabia’ya. 2 haftalıkken annesi bırakıp gidince yine annem torununu evladı belleyip ellisinden sonra yeniden annelik yapmaya başladı. Sonra Adem söyledi. Bu bir Allah’ın lütfü, diye. Annen baban öldükten sonra bu kız büyüyecek ve sana bakacak, dedi. Allah ondan razı olsun, hep benim iyiliğimi düşünüyor. Hatta son geldiğinde saatini şakacıktan alıp koluma taktım. Hemen hediye etti. Oysa ki ona da hediyeydi. Almadı da. Ölene kadar saklayacağım bu saati. Hiç çalışmasa da, beş saat geri kalsa da çıkarmayacağım bileğimden. Hem eşim bile bu kadar dostluk etmedi bana. Gerçi şimdi özür diliyor. Bir daha yapmayacağım diyor ama, babam kesinlikle onun eve gelmesine karşı. Ben de iki arada kaldım. Babama intihar edeceğim, dedim. Benim yoluma edersen canım kurban…

Hem intihar etmeyi de düşünmüyorum. Rabia’ya bir şey olur belki. Belki hastaneye götürülmesi gerekir. Annem hasta olur. Süt içirilmesi gerekir. Rabia’nın suçu ne ki aç kalsın? Tüm bunları Adem’e anlattım. Bakalım yazacak mı hikayesinde. Benim deli olmadığımı yazar herhalde. Hasta olmak benim istediğim bir şey değil ki? Keşke hiç olmasam. Ama yakalandık bir kere. Doktorlar beyne giden bir damar tıkanıyor ve düşünebilme özelliğini yitiriyor, diyorlarmış babama.
Zavallı babam. 25 yıl toprağın üç yüz metre altında kazma kürekle madencilik yaptı ve aldığı emeklilik ikramiyesinin tamamını hastalığıma harcadı. Köyde herkesin arabası, traktörü var bir bizim yok. Zavallı babam ne çok istiyordu bir arabamız olmasını. Ama iyileşirsem çalışıp ben alacağım babama. Zavallı babama. Bunları uzun saçlı kıza da anlatıyorum. Gözlerimin ferinin ateşi mi sönüyor yoksa o mu çok uzakta duruyor bilmiyorum ama konuşurken tam seçemiyorum yüzünü. Belli belirsiz bir bakışını görebiliyorum. Bir de o uzun saçlarını.
Sırtına kadar inen saçlarını. Anlatıyorum durmadan. Hem Adem’in bunları hikaye yapacağını söylüyorum. Beni yazmasın diyor. Bende söz veriyorum. Gitmesin diye. Çünkü gitmesinden çok korkuyorum. Uyumak gibi. Hasta olmak gibi. Anneme saldırmak gibi. Rabia’nın hasta olması gibi. Babama araba alamamak gibi. İntihar etmek gibi. Eşimin geri gelip bana onu unutturması gibi. Ademin saatini kaybetmek gibi…
Ve bana demiştin ya; dedemin köyleri basan bir dağ eşkıyası olduğunu söylediğimde, ‘sende benim aşkbasan eşkıyamsın’ diye. Dedemin jandarmalarca vurulup köy meydanında aleme ibret olsun diye günlerce asılı kaldığını da söylemiştim sana.
İşte ben şimdi, vurulmuş ve cihana ders versin diye dünyada salınan bir adamken, benim jandarmam kim diye sormak istiyorum…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Seçenek II / Ay Vakti
Anneye Mektup / Alaeddin Özdenören
Demek Yine Hafakan / Fatma Çolak
Ferman Karaçam’la Söyleşi / Şeref Akbaba
Yakup Yalnızlığı / Erol K.
Tümünü Göster