M. Ragıp Karcı İle Söyleşi

Şiir çizginiz Türk Yurdu, Edebiyat, Gelişme, Mavera ve yönelişlerde seyrini aldı. Şiirlerinizde yansıyan en belirgin özellik derinden akan bir ırmak gibi oluşu. Bir de çok az yazıyor gibisiniz? Şiire başladığınızdan bu güne gelişinizi kısaca açabilir miyiz?

Şiirin kendi başına çizgisi olur mu? Bence olmaması gerekir. Çünkü şiir şairin naziresinde kendi kendine inkılap ve inkişaf eden bir hadise değildir. Şairin hayat damarlarında, bilgi ve aşk nimetleri ile beslenip gelişir. Bu hadiseye çizgiden çok belki bir macera denebilir. Bu macerada da tarih kaydına düşülmeden, zaman üstü ve hadisat ötesi bir seyir diye adlandırılabilir. Biraz felsefi oldu galiba. Fakat tarih ve tavsifte genellikle nâçâr kaldığımdan böylece lafı döndürüp dolaştırıyorum. Böyle yapınca lafı bir yere getirip bağlamam da gerekir. Fakat ben bunu da yapmayacağım. Şiirin manası şiirin karnındadır fehvasınca şiirin macerası ile ilgili olarak da ipucu vermekten de kaçıyorum. Zaten nasıl ipucu verebilirim ki: Macera tavsif de edilemez, tarif de. Sonuçta şiirle kalkan yine şiirle oturur. Başının dönmesi de yanına kâr kalır. İşte benim, senin çizgi diye adlandırdığın, benimse macera dediğim seyirin ana hatları. Tabii bulabilirsen. Bunun sebebini biraz açayım istersen. Benim şiirim bir sürecin şiiri değildir. Yani şiir söylemeye başladığımdan itibaren bir irtifa kaydı yoktur. İlk şiirimden itibaren söylediklerimin manevi sahasında bir irtifa kesbi olmamıştır. Bu bakımdan ben birikmiş olanları bir defa, sonradan gelip de söylenmesi gerekenleri sonradan söyledim. Söyledim dediğim: Şiirle ifade ettim. Bu ifademin okuyucular eline ulaşması EDEBİYAT dergisiyle oldu. Okuyucuların fehmine ulaşması ise senin sonradan soracağın “yazdıklarınızla beklediğiniz sonucu aldınız mı?” sorusuna cevap teşkil edecektir.

Burada “şiirle ifade” nin ne olduğunu kendime sorup cevabımı arayayım. Benim çok garip bir şiir öğrenme maceram vardır. Şiirin öğrenme yıllarında (tam yedi yıl) hiç şiir söylemedim. Şiirle ilgili bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Hatıralarını ve emeklerini minnetle andığım öğretmenlerimin emirleri uyarınca Türkçe’yi öğrenmeye çalıştım. Eski ustaları layıkıyla olmasa da fehm etmeye çalıştım. Türküler öğrendim. Siz türkü öğrenmenin ve söylemenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Türküleri ve eski ustaları okuduktan sonra, hocalarıma şiir söylemeye söz vermiş olmasaydım bile zaten söylemeyeceğimi tahmin edebilir misiniz? O haşyetin ardından dilimin dönmeyeceğini, zaten dönmediğini ve galiba biraz bu haşyetten nefsime pay çıkararak yazamadığıma bahane uydurduğumu da ben şimdi size nasıl anlatayım? Şimdilerde bile şiir diye bir şeyler söylerken, evde divanları duran ustaların ruhaniyetlerinden özür babında istimdâd ettiğimi size nasıl anlatayım?

Sine tabiim döğüp âh livasın çekeriz
Hem çekilir livamız, hem döğülür nevbetimiz.
Yahut bir türküde söylenen;
Azrail konarsa göğsümün düzüne
O zaman beklemez sırayı gönül.
Manasını siz oturup düşünün de birlikte benim şiirime öyle bakalım.
Bu yüzden burada anlatmak istediğim beni rahatımdan eden her türlü hadise ve düşüncenin, yolunda en çok ter döktüğüm şiirle ifadesinden başka bir şey olmadığıdır. Bu tavırda diğer yollarla roman, hikaye gibi türlerde söylemeye gücümün yetmediği, içimdeki her manayı ele vermeme gibi bir korku da sebep olmuş olabilir. Buna ihata edilme korkusu da diyebilirsiniz. Yani şiir söylemeye başladığım yerdeyim. İki kitabım da çıkmış olsa aynı yerdeyim. Hâlâ Nefi’den, Fuzuli’den ödüm kopuyor. Hafız’ın divanını görmezlikten geliyorum. O kitapların bulunduğu yerde şiir söylerken edep ediyorum. Ama ne yapayım işte ben de yirminci yüzyıl insanıyım ve nankörüm.

Bildiğim kadarıyla “Bir Başkasının Kitabı” ilk kitabınız. Sonra “Yeni Bir Sevda Süleyman’ı” Beyan da yayımlandı. Birinci kitapla arasındaki fark sizce nedir? Kitaplarınızın adı da ilginç geliyor bana. Ne demek Başkasının Kitabı?

Şiirimizin yankı bulup bulmadığını bilmiyorum. Şairler okuyucu ile ilişkilerinde tabii ki bir fehm edası ararlar. Ama bu arayış ortalığa düşüp tesir aramakla olmaz. Nitekim şiir değeri de iki türlü gelişmektedir. Birincisi piyasa değeridir, ikincisi ise zaten değeri için bir araştırmaya muhtaç olmayan seviyedir. Piyasa değeri olanları biliyorsunuz. Her yerde okunuyorlar. Şairlerini her türlü yayın ve yayın araçlarında görmek, düşüncelerini öğrenmek mümkün. Kasetleri satılıyor. Şiirleri besteleniyor. Ben böyle şeylerden uzak durmaya çalışıyorum. Benim şiirlerim zaten öyle her yerde okunacak seviyede de değildirler. Çoğu karşılaştığım insanlar, bana sizin şiirleriniz bize bir şeyler anlatmadı diyorlar. Yani benim şiirim onları kesmiyor. Hatta siz bile benimle bu konuşmayı yaptığınız için kınanma gibi bir tehlikeyle karşı karşıya olabilirsiniz. Zaten böyle bir soruyu şaire de sormak gerekmez. Birçok şair bildiğimiz arkadaşların üniversitelerde mezuniyet tezlerine konu olduğu göz önüne alınırsa, benim şiirim üzerinde benim bir şey söylememe ihtiyaç duymazdınız. Çünkü bu iş, eğer değer verilirse eleştirmenlerin işidir. Eleştirmenlerimizin de öyle sonu menfaatle bitmeyen veya bir cemaate veya hocaya bağlı olmayan değerlere dönüp bakmıyorlar bile. Zaten bunlardan şiire ne, bana ne.

Yeni Bir Sevda Süleyman’ı iddialı bir kitap. Uzun yıllar üzerinde çalıştığınızı söylüyorsunuz. İstediğiniz yankıyı size sundu mu? Buradaki şiirlerin daha çok mistik yönleri bulunuyor sanki? Siz ne diyorsunuz?

Benim birinci kitabımın adı “Yeni Bir Sevda Süleyman’ı”, ikincisinin adı ise Bir “Başkasının Kitabı”. Ne mi demek bir Başkasının Kitabı? Basbayağı Bir başkasının Kitabı. Bir Başkasının Şiirleri. Yani bir gün arkanıza dönüp de”yahu bu geçip giden ben değil miydim ve bu benimle geçip giden zaman benim zamanım değil miydi?” diye sormaya cesaret bulduğunuz bir başkası. Yanınızda, arkanızda, üstünüzde, altınızda, siz olan ama umursamadığınız, kan yuttuğunu gördüğünüzde kendi kendinize kızılcık şerbeti içti diye hüküm verdiğiniz bir başkaları. Bir başkaları. Âh ettiğinde yanar göründüğünüz, nefsinizi rahatlatmak için arkasından kim bilir neler söylediğiniz başkaları. Okuyucunun keyfini bozacak şeyler bunlar. Ama ne yapalım ki şiir bazen böyle keyif kaçırabiliyor. Biz de istihkar ve iztihzâya sebep olacağını bile bile âh edelim. Şimdi bu benim söylediklerim adam gibi okuyucu içindir. Şairlerin, romancıların, hikayecilerin söylediklerini adam gibi içinde duyacak olanlar içindir. Benim şiirlerimin böyle okunmasını teklif ediyorum, işte bu da size bir ipucudur.

Şiirde eleştirel bakışınız sanki daha bir ön planda. Şiir ve eleştiri denildiğinde neler söylersiniz?

Eleştiri sorunuz şimdi burada daha bir anlam kazanıyor. Benim demek istediğim: şiirimle ilgili hükmü benden ziyade varsa eleştirmenlerin vereceğidir. Yoksa ben şiirimi ne diye açıklayayım. Yahut şiirimin kalitesini veya Türk edebiyatının neresinde durduğunu ben neden tespit edeyim. Her şair bir şeyler söyler. Okuyucu ne alır o şiirden. Kendi keyfi bilir. Şiirin kendi alanındaki duruşunu ise bu işin ilmini yapanlar verirler. Genel olarak şiirin okunup okunmadığı ise tartışmaya müsait bir meseledir ve şimdilerde içinden çıkılması da hayli zordur. Alınmazsanız ben size şu soruyu sorayım: Benim şiirimin mistik olup olmadığını siz anlayamadınız mı ki bana soruyorsunuz?
Şiir bir haberi verirken, kendinden de haber vermez mi? Şairin haber vermeye cesaretinin yettiği malzeme hangi irtifadaysa, kendi kuvveti ve kabiliyeti de o rif atte değil midir? Yani ilk elde başvurduğumuz malzeme: Türkçe. Daha bu dilin zahmetine katlanmadan nasıl hayalhanemizde bir bina inşa edeceğiz ki, o binanın resmini de âleme teşhir edelim, yani daha açıkçası hemen elinizin altındaki sözcüklerle ifade edilen hayatiyetin kendisini değil, alt, üst, yan, dip, sağ ve sol; ne kadar yön bulabiliyorsanız o kadar plandan bakabilmek. Şiirin kendisine de hayata da şaire de.
Bunları yaparken, naklettiğiniz resmi idrak ve fehm etmesi yolunda muhatabınızı serbest bırakmak. Onun zihnine ve gönlüne hareket alanı bırakmak. En önemlisi de bu takdimden sonra dönüp okuyucunun gözünün içinde tesir aramak. Biraz amiyane olacak: Okuyucuya yalakalık etmemek. Çünkü ben adam gibi okuyucu için söylüyorum. Bu da istediğim yankıyı bulup bulmadığımın neden öyle fazla önemli olup olmadığının cevabı olsun.

Edebiyatçıların yetişmesinde dergilerin işlevi büyük. Dünkü dergilerle bu günkü dergileri değerlendirebilir misiniz? Bugün genel anlamda eksik bir şeyler var sizce nedir?

Edebiyatın gelişmesinde dergilerin yeri çok önemlidir. Bu konuyu bundan sonraki yazımda ele almak üzere şimdilik geçelim.

Kartınızda Sinema, TV Yönetmeni diye geçiyor. Okuyucularımız bu yönünüzü pek bilmiyor. Bu alandaki yaptıklarınız ve yapacaklarınızı da bize aktarabilir misiniz?

Size verdiğim kartta sinema – tv yönetmeni yazdığı doğrudur. Bu profesyonel olarak o işi yaptığım sırada o zamanki patronumuzun verdiği bir isimdi. O da şundan geliyordu: Ben TRT’ de yıllarca çeşitli servislerde kameramanlık yaptım. Emekli olmadan birkaç yıl önce de Belgesel Programlar Müdürlüğü’nde yönetmenlik yaptım. Bu arada övünmek gibi olmasın on beş bölümün üzerinde belgesel yönettim. Bunlar halen TRT’nin çeşitli kanallarında yayımlanmaktadır. 30’ar dakikalık 3 bölümlük KAÇKAR adlı belgesel Türkiye Yazarlar Birliği’nce ödüllendirildi. Şu anda da eğer iş bulabilirsem işimi yapıyorum.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Seçenek / Ay Vakti
Künye / Şeref Akbaba
Aşk Kontağı / Sedat Umran
M. Ragıp Karcı İle Söyleşi / Recep Garip
Cenk Kalesi / Nurettin Durman
Tümünü Göster