Derviş

Tekkenin, oyma çiçek desenleri, aslan başı siyah demir halkalarla süslü büyük giriş kapısının ardındaki geniş avluda derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Ceviz ağacının kökleri, toprağı hoy­ratça kavrayan, kördüğüm eklemli, kuru, dev bir elin uzun parmaklan gibi büyük budaklar ve kıvrımların şekillendirdiği gövdenin devamında iyice kalınlaşıp, kasılıyordu. Yaşlı ağaç; tekkede yaşamın tüm yönlerini temsil eden, iki dünyaya ait biricik canlı varlıktı. Bulutlara uzanan dal­ları, yeşil büyük yapraklarıyla adeta Babil Kulesl’ni simgeliyor; gök ile yerdeki varlıklar arasında köprü görevini yerine getiriyordu. Vakit gece yarısını biraz geçmişti. Yorgundu ay… Lacivert bir aydınlığın yıkadığı sokaklarda serseri sessizlikler dolaşıyordu. Gerçeklik denizinden şarap içince bir sarhoşluk haline girilir. Bu sarhoşluk, dervişin büyüklük ve yücelikler için duyduğu susuzluğu ifade eder. Kaf ve nûn… Kuşkusuz söz kalptedir. Dil ise kalbe delil oldu. Yüreğe halden hale geçtiği için “kalp” denilmiştir. Kalp; eşyayı ve eşya çevresinde dönüp dolaşan anlamları yansıtır. Her şeyden sonra Allah’ı gördüm; sonra onu her şeyle beraber gördüm. Elhamdülillah…

Bosnalı izzet Faik Efendi, her gün sabah namazından sonra ceviz ağacının önünde korkulu bir saygı ile durur, başını kaldırıp uzun uzun bakarak ağacı selâmladıktan sonra, diğer müritlere; “maşaallah, bu ağaç, Şeyh Lâmekâni Cem’î Efendi’nin emanetidir. Ona hürmet ve selâmda kusur etmeyelim. Doğru gitmek, kasdetmek, terk etmek vesselâm…” der; dualar okuyarak ellerini yüzüne sürerdi. Lâmekâni Cem’î Efendi, Oğlan Şeyh Sarı Haydar Efendi’nin iki sene önce ölen babasıydı. Tekkenin arkasındaki geniş bostanın sonundaki mezarlıkta gömülüydü. Halk arasında, bilgisinin çok geniş ve derin olduğu ileriye sürülen bu zâtın, aslında ölmediği, yaşarken, çok sevdiği, gâh gövdesine sarılarak, gâh omuzunu, sırtını dayayarak uzun uzun soh­bet edip dualar mırıldandığı kadim dostu ceviz ağacına dönüşerek tekkenin önünde beklediği söyleniyordu. Bu söylentilerin de etkisiyle olsa gerek, tekkeye gelip baş açıp mintan yırtarak yola giren seyyarlar, ağaca hürmet eder; çevresini temiz tutarak, taşlıktaki tahta sedirlerde sohbet edip, şerbet yudumlarken, huşu içinde onu temaşa ederek, yapraklarının kıpırtısından dökülen gizemli seslerle düşüncelere dalarlardı. Akşam bulutları bostanın ardındaki tepelerde kümelenirken, arka avludaki çeşmeden küçük mermer havuza biteviye dökülen incecik suyun çıkardığı sesler, isli lâmba ışıklarının aydınlattığı avlunun taş duvarlarında kırılıyordu. Çelik soğukluğunda, mavilenmiş aceleci bir akşam esintisi Nur Mehmet Efendi’nin göğsüne ve yüzüne dokunarak uzaklaştı. Gözlerini araladı. Oturduğu tahta kerevette uyuşmuş, kendinden geçer olmuştu. Ellerinden destek alarak doğruldu… Okudukça yüreğinin duvarlarını yonga yonga inceltip şeffaflaştıran, ışığın girmesini sağlayan yanı başındaki rahle de kapalı duran Kur’anı Kerim’i okşadı. Üç kez öpüp başına koydu. Beş yıldır tekkeye hizmet ediyordu. Artık zamanı gelmişti. Gece gündüz demeden, bıkmadan usan­madan şeyhine yaptığı hizmetlerin karşılığını görmek; aynı aleminde varlığından geçmek için büyük bir arzu ile yanıp tutuşuyordu. Ne demişti Şeyh: ” iyi bil ki, melek, nefis ve şeytan senden ayrı ve senin dışında bir varlık değildir. Tersine, sen onlarsın. Bunun gibi, yer, gök, cennet, cehennem, yaşam, ölüm de senin dışındaki şeyler olmayıp sende bulunanlardır. Uzlette tüm bunları seyredip saflaştığın zaman bu sır sana açıklanacak­tır.” Düşündü. Korku ile karışık bir coşku gezindi içinde; ve ürperme…

Bedeninden nefret etmişti hep. Hiçbir yerde toplanmamacasına dağılmak, kül olup savrulmak; ömrü boyunca kendisini günahlara sokan, kan, et, sidik ve terden başka bir şey olmayan varlığından geçerek ceviz ağacının koynunda titreksiz yanacak ışığı ak bir kandile dönüşmek istiyordu. Lâmekâni Cem’î Efendi olmak…

Sabahları namaz için uyandığında kaç kez bedenini yokluyor; her defasında günahtan yok olmayıp nasıl böyle yaşayabil­diğine hayret ediyordu. Toprakla ilgili hazzın yok olunca çöl görürsün. Çölü aşarken bir süre sonra çöl senin altından geçip gitmeye başlar. Aslında geçip giden çöl değil sensin. Dostum iyi bil ki, sen, büyük ölüm dışında, hava, ateş, su ve topraktan kurtulamazsın. Uzlette bir denizle karşılaşır, karşı kıyıya geçerken boğulduğunu görürsen su ile ilgili hazzın son bulmuştur. Deniz safsa, denizin içine güneşler, nurlar, ateşler batmış ve gömülmüşse bu marifet denizidir. Yağmur görürsen, o çorak bir alan gibi olan yürekleri diriltmek içindir. Ateşe dalıp çıkarsan bil ki bedeninden ateş hazzı yok olmuştur. Önünde geniş bir uzay, enginlik, onun da üstünde berrak bir hava; bakışının sonunda yeşil, sarı, kırmızı renkleri görürsen, bil ki sen havadan o renklere geçeceksin. Yeşil, kalp yaşamının, kırmızı, gücün rengidir. Sarı, zayıflıktır…

Kameriyede desturla elini öpüp dizinin dibine iliştiği Şeyhi Sarı Haydar Efendi’den, uzlet için, bulabildiği en saygılı ve zarif sözlerle talepte bulunurken, hallerini anlatmış; yumuşak bir sesle konuşan Şeyhinden: “Daha vakit var Mehmet efendi; başaklar olgunlaşmadı henüz. Hele biraz daha sabredelim” yanıtını almıştı. Nur Mehmet’in yapacağı bir şey yoktu. Halden anlamaz mıydı şeyhi? Belli ki pişmemiş oldu­ğu için yanmasına da izin vermiyordu. Bir bildiği olmalıydı, içi burkuldu ama hemen kovmaya çalıştı bu kırgınlığı, elbetteki bir ölü gibi gelip teslim olduğu Sarı Haydar Efendi ne derse o olacaktı. “Acele şeytandandır.” diye mırıldandı. Üç yıl önce, Şeyh’e ve tekkeye bağlılığını kanıtlamak için bütün malını mülkünü satıp, kentin sokaklarında kafasına, omuzlarına sığır işkembesi ve bağırsaklar bağlayarak dolaşmış, gururunu kırıp, kendini yeterince aşağılamıştı. Halk arasında şöhret belasını kazanmasına neden olmuştu bu durumu. Müritler onu pazar yerinde çocukları üzerine işetirken, yalaklara dökülen artık yiyecekleri köpeklerle paylaşırken görmüşler, gelip Şeyh’e anlatmışlardı. Sarı Haydar Efendi kız­mıştı. Bir sohbetinde,

“fazla melamet gösteriyorsun” diyerek herkesin içinde uyarıda bulundu. Bu sıradışı davranışlar halkın ve devlet yetkililerinin dikkatini çeker, hem anlaşılmaz, hem de tekke aleyhinde asılsız dedikodulara yol açabilirdi. Bâb-ı Âli, Üsküp’deki tarikat ehline bir süreden beri kuşku ile bakıyor, etkinliklerini yakından izliyordu. Sarı Haydar Efendi, Nur Mehmet’in ikide bir halkın önünde gereksiz vecde gelmesinden, Cuma namazından önce kendisi için kentin minaresine çıkarak, haşa “ey ümmet selâma durun! Muhammed Mustafa geliyor…” diyerek, kendinden geçmiş bir şekilde bağırmasından artık iyiden iyiye kaygılanıyordu. Şeriata değin gerekçeler ileriye sürerek Nur Mehmet ve tekke hakkında şikâyette bulunan yetkililerle görü­şüp onları ikna etmeye çalıştı. Tüm bu olanların istanbul’a rapor edilmesi ve Şeyhülislâm’ın tarikat aleyhine kışkırtılması durumunda, tekkenin kapatılması, şeriat yasalarına muhalefetten tutuklanarak cezalandırıl­maları an meselesiydi. Hibe, yardım ve bahşişler de azalır olmuştu son zamanlarda. Bir şeyler yapmalı, Nur Mehmet’den kurtulmalıydı… Herkes korkuyordu. Allah gece yıldızlarla, gündüz güneşle bakar.

Akşam namazından sonra Sarı Haydar, izzet Faik Efendi ile birlikte büyük odadaki ocağın önünde otu­ruyordu. Yanmakta olan odunlardan ocağın isli duvarlarına doğru kırmızı ve turuncu kıvılcımlar sıçradı. Alevler yükselip alçaldıkça, Şeyhin duvardaki gölgesinin boyutları değişiyordu. “Nur Mehmet …” diye mırıldanmıştı ki izzet Faik Efendi hemen ayağa kalktı. Saygı ile ellerini kuşağının üstünde birleştirdi; tepe­den tırnağa niyaz kesilmiş, başını öne eğmişti. Sarı Haydar göz ucuyla çıtırtılarla yanmakta olan ateşe bakıyordu. Belli ki bir huzursuzluğu vardı. Alevlerin renkleri ve gölgeler yüzünde birbiri ardına bel irip yok oluyorlardı. “Mehmet gönülden hizmet etti Faik Efendi. Allah ondan razı olsun” diyerek esintili bir sesle konuşmasını sürdürdü: “Kendisi için uzlette fayda görülmektedir. Zamanı gelmiştir. Hamama bitişik hücre hazırlansın…” Gözlerini kapattı. Sessizliği uzadı. Parmaklan elindeki şimşir taneli teşbihi hareketlendirir­ken, dudakları kıpırdıyordu. Ocakta yanan odunların şımarık çıtırtıları duyulmaya başlamıştı yine. izzet Faik Efendi lisanı hâl ile onaylamıştı Şeyhinin dediklerini. Bir şey söylemedi. Büyük odanın karanlık köşesinde hayal meyal görülebilen tahta kapıya doğru başı öne eğik sessiz adımlarla bir hayalet gibi geriledi. Kapıyı usulca açtığında incecik, metalik iniltiler yükseldi menteşelerden. Hemen yandaki tahta rafta koridoru aydınlatmaya çalışan mum titredi, sonra sakinleşti yine…

Heyecanlanmıştı izzet Faik Efendi. Sevinmişti de… Mehmet Nur’dan kurtulacaklardı. Düzeni bozuyor, şöh­reti dikkat çekiyordu çünkü. Hızlı adımlarla koridoru geçti. Müridler halkalanmış Cuma zikri yapıyorlardı. Pencereden ceviz ağacına baktı. Uzun zaman önceki kendi hali geldi aklına. Durgunlaştı biraz. “Uzlet ne büyük deneyim, ne büyük serüven, ne büyük özgürlük” diye geçirdi içinden. Kayalar yuvarlanıyordu tek tek… Yüreği ağırlaşmıştı. Doğru olan neydi, vicdanı rahat mıydı? Ceviz ağacının ötelerine, ay ışığının gümüş bir aydınlıkla yıkamakta olduğu beyaz camiin küçük parlak kurşun kubbelerine doğru bakarken, Lâmekâni Cem’î Efendi’nin öğütleri aklına geldi: “Basiretin açılışı gözden başlar izzet Faik Efendi… Sonra sırayla yüz, göğüs ve daha sonra da tüm bedende ortaya çıkar. Uzletin ilk dönemlerinde zenci bir adam karşına çıkar, sonra kaybolur. Bu kişi aslında kaybolmuş değildir. Tam tersine, sen osun. O senin içine girer ve seninle birleşir, tek varlık haline gelir. Onun derisinin rengi, sırf “beden giysisinden” dolayı siyahtır. Sen ondan bedeni yok ettiğinde, istek ve anma ateşinde onun giysisini yaktığın zaman, o giysinin özündeki cevher çıplak olarak ortaya çıkar ve nur haline gelir. Böylelikle beyazlaşırsın. Derviş, uzlette saflaştığında, onun için bir kalp eli ortaya çıkar, bu elde ateş dolu bir kap vardır. Onu yeryüzüne vuruyordun Gökyüzü ise, kendisine saldıran ayetler ordusunun şiddet ve kuvvetinden kan dökmektedir.” Karanlık kendinden soyunurken gök mavileşmeye yüz tutmuştu. Sabah oluyordu. Ezanı duymak ve ferahlamak istedi. Nur Mehmet, sabah namazından sonra mescitde Şeyhinin elini öperek diğer müritlerle de helallaştıktan sonra, izzet Faik Efendi’yle birlikte hamamın arkasında bulunan uzlete gireceği hücreye yöneldi. Avluyu ve bostanı art arda yürüyerek konuşmadan geçtiler, izzet Faik Efendi dualar okuduktan sonra hücrenin kapısı­nı açtı. Buyur dediğinde elini öperek helallaşan Nur Mehmet’in omuzunda yeşil seccadesi dar ahşap merdi­venlerden zemine inmesini bekledi. Basamakların çıtırtıları kesilmişti. Nur Mehmet, aşağıya indikten sonra

izzet Faik Efendi’ye bir kez daha teşekkür etmek istercesine dönüp baktı. En büyük isteğini gerçekleşti­recekti artık… Kısa bir dua okudu ve Allaha şükretti tekrar. Işık arkadan geldiğinden gözleri kamaştı, yüz ifadesini göremedi izzet Faik Efendi’nin… Küçük kapıdan akan sabah ışıkları yüzünü aydınlattı son kez. Dudaklarında, yüreğindeki memnuniyet ve coşkuyu yansıtan belirsiz bir gülümsemenin kımıldanmasını önleyemedi. Hücrenin kapısı dünyayı ve gerçekliği dışarda bırakır biçimde yavaşça kapatılırken, demir sürgü ve asma kilidin sesleri kısa aralıklarla taş duvarlarda yankılandı. Neden demir sürgü; neden asma kilit? Bu soruyu sormadı kendine. Üzerinde düşünmedi de hiç… Yeni mekânında kırk gün karanlıktan başka arkadaşı olmayacaktı.

Seccadesini serdi. Oracıkta duvar üstünde rafta duran yarısı erimiş kalın mumu yaktı. Testisini, su kabını, ekmek ve kuru yiyeceklerini uzanabileceği bir yere yerleştirdi… Bağdaş kurarak seccadesinin üstüne otur­du. içinde aşamadığı bir merak, sonsuz sorular ve inançları vardı. Başını ellerinin arasına aldı. Hücresi gibi loş, hatta karanlık olan bedeninin, arındıkça ak bir bulut haline geleceğini, havada asılı kalacağını düşü­nüyordu. Maddi, dünyevi haz ve tatlar yok oldukça beyazlaşıp yağmur bulutuna dönüşecekti. Yağmur bulutuna… Devam etmeliydi. Söylendiği gibi bir çöl ayaklarının altından geçiyordu. Belki geçip giden çöl değil kendisiydi. Zikretmeyi sürdürdü. Zaman geçiyor muydu? Son günlerde, şiddetli bir baş ağrısı zikrine eşlik ediyor, hücresinin her yanından sesler geliyordu. Renklerin, seslerin dans ettiği bu karanlık küçük yerde aklını yitirmek üzereydi. Günü ve tarihi bütünüyle unutmuştu. Dışarda eşyanın büyük bir değişim geçirdiğini, ağaçların gövdesinin, yapraklarının artık kırmızı olduğunu, göğün bakır rengini aldığını, dağların atılmış renkli yün gibi olduklarını sanıyordu. Hücresi boşlukta duruyor da olabilirdi. Gerçeklik duygusunu yitirmişti.

Uzletin son günlerine doğruydu. Zaptiyeler tekkeye geldiler. Tekkenin, Şeyhülislâm’ın fetvası üzerine kapatılması gerekiyordu. Dervişlerin, devletin dinine, örf ve adetlerine açıkça meydan okuduğu, halkı yanlış yollara sevkettiği, tekkenin batini bir fesat yuvasına dönüşerek dinden uzaklaştığı iddia ediliyor­du. Oradaki tüm mallarına el konularak mühürlendi tekke. Şeyh Sarı Haydar ve müritleri tutuklandılar. Mahkeme edilmek üzere istanbul’a gönderildiler. Tutuklama sırasında izzet Faik Efendi hücrede uzlette bulunan Nur Mehmet Efendi hakkında güvenlik kuvvetlerine bir şeyler söylemek istediyse de, Şeyhin sus­masını işaret eden bakışları üzerine bundan vazgeçti. Nur Mehmet’in tutuklanması mahkemede işlerini daha da güçleştirebilirdi. AhhL Hüzün nasıl mutlak susmadır. Onda nefes darlığı hastalığında olduğu gibi korku nedeniyle uzun ve sık nefes alıp vermeler vardır. Bu hal güçlenince ses rin noktasına gelir. Rin noktasını aşınca hüzün sona erer. O zaman hüzne alışma halinin ortaya çıkması için, neşe, coşkunluk ve ferahlık halleri bastırır. Hüzün elbisedir, şaraptır, dış kabuktur; iç kabuk, öz ise özlemdir. Derviş, bazen, durup dururken kendisinden kuş seslerinin çıktığı bir hale ulaşır. Bu Allah’la olmanın sevinci, ferahlığıdır. Bu halle ilgili olarak adı insanlar arasında deliye çıkar.

Nur Mehmet hücresinde bırakılmış; unutturulmuştu. Sarı Haydar, başına gelecekleri bildiğinden, Nur Mehmet’i kurtarmak, belki de görünmez kılarak tekkeyi korumak için istemeye istemeye uzlet seçeneği­ni kullanmıştı. Şimdi içi kan ağlıyordu. Pişman olmuştu. Tarikat terbiyesine göre yeterince olgunlaşmamış Nur Mehmet’in, hücrede açlık ve zikir yükü altında ezilerek çıldıracağını, belki de kafasını duvarlara vura vura öleceğini düşünüyor; aklına binbir türlü kötü şey geliyordu. Tekkeyi kurtarıyorum derken bir cinayet işlemiş de olabilirdi. Nur Mehmet, hücre çilesine gireli kırk günden fazla olmuştu. Bosnalı izzet Faik Efendi, baskın biçiminde yapılan tutuklama anında, hücrenin anahtarını mutfak duvarındaki gizli bölmede bırakmıştı. Anahtarı kimse bulamadı. Pazartesi günü, mühürlenmiş tekkede el konulan malların listesini yapmak; onlardan bir bölümünü götürmek üzere bir heyet geldi. Bir iki memur binanın arka tarafındaki avluya geçtiler. Uzakta, avluya bitişik bostanın ilerisindeki hamamın küçük cam pencereleri, güneşte parlayan süslü kubbeleri görü­nüyordu. Memurlar, ince bir keçi yolunu izleyerek bostanın içinden hamamın bulunduğu yere ulaştılar.

Hamam, soğukluğu, külhanı, göbek taşı, mermer kurnaları, parlak sarı muslukları ile temiz ve ferah bir yerdi, iki memur orada gördükleri eşyayı listelerken, birden, duvarlardan gelerek kubbeye yükselen ve derinden gelen bir fısıltıya kulak verdiler. “Sübhanallah!” Biri, diğerine, ‘sen de duyuyor musun; yoksa rüzgar sesi mi?’ diye sordu. Öteki, ‘hayır bu bir insan sesine benziyor’ şeklinde cevapladı soruyu. Birlikte tekrar dinlediler. Evet; fısıltılar insan sesiydi… “Sübhanallah!” Her iki memur kulaklarını hamamın duvar­larına dayayıp tekrar uzun uzun dinleyerek iyice emin oldular. Duvarlardan fısıltı halinde “Sübhanallah!” sesleri geliyordu.

Korkuyla karışık bir merakla koşarak hamamın dışına çıktılar ve arkadaki hücreyi gördüler. Küçük tahta kapısı kilitli ve sürgülü olan hücrede İlk bakışta yaşam belirtisi yoktu. Kapıyı birkaç kez vurup çevresini dolaştılar hücrenin. Bir memur, büyük asma kilide rağmen, güçlü tekmeler, omuz vuruşları ve iterek kapıyı zorladıysa da açamadı. Diğeri, “kilidi kıralım.” dedi. Biraz tartıştıktan sonra kilidi kırmaya karar verdiler. Küçük kapının asma kilidi balyoz darbelerine fazla direnemedi; koptu ve düştü. Sürgüyü de kırdıktan sonra kapı açıldı, içerden rutubetle karışık kesif bir gül kokusu geldi. Sesler, kapının karşısındaki duvarda yankılandı yine. “Kimse yok galiba..” dedi birisi. Kapının girişinden hücrenin karanlık zeminine inen dar ahşap merdivenin ilk basmağında durdular, inmeye niyeti yoktu hiçbirinin. ‘Silah ya da para saklanmış olabilir, inip bakmalıyız…’ dedi birinci memur; diğerini cesaretlendirecek şekilde… Karanlığa alışıp birlikte aşağıya indiklerinde, kıbleye dönük oturan, hafifçe öne eğik bir insan bedeniyle karşılaştılar. Gözleri, karşı­sındaki bir şeye hayret ediyormuşcasına canlı, açık ve parlaktı. Elinde teşbih, bağdaş kurmuş durumda yeşil seccadenin üzerinde katılaşmış biçimde oturuyordu. Saç ve sakalları iyice uzamıştı. Öldüğünün, bir ceset olduğunun kanıtı, koku ve çürüme yoktu. Hatta yaşıyormuş görünümündeydi. Yanında küflenmiş ekmek parçalan, testisinde de biraz suyu kalmıştı. Memurlar, önce soluk alıp almadığına baktılar. Soluk almıyordu. “Ölmüş bu I” dedi biri. Ama gizemli fısıltılar devam ediyordu. Diğer memur, Nur Mehmet’in kalbini dinledi. Fısıltılar oradan geliyordu. Korktu, irkildi ve şaşkınlıkla geri çekildi. Yüzü sarardı önce, donuklaştı ve arka­daşına baka kaldı. Konuşamıyordu. ikisinin de şaşkınlıkları geçer geçmez cesede dokunmaksızın hemen yukarıya çıkıp tekke binasındaki diğerlerine haber vermeye yöneldiler. Uzlette uyku gelir. Beden toprakla yoğrulmuştur. Toprak ise toprağı ister. Yatmak ve uyumak isteği böylelikle ortaya çıkar. Beden, uzlette toprak özelliklerinden temizlenince derviş de uyumaktan kurtulur. Eşya kendisinden yok olur. O anda cam içinde kalır ve camdan başka bir şey göremez. Varlığın en son sınırı dervişin cam rengini almasıdır. Bundan sonra ruh güneşini arkasında görür. Varlık yuvarlak bir kalkana benzer şekilde önüne gelir. Ve derviş ölümü tatmadan varlığı aşamaz.

Memurlar geri döndüklerinde hücrede bıraktıkları cesedi yerinde bulamadılar. Hücrenin içi, çevresi havada uçuşan, yerde dağılan bembeyaz küllerle örtülmüştü. Tekrar hamama baktılar. Bu kez hiçbir ses duyama­dılar. Hepsi şaşkınlık içindeydi. Zaptiyelerden birisi; ‘O aranan Nur Mehmet olabilir. Yazık kaçırdık!..’ diye söylendi. Hücreyi bulan iki memur, endişeli ve sorularla yüklü yüz ifadesi ile birbirlerine baktılar. Güneş alçalıyor, hızlanan rüzgâr, kavak tozlarını, uçuşan külleri birbirine karıştırarak uzaklara götürüyordu. Nur Mehmet, karanlığın ardına gitmiş; amaçladığı gibi bir daha hiçbir yerde olmamak üzere özgürleşmişti. Derviş Nur Mehmet Efendi kayıp ilan edilince, tekke ile ilgili dava delil yetersizliğinden düştü. Şeyh ve müritleri salıverilerek Üsküp’e döndüler. Sarı Haydar, bir süre sonra ağır bir hastalığa yakalandı. Çok acı çekti ve Zemheri fırtınası günlerinde ruhunu teslim etti. Bosnalı izzet Faik Efendi, Üsküp’e döndükten sonra yalnızca ibadetle uğraştı, insan içine çıkmadı ve Şeyh dâhil hiç kimseyle de konuşmadı. Müridler bir gün sabah namazına kalktıklarında cesedini ceviz ağacında asılı buldular. Tekke bu olaylar nedeniyle itibarını iyice yitirdi. Bir süre sonra da sessiz sedasız kendiliğinden kapandı. Ama o günlerden beri, hâlâ, derviş Nur Mehmet Efendi’nin lacivert gecelerde Üsküp sokaklarında dolaştığı, sokak köpeklerine ekmek verdiği, tekkenin bahçesindeki ceviz ağacıyla sohbet ettiği, metruk hamamın duvarlarından fısıltılarının yükseldiği söylenip durmaktadır.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Derviş / Abdullah Şevki
Kitapları İkinci Ele Düşürmeyen Okurlar…... / Fatih Pala
Herkesin Bir “Nuh”u Vardır / Abdullah Ömer Yavuz
Bir Kapıda Durulmak / Mehmet Aksu
Tabut Terapisi / Kenan Yusuf Taşkın
Tümünü Göster