Kamil Eşfak Berki İle “Hayretler Kitabı” Üzerine

İlk şiir kitabınız “Ayışığı ve Kervan”dan sonra “Hayretler Kitabı” adlı yeni şiir kitabınız çıkacak. “Hayretler Kitabı”nda yer alan şiirleriniz hakkında neler söyleyeceksiniz?

İlk kitabım 1989’da yayınlanmıştı. Şiirlerimi bir kitapta toplamak hissini bir türlü içimde bulamıyordum. Böylece hizaya girmek de gecikiyordu. Siz, sizdeki farkı, içinizde, kımıldayan bir canlı gibi günün birinde, bir an içinde duymadıkça handiyse nafile. Ama farkı duyup, ondan emin olduğumu da görünce, kitaba karar vermiştim. Bir şiir herkesten önce şairi için bir sürpriz olur. Ya da ben böyle anlıyorum yıllar var ki. Şiirin doğasından gelen bir şeydir bu. Şaşırmamalı buna. Şiir dediğimiz, bir bakıma fizik dışı, enfüsi gerçekliği hedef alan, hizmeti o bağlamda olan, şairin içindeki latant oluşum. Benim anlayışıma göre, bir şair kendi benine yönelik bir keşfetmeler ihtiyacı içinde, bir kapalı kutudur. Böylece içe doğuş diye tanımlanan bir süreç söz konusudur. Bir şairin şiir üzerine düşünmeleri, vardığı poetika atmosferi keşfin diğer bir boyutu, arka yüzü değil mi? Kendini “tanımak” kendini “bilmek” le bağlı. Dahası, bu bir şart haline geliyor sanıyorum. İlk kitabımda yer alan şiirlerim hece ile yazdığım şiirler ile serbest yazdığım şiirler bir aradadır. Bu kaçınılmazdı. Hayretler Kitabı’nda toplanan şiirlerin hepsi 1991-2000 arası yazılmıştır. Yedi iklim, Bürde, Kayıtlar, Hece’de okur karşısına çıktılar. Bu son ekonomik kriz yüzünden çıkışı gecikiyor. Bu nedenle adı var kendi ortada yok bir durum doğdu.

Kitabın adı son derece şiirsel. Belki şiirin hikmetle olan yakınlığını çağrıştırıyor demek daha doğru olur. “Hayretler Kitabı” ismini seçmeniz, tesadüf olmasa gerek. Bir öyküsü olmalı herhalde. Varsa, anlatır mısınız?

Bu şiirler bende bir özel şiir mantığının oluşmaya başlayışı ile birlikte doğmuş şiirlerdir. Şiir mantığı ifadesine ilk kez Sezai Karakoç’un “Şiirde Mantık” başlıklı yazısında rastlamıştım. Beni düşündürmüştü. Vardığım sonuç mantık olmadan bir şiir dili pek mümkün olamaz gibi bir düşünüştü. 1974 ve izleyen birkaç yıl içinde, Necip Fazıl’ı, Rilke’i, Pound’u, Dylan Thomas’ı, E.E.Cummings’i, Eliot, Robert Graves’i bu gözle de görmeye başladım. Aslında bu anahtar bir poetiktir Sezai Karakoç’un şiire bakışında. Divan şiirinin kapısını da açar. Belki hayret kelimesi biraz aşırı da duruyor olabilir. Bu duyguda durduğum olmuyor değil. Şu kesin; şiirlerimin bende uyandırdığı, kendileri bana duyurmadan bana telkin edegeldikleri bir ortak payda diyebiliriz. Daha sonra Hayret’in ıstılahi karşılıkları karşısında bir testten geçtiler. Ama benim şiirlerimde her zaman bir yaşadığımız günler, dönemlerden doğan bir şeyler bulurlar. Yani durup da, ben bir hayret şiiri yazayım diye bir çabam olmadı. Çatışma, insan ile çağımızın manevi değerlere yapıp ettiklerinden doğuyor, somutlaşıyor. Direnen insan, hayret noktasındadır ve hayret onun bir imkanı gibidir. Böyle görüyorum. “Aykırı Aile Çocukları İçin Ay Kırı Çiyinden Şiir”, “Çocuğun Miracı”, ‘Toprak Rengi Ruhlarıyla”, “Abapuş” gibi şiirler ayrıca, ironik bir niteliktedirler.

Şiir dışında müzik veya resimle ilgileniyor musunuz? Veya şöyle sorayım: Resim sanatı sizde neleri çağrıştırır?

Önce sondan başlayayım. İnsanlığın ilk devirlerinde mağara duvarlarına çizilmiş ve boyanmış av hayvanları figürleri vardır. O resimlerin hep o klanda yaşayan, özel yeteneği bulunan insanlar tarafından yapıldığını düşünürdüm. O barınma şartlarında bile o iş ressama düşmüştür. Başka türlüsü de nasıl mümkün olabilirdi ki? Biliyorsunuz anonimleştirme psikolojisi ile bakılır öyle bir döneme. Hatta bunda ileri gidenler oldu ve insanın orijinalitesini inkara kadar gittiler. Kim iddia edebilir ki, müzik de yoktu? O da musikiye yeteneği bulunan insan veya insanların elinden ve gırtlağından çıkıyordu, insanoğlunu maymun-ertesi göstermek isteyen pozitivist iddia, insandaki bu yetenekle beraber doğmuş olmayı düşünmez, biliyorsunuz. Reddeder.

Şiir kelime ve imgelerle yapılır. Müzik nota dediğimiz seslerin kayıt altına alınışına muhtaçtır. Aslında harf seslerin çizilmesidir. Bir musiki ürünü ile kulağımız aracılığı ile karşı karşıya gelirken deyim yerinde ise senfonik bir heyecan duyarız. Söz oraya varıyor, kalbimizle de dinleriz o besteyi. Şiir de göz, anlak yollarından geçerek kalbe ulaşmasın mı? Yürek bir şiiri emer adeta. Sevdiğimiz şiirler kendiliğinden içimize yazılır.Resim de farklı değil. Kalemi fırçadır. Resim renklerle bir dile ulaşmıştır. En azından insanlık tarihinde geçen çok derin zamanlara bir hayret duymak gerekir. Bunca yapım, bunca çile, günümüzde bir karşılık bulacaktır. İnsan fıtratında saklıdır bu ilgi zaten. O ilgiye kötülük etmeyelim, ihanet etmeyelim. Çıkarların, menfaatlerinin, lüksün, lüksün tellalı konforun yönettiği bugünkü hayat tarzı, insani olmaktan giderek çıkıyor. Medeni olmayı gün gün yitiriyoruz. Resim sanatı da muhteremdir. İnsanidir. Ama çağdaş hayatta yerini alması gerektir. 1997 yılında bir gazetede resim üstüne yazılar yazmıştım. Batılılaşma yönelişinin nelere mal olduğu resimdeki hazin durumda izlenebilir. Batı resmi modalaştı, minyatür terk edildi. Şinasi eliyle şiirin ruhuna sadık kalınmadı. (Reşit Paşa övülürken aşılan sınır). Bir devir geldi Türk Musikisi terk edilmek istendi. Tanzimat’da devletin gelen nesle yön şaşırtması bile var. Şeyh Galib terk edildi. Bazı şiirlerinde bunun önsezisi şiire girer Şeyh Galib’te. Hüsn’ü Aşk’ın sonu da. Irmağın durdurulması çabaları bütün bunlar. Neyse ki, bizde son dönemlerde, 60’dan bu yana, olmayan, gecikmiş bir tanı gerçekleşti. Sezai Karakoç’un kaleminde Medeniyet Tezi doğdu. Toplumun önü açıldı. Kendi özümüzün bir aydınlanma çığırına güvenle çıkabiliriz artık. Kendi özümüzün bir aydınlanma çığırına güvenle bakabiliriz artık. Seza Karakoç’un tefekkürüne özgü Diriliş terimi, çok boyutlu bir ıstılah olma özellik ve gücündedir. Gelen ve gelmesi devam eden bir çağın tam ifadesidir. Kendilerinin Çağ ve ilham kitabında ayrıca bir “Diriliş Çağı” bölümü açmış oldukları üzere, İslam’ın bir medeniyeti olamayacağını savunanlar çıktı gerçi, itirazın cazibesine tutulmuşlardı herhalde. Geriye doğru bütün bir ilim ve sanat varlığımızın dışında mı kalmalıyız ki? İslam Medeniyeti vitaldir. Sürekliliği diğer medeniyetlerden üstündür. Asker ressamlarla, geleneksel resmimiz terk edilmiştir. Böylece tabiat karşısında acze düşülmüştür. Batıdaki sanatçı farkından doğan resim sanatı gücüne ise ulaşamadık biz. Ama yine de Türk resminde bir arayış çizgisi vardır. Bu sessizce gelişen, çok anlamlı bir tepki halinde usulca başlamış bir çığırdır. Popülerleşen ismi Erol Akyavaş oldu. Başka ressamlar da vardır. Umut bu çizgide bence. Öyle ki bu akımda hem minyatürü terk etmiş olmanın hüznü, acısı, hem terk edilen harflerimizin sanatçı vicdanında estetik yeniden doğuş sızımlarını görürsünüz. Bu arada, Peyami Gürel’in kozmosta doğum imgeli vâv’ının da, önemli bir ibda olayı olduğunu belirtmek isterim. Bakın vav harfini ifadede kullanmak zorunda olduğumuz non-estetik Fenike-Roma v’si kalem için köşeli bir azaptır. Evet, evet, güzel bir v bile yazamazsınız. Kendi estetiğinizi bütünüyle yeniden bulmalısınız. Bu bir süreç. Sorunlarını iyi belirlersek, Türk resmi de, Türk şiirine paralel yaralı bir yakın-ırak Batılılaşma, özel vurgumuzla terk geçmişi; ama acılı, sancılı bir dönüş içindedir. Aydın bir insan oluşumunda bir Türk Resmi Antolojisi de hayati önem taşır. Yeter ki, “Nakkaş Levnî’’nin büyük bir ressam olduğu hatırlansın.

Hukukçu bir aileden geliyorsunuz. Hukuk alanında önemli eserlere imza atmış Ali Himmet Berki’nin torunusunuz. Bu büyük insanla ilgili hatıralarınızdan bahseder misiniz?

Öncelikle bir torun olarak, değerbilirliğiniz için teşekkür ederim. Hatıralar ailenin topluma bir görevidir. Ama ne yazık ki iki amcam ve babam tanıklıkları ile beraber ahirete intikal ettiler. Biz üçüncü kuşak olarak faydalı olmaya çalışacağız. Bu yıl vefatının 25. yılı idi. 24 Mayıs 1976’dır vefat tarihi. Hukukçularımız, sağolsunlar, iş-güç arasında fırsat bulamadılar sanırım.Efendim, bilirsiniz eskiler pek konuşmazlardı. Biz Yalova’da bulunduğumuz için ancak yılda bir kez dedemi görebiliyorduk. Yazın kısa bir süre için Ankara’ya ziyarete giderdi babam. Ben dönmez, daha da kalırdım. Bugün bakıyorum da bir şeyler sormuşum. O da anlatmış. Yine de yeterli sayılmaz. Ancak şu vardır ki, kendisi eserlerine ağırlık vermiş bir insandı. Şahsiyetinin bariz çizgileri arasında irade, dirayetli oluş ve az konuşması dikkatleri çekerdi. 1919’da Amasya, işgali altında İngilizlerin. Bir Yüzbaşı Hükumet meydanında bayrağımızı indirtip, kendi bayraklarını çektirmek istiyor. Sabah da bu ilan edilmiş. Ahali galeyan halinde meydanda toplanmış. Orada İngiliz subayına hitaben söylediği bazı şeyler vardır ki bir milletin ruhuna tercüman olan şeylerdir. Sonra olay büyüyor. Bu olay Amasya il Yıllığı 50.yıl özel sayısında mevcuttur. Sonra mesala 1930’lu yılların sonunda Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi konferans salonunda Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun medeni kanun övgüsüne yönelik konuşması karşısında, söz alıp, gelecekteki kaçınılmaz aksamalar bağlamında uzun bir konuşması var. Büyükler bahsederdi. Birkaç yıl önce, makalelerini toplarken, Adliye Dergisi’nde o konuşmanın metnine rastladım. Bu gün ne yazık ki Medeni Kanun konusunda, Ali Himmet Berki başta olmak üzere iki hukuku da bilenlerin ta o zamandan uyarıları hiç göz önünde tutulmamaktadır. Ve esef vericidir ki o hukukçuların izleyicisi olmaları gereken bazıları, çok istifade ettikleri halde, giderek, o kuşağın eserlerine kaynakçalarda yer bile vermiyorlar artık. Mesela bu acıklı durumu Ali Himmet Berki’ye yönelik olarak müşahede edebilirsiniz. Onun Fatih Kanunnamesi meselesinde hassasiyeti ve ortaya getirmiş olduğu Viyana Kütüphanesi meselesinden rahatsız olan sözüm ona yeni hukukçular var. Görüşünü çürütmeye çalışıp duruyorlar. Eslafı reddettiklerinin farkındalar mı acaba? Ne uğruna? İlim adamı mı, yayıncı mı olduklarına bir karar versinler; Avrupa’ya öykünmeyi bıraksınlar.

Dedem, memleketi İbradı’da yapılan bir caminin minaresini yaptırmış. Parasını maaşından değil, telif ettiği kitabının gelirinden kısım kısım vermiş. Saf, arı olsun diye. Fatih medresesinde okurken, yazın Şehzadebaşı kıraathanelerine o da gider, fakat içeri girmezmiş. Ben satranç bilir misiniz, oynadınız mı hiç diye sormuştum, oradan açıldı anlatacağım olay: Kıraathanenin dışına pencerenin yanına oturmuş satranç seyrediyormuş. Bir ara yakında oturan fesli birinin dikkatle kendisine baktığını fark etmiş. Sıkılmış ve belli de etmiş. Abdülhamit devri, hafiye zannettim demişti, hiç unutmam. Adam iskemleden kalkmış, yanına yaklaşmış ve demiş ki: “Ben talebe müfettişiyim, endişe etmeyiniz Ali Himmet Efendi. Biz sizin ne kadar ciddi ve ilim aşığı bir talebe olduğunuzu biliyoruz. Bu şekilde bile olsa memleket için çok kıymetli olan vakitlerinizin boşa geçmesine gönlümüz razı olmaz” gibi bir şey söylemiş. Dedem gözlerini gözelerine dikip “Evladım o sözler bana son oldu bir daha hiç gitmedim ve öyle şeyleri meraka son verdim. O gün bugündür günde 8 saatimi tetebbu ve yazmaya ayırıyorum. Ben hep tetebbu eylerim Eşfak oğlum…” demişti bana. Aynı gün yazmayı düşünmüyor musunuz diye sorduğumda ummadığım bir kızgınlığı oldu. Bana yönelik değildi elbette. Fakat iki devir farkından dolayı sürekli sukut-u hayal içinde olduğunu anladım. Gidişatı bütün o nesil gibi, iyi görmüyordu. Dedem Ali Hikmet Berki, son devir Osmanlı ulemasından, okul arkadaşları Ahmet Hamdi Akseki, Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Bilmen vb. gibi şahsiyetlerin de takdir ve hürmet besledikleri; dergilerde sürekli yazmış, hizmeti esas almış bir insandı. Ankara’da İstanbul’dan gitmiş bir hukukçular topluluğu dedemle birlikte iyi şeyler yapmışlardır. Hukuk çerçevesinde hakikatçidirler.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Belirleme X / Ay Vakti
Çözümlemeler / Nurettin Durman
Dakika 1 / Hamit Can
Bağbozumu Saati / Fatma Çolak
Cemre / Şeref Akbaba
Tümünü Göster