Sessizce çıktı evden, nereye gidiyorsun bakışlarına aldırmadan. Dün akşam yaşadıkları, sabahı zor ettirmişti. Gece bir dinlenme vaktinden çok, çile çekme zamanı olmuştu onun için. Bedeni uyku ve uykusuzluk arasındaki mücadeleden bitkin ve yorgun düşmüştü. Gündüze dalarak uzaklaşmak istedi bu savaş alanından.
Binanın dış kapısından adımını atar atmaz tipi şeklinde yağan kardan vücudunun tek açıkta kalan yüzüne yüzüne çarpışını kafasını hafif öne eğerek korumaya çalışıyor ama yerden yukarı doğru yağar gibi savrulan kar tanecikleri gözlerini kapamasına neden oluyordu.
Birden kendi kendine sanki yaşamda olduğu gibi dedi. Seni bulacak olan ya da yaşayacakların tüm tedbirlerine ve kaçmalarına rağmen sana ulaşıyor.
Kaçtığın seni kovalıyor, uzaklaştığın sana yaklaşıyor.
Bir an şapkasını, dolağını ve üzerindekileri çıkarıp gelin ulan gelin, sizden korkan sizin gibi olsun diyerek meydan okumak geçti içinden, beyaz örtünün üzerinde yol alırken.
Bu meydan okumayı “Kar taneciklerine mi yapacağım?” dedi içindekine,
-Üzerine gelen her şeye dedi.
Birçok sefer olduğu gibi yine erteledi savaşı. Kar tanecikleri yüzünü yalamaya devam etti.
Bir an yerde sere serpe yatmakta olan beyaz alanların duruluğu, sakinliği ve uzakları anımsatan beyaz rengi kapısını çaldı yüreğinin. Biraz önce acele eden ve kılıçlarını çeken Deli Dumrul atından inerek uzaklar yolcusu kesildi birden. Sakinleşti, bugün bir sonlu olarak ve yarın bir hesabın olduğu idraki düşüncesiyle kırmamak ve kırılmamak düşüncesiyle karda oluşturduğu ayak izlerinin netliğini her bastığı adımda oluşturma gayreti ile yürüdü.
Durağı karşısında gördüğünde ne çabuk geldiğini düşündü. Otobüsü beklemeye başladı yakına mı? Uzağa mı? Gideceğini düşünmeden.
Kar hala tipi şeklinde yağmaya devam ediyor. Yokuştan çıkamayan arabalar geriye doğru ilerliyordu. Takır tukur sesleriyle durağa yanaşan zincirli otobüs şoförü “Kart basmayın, son durağa kadar sizi götüreceğim. Oradan başka araçlara bineceksiniz, kartı o araçlara basacaksınız.” açıklamasını her kapıdan giren yolcuya yapmanın bıkkınlığı ile otobüsü hareket ettirdi. En arka koltuğa geçerek camın kenarına oturdu. Ellerini bacaklarının arasına alarak ısınmaya çalışırken, dışarıda yağan karı seyretmekle, içindeki sorulara dalıp cevap verme arasında kararsızlıkyaşadı bir müddet. Net bir karar vermeden karın lapa lapa yağışı onu kısık bakışlarla dışarı çekti. Otobüstekilerin hep beraber harekete geçmeleri otobüsü değiştirecekleri yere geldiklerinin farkına varmasını sağladı. Herkesten sonra indi ve diğer otobüse geçti. Otobüse bindiğinde bütün oturaklar kapılmıştı. Otobüsün ortasındaki boşluğa gelerek cama yaslandı. Akşam yaşadıklarını dişlerini sıkarak ve gözlerini kısarak tekrar hatırladığında eli ayağı boşaldı.
-Neden, neden diye sordu kendi kendine, cevabını veremeden.
Şehrin kalabalık meydanlarından ilkine geldiğinde otobüsten indi.Taş binayı gözüne kestirerek ağır adımlarla binaya doğru yürüdü. Tok olan karnını tekrar doyurdu. İçinde konuşanları susturacağına dair bir umut beslercesine…
Devletin kültür işleri ile uğraşan binasının içine girdi. Genç adamla otururken, bir genç adam daha katıldı onlara. Bu genç adamlar, mürekkep yalamış, aynı zamanda mürekkep yalatma araştırmaları yapan okumuş zevattandı. İnsana dair felsefi şeyler söylediler kendi donanımlarınca. Barıştan, savaştan, gelecekten konuştular ama ülke kurtarmaya girmediler.
Bütün söylemleri ve duruşları aile denen topluluk içerisinde yaşam buldu ve öldü. Sözün başladığı ve bittiği yer oldu. Çocukları yaşam sevinci olmuştu. Büyük dünyalarda kulaç attılar sonunda liman olarak Ayşelerine,
Ahmetlerine döndüler.
O ise kendini içine atarak kurtardı yanmaktan.
Bir çocuk gülüşü için yakmalıydı dünyayı ve kendini. O zaman kendini iyi hissedip gidebilirdi. Bir çocuk gülüşü takıldı arkadaşının önündeki bilgisayardan ve kalktı. Alaca karanlık onu içine aldığında kar kesilmişti. Zihninde birbirinden uzak kararsızlıklar olduğu halde meydandaki şaşalı şekilde süslenmiş ve ışıklandırılmış vitrinlere baktı, ne olduğunu merak etmeden. Nerelerden geçtiğinin çok ta bilincinde olmadan meyve-sebze halinin içinde yürürken buldu kendini, her zaman merakla baktığı meyve ve sebze fiyatlarına göz iliştirmeden halden çıktı.
Her şey bir hayal gibiydi. Bu dünyada yoktu ama bu dünyayı görüyor gibiydi rüyasında. Bilmediği, fakat asıl diye düşündüğü bir mekandan dünyaya fırlatılmış gibi hissediyordu kendisini. Çevresinde gördüğü varlıklarda birer figürandı onu dünya denilen yerin yaşanılır bir mekân olduğuna inandırmak için.
Son yılların en karlı ve soğuk mart günlerinden biri idi. Bir gün öncesinin zahmetini çekenler o gün günü erken bitirmişlerdi.
Samanpazarı’na doğru yürürken gündüzün en kalabalık caddelerinden birisi alacakaranlığa ve tenhalığa bir telaş ve aceleyle bırakıyordu kendisini. Caddelerden tek tük geçen insan ve arabalar vardı.
Zaman sanki fotoğraflardaki 930 yılların izdüşümüydü.
Bir güvensizlik ve tedirginlik kol geziyordu cadde ve üzerinde yürüyen adamda. Birisinin kolunuzdan tutup size zarar vermesi an meselesi idi sanki.
Ne işim vardı kış gününün dondurucu soğuğunda tenhalığın ve karanlığın kol gezdiği burada diye düşündü.
Sözlerin karanlığından, sokakların karanlığına atmıştı kendi. Dayanılmayacak kadar üzerime gelmiyor, ben ona doğru gidersem içine alıyordu beni. Sözlerin karanlığı beni dışarı fırlatırken, sokakların karanlığı içime atıyordu, biri gitmeye dair sorular sordururken, diğeri kalmaya dair cevaplar veriyordu. Biri beni karartırken, diğeri karanlıklar içinde üzerime beyazlar çalıyordu diye cevap verdi kendi sorularına.
Alacakaranlıkta dalgın dalgın ilerlerken yanından geçmekte olduğu tarihi yapıdan bir ses yükseldi.
“Haydi, gel felaha, haydi gel felaha!”diye.
Sesin geldiği 16. yüzyılın içine attı kendini. Kalın duvarlar, ahşap tavan, loş ışıkların içinde öndeki ile beraber altıncı olmuştu.
-Nerde yedinci, dedi içinden,
-O olmazsa eksik kalır, söylenecekler.
-O zaman susmalıydı. Sustu da.
Öndeki söyledi, onlar dinledi. Öndeki söyledi o sustu.
Nerde felah nerde felah diyerek, sessizce arayan gözlerle çevresine bakındı.
Yoğun kar yağışı ve buzlanmadan dolayı şehrin birçok yerine ulaşım ya tamamen ya da kısmen kesilmişti. Bugüne dair erken bırakmıştı bütün çalışanlar, kavuşacaklarına varmak için. Bir telaş ve panikle kayboluyordu sokaklardan insan. Herkesin bir an önce varmak için koşuşturduğu bu hengâmede o ise varmamak için ağırdan alıyordu.
Felahın üzerini örten düşüncelerden ötürü, her şeyi terk etmişlik, donuklaştırmış vücudunu, hafif sakalı uzamış ve kamburunu azdırmış bedenini sarmıştı.
Gecenin karanlığını ve ayazını aydınlatırcasına kandillerle donatılmış şehre göz kesildi. -Korkuları da aydınlattınız mı diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Ama avazı hiç duyulmadı. Yerden savrulan karlar yüzüne birer şamar gibi vurdu.
“Kendinden olmayan aydınlık ne kadar aydınlık.”dedi ve yürümeye devam etti.”Seninle hesabımız kendimden sonra.”diye mırıldanarak.
Tek katlı iş yerlerinin olduğu restore edilmiş eski Ankara evlerinin bulunduğu yere geldiğinde önünden bir iki sefer geçtiği Hasret pikniğine girerek yarım ekmek arası tavuk istedi.
Sessizce çıkıp gitmek niyeti ile girdiği mekanın sahibi olduğunu sonradan öğrendiği ustaya;
-Memleket nere, sorusunu soruverdi ansızın.
-Akşehir, Konya-Akşehir.
-Var mı eş, dost, ana, baba.
-Yok, kardaşım yok.
-Eskiden gittiğimde sıcak bir ev, sıcak bir sofra karşılardı bizi. Şimdi gittiğimde kimsesiz, soğuk bir ev, ne yapalım gidip de. Kalabalıklar çabuk dağılırmış, kardaş. Şimdi buralarda hatırsız, gönülsüz koşuşturuyoruz bakalım. Yetişemiyoruz hayatın peşinden o fatura senin bu fatura benim, onlar için çalışıyoruz adeta. Nerde o eski dostluklar, akrabalıklar.
-Haklısınız, bireysel bir bencillik sel gibi insani ilişkilerimizi yıkıp sürüklüyor, inşallah sonumuz iyi olur. -İnşallah canını yediğim inşallah. -Hayırlısı olsun, işleriniz nasıl?
-Elini öptüğüm eskiden adamlar vardı, söylerlerdi ve tutarlardı. Şimdi sadece görüntü var. Karısı hazırlamaz 2,5 TL ye yemek, ben ona hazırlıyorum, adam onu vermemek için selam da vermiyor. Zor, kardaşım zor. -Elini öptüğüm bu şehir yordu beni, ah bir sağ selamet köyüme dönebilsem.
Adamı kendisinden daha dertli buldu ve sustu. Hayırlı akşamlar dileyerek sokağa attı kendini. Restore edilmiş yapıların önünden yürürken vitrinde afiş ve kitapların olduğu mekâna yöneldi.
İçeri girdiğinde “Paşa Konağı burası mı?” dedi.
-Burası.
Sessizce üst kata çıktı, eskiye özenilerek döşenmiş bu mekânda dağınık şekilde yedi sekiz tane bugünün insanı, sessizce hocalarını bekleyen talebe gibi oturuyorlardı. Oda bir köşeye ilişerek beklemeye başladı.
Hoca geldi talebelerin sayısı bir o kadar daha artı.
Konakta kendini sorgulayan gazeller üflendi kulağına:
Sonsuzluk yurduna varayım diyorsan eğer, varlığını yok eyle, tıpkı dünya gibi!
Her gün dünyayı süsleyen güneş misali, çek eteğini gördüklerinden… (fuzuli)
Dışarı çıktığında kafası iyice dumanlanmış. Gece sessizliğin hükmü daha bir hissedilir olmuştu.
Tenha ve karanlık sokaklara dalarak kayboldu, beklendiği yere varmak üzere.
Yürüyen dört tekerlekli bir kutu sokaktakileri tek tek toplamaya başladı, tekrar dağıtmak için. Kendini içinde buldu.
Çalan telefonda, bir çocuk merakla, endişeli ve kısık bir sesle sordu;
-Geç mi geleceksin baba, annem soruyor da.
-Evet.
-Biz aşağıdayız.
Suratında bir gerginlik ve memnuniyetsizlik kol gezmeye başladı. Bir yol belirdi önünde, ufkuna baktı, rahatladı ve korktu.
-Emanetler, dedi. Onlar için vazgeçmeliyim kendimden. Gecenin ilerleyen zamanında dönmeye karar verdiğinde.
Karanlığın ve sessizliğin hüküm sürdüğü sokakta, yakan mı? Aydınlatan mı? Olacağını merak ettiği ışıklara doğru karmakarışık duygularla yürüdü.
-Emanetler, çocuk gülüşleri, hesap ve haram sözcükleri dudaklarında. Tutunmaya ikna etmeye çalıştı kendini. Merdivenleri ağır ağır çıktı. Dairenin kapısına geldiğinde eli birkaç defa zile gitti geldi. Kendi evi bilmediği, yabancı bir yerdi sanki. Eli zilin, kafası duvarın üzerinde bir müddet bekledi. Zile basıp, hayata bir kapı aralayıp aralamamakta kısa metrajlı filmler geçti, gözünün önünden. “Emanetler” dedi ve… Nasıl bir gece yaşayıp sabaha ulaşacağının merakı ile zili çaldı.