Sorularınıza geçmeden önce Ay Vakti’ne teşekkürlerimi ileterek birkaç şey söylemek istiyorum: Ben bir müslüman kimlik taşıyorum ve bütün algı ve davranışlarımı bunun üzerine bina ediyorum. Ne demek bu? Şu demek: Bir Yüce Yaratıcı’nın var olduğuna, O’nun her şeyi yarattığına ve her şeye gücü yettiğine inanıyorum. Bunun açılımı olarak da hayatın fani olduğuna, ebedi alemin ötede bulunduğuna; fani dünyada yapıp ettiğimiz her şeyin ahiret denilen alemde bir iz düşümünün mutlaka var olduğuna iman getirdim. Bu inancım bir yandan bana müthiş bir sorumluluk yüklerken, öte yandan da yaşadığım dünyada konumumu belirlemektedir. Evrensel varoluş kimliğini öne çıkarmayan her davranış iç dünyamı vurmaktadır. Beni sonsuza taşıyacak olan bu kimliğime asla zarar gelsin istemem. Bu kimliğimi koruyacak yegane korunağı da aşk olarak görmekteyim. Aşkı, O’ndan gelen ve O’nun yarattığı her şeyi bozmadan kavramak ve ona yanaşmak olarak algılıyorum. Bu nedenle bir bozguncu olan “Uygarlık”a karşı yegane direnme bilinci ve hayat telakkisi olarak algılıyorum. Şimdi sorularınıza geçebiliriz.
Uygarlığa aşkla nasıl direneceğiz?
Yukarıda kısaca değindim, aşk, varoluşsal kimliktir. Var olmadan, bir şeye karşı direnmek elbette mümkün değildir. Aşk, insana kendini tanıtmakla kalmaz, “öteki”nin de asıl kimliğini ortaya çıkarır. Siz kendi iç aynanızı görünce, bütün varlığın aslında kendi içinizdeki iz düşümlerini müşahade edersiniz. O zaman, varoluşsal kimliğinizle örtüşen ve örtüşmeyen ne varsa ortaya çıkar. Bu durumda ayırt edici bir kimlik kazanırsınız. Bunun adına Hak ve Batıl diyoruz.
İşte o vakit “uygarlık” denilen kimlik bozucu yapılanmanın asıl kimliksizliği karşınızda beliriverir. Bunu tanımak için aşkı meşk edinmek gerek. Bunun dışında “uygarlık”a karşı bir direnme metodunun olabileceğini sanmıyorum; çünkü “uygarlık”ın gönülden başka giremeyecek olduğu yer yoktur ve aşkın da gönülden başka evi yoktur.
Uygarlık – Medeniyet eş anlamlı kelimeler değil mi? Neden farklı şeyler diye tarif ediyorsunuz?
“Uygarlık”la-Medeniyet, sözlüklere bakıldığında “civilization” karşılığı olarak eş anlamlı gözükür. Bunu böyle algılayanları kınamıyorum. Onlar, bu kavramlara aynı anlamı yüklerlerken seküler bir anlayış sergilediler ve “öte” kavramına sözlüklerini aralamadılar. Ama bunun böyle olmadığını tarihi gelişim bize göstermektedir.
Tüm peygamberlerin vahiyle getirip kurdukları dünyanın adıdır, medeniyet. Orada insanın sorumluluğu ve öteye açılımı söz konusudur ve her şey fanilik üzerine konuşlandırılmıştır. İnsan, “olmak” için çaba sarfeder ve savaşı değil, barışı önceler. Buradaki barış, cihad üzerine temellendirilir ki, kötülüğe açılan her kapıyı kapatmaktır. Medeniyetin ruhu Hira’da demlenerek Medine’yi kurar.
Uygarlık’ı ise, vahyi öncelemeyen, ötelerden habersiz, dünyayı beka yurdu olarak algılayan şehvetperestlerin kurduğu bir aldanışlar diyarı olarak algılıyorum. Bu yurdun tek amacı “sahip olmak” üzerine kodlanmıştır. Her sahip olmak kavramı da savaşı doğuracağından, bunların yurdunun tek gıdası savaş olarak ortaya çıkar. Uygarlık kuyusundan Yusuf’un sesini değil, kardeşlerinin yankılarını duyarsınız. Yusuf “olmak” için kuyuda kendini demliyordu, kardeşleri ise, “sahip olmak” için binbir entrikanın peşine düşmüşlerdi.
“Uygarlığın içindeki, bilim- ahlak-sanat gibi kavramlar delinin elindeki bıçak gibi öldürücüdür. Doktorun elindeki neşter gibi diriltici değildir.” Uygarlık ve Deli, Medeniyet ve Doktor söylemini biraz açar mısınız?
Temelleri iyi kavrarsanız, ardından gelen açılımları anlamak daha kolaylaşır. Doktorla deliyi net olarak sokakta ayırmak güçtür. Ama hastanede tanımadığınız bir insana doktor diye kendinizi teslim edersiniz. Çünkü o mekân, doktorların mekânıdır. Deliler de ancak net olarak tımarhanede anlaşılır.
Mikrobu, doktor olan tanır. Mikrop, öldürücü özelliğe sahiptir, mükellef bir bünyede olsa da. Doktor, medeni sitenin bekçisidir. Bir gül bahçesi düşünün, dağdan boşalan öldürücü sel orasını ne hale getirir? Bir de kurumuş bir buğday tarlasına diriltici yağmur ne yapar? Doktorun elindeki neşter diriltici, delinin elindeki bıçak öldürücüdür. Neticeyi göremeyen düşünce, insanı selamete çıkarmaz.
Uygarlık’ın en şaşaalı dönemlerini yaşıyoruz; insan insanın kurdu olarak birbirlerini kemiriyor. Bu ağacın yıkılmayacağını mı sanıyorlar? “Bilim, ahlak, sanat” Bunlar başlı başına birer derin kavramdır. Dünyayı kana bulayanlar çobanlar mıdır, yoksa “bilim adamı” denilenlerin derin hesapları mı? Hiroşima’ya atom bombasını bir üniversite mezunu atmadı mı? Yunus ne güzel der:
“Okumaktan mâna ne, kişi Hakk’ı bilmektir.” diye.
Ahlâk, yaradılış kodunun insandaki açılımıdır. Ateş yakar, su söndürür. İnsan ne yapar? Yaratılış kodlarını geliştirerek evrenle bütünleşmeye çalışır. İbadet işte bunun adıdır. Uygarlığın gerçek manada bir ibadet kaygısı yoktur. Bugün uygarlık sitelerinde bundan söz edilebilir mi?
Sanat ise başlı başına bir alem. San’i olanın eşyadaki görüntüsü, ruhun eşyaya yansımış dili ve güzelliği. Bunu, varlığını bozgun üzerine inşa eden bir anlayıştan beklemek ne kadar doğrudur?
Kısacası, Adana’da çay yetiştiremezsiniz, ama Rize toprağında taşın üzerinde bile çay filiz verebiliyor. İnsan denilen varlık da medeni bir ortamda gelişip serpiliyor ve Kâmil İnsan oluyor. Amaç insandır, insanın kemalatıdır; her oluşum buna göre değerlendirilmelidir.
“Batı, peygamberlerin ayak basmadığı toprakların adıdır. Bu nedenle orası masumiyet kavramını bilmez”. diyorsunuz burada Batı’yı bir suçlama mı var?
Topyekün mekân ve insanları suçlamak yakışık almaz. Batı’dan kasıt, batılı hayat edinenlerdir; ruhlarına çıkış yeri bırakmayanlardır. Batı insanı, yani vahyi öncelemeyenler, düşüncenin everestinin tepesine kadar tırmanmayı başarmışlardır. İnsan sonsuzluğu özleyen varlık, tepeden sonra gidilecek yer yok. Geri dönseler imkânsız, çünkü çok çileli gelinmiştir. O zaman ya delirmişlerdir, ya intihar etmişlerdir, ya da içmişlerdir, unutmak için! İşte bu uygarlığın aşamalarıdır ve bir kısır döngüdür.
Medeni vahada yürüyenler de aynı tepeye gelmişlerdir. Onlar da birçok çilelerle test edilmişlerdir. Fakat onlar, uygarların yaptıklarından başka bir şey daha yapmışlar ve sonsuzluğun yoluna koyularak kabızlıktan kurtulmuşlardır. Nedir o? Sonsuzluk İpi’ne tutunmuşlardır. İşte bu son davranışı insana yaptıran vahyin soluğudur ki, bu soluk ebediyet yurdunun baharıdır ve mutluluğun da adresidir.
“Hikmeti akıl ile vahyin evliliğinden doğan çocuk olarak tanımlıyorsunuz.”bu meyanda neler söylemek istersiniz?
Hikmet evet, akılla vahyin evliliğinden doğan çocuğun adıdır ve bu çocukların, büyüdüklerinde kurdukları yurdun adı da Medeniyet’tir. Hikmet, bilgiyi kullanma sanatıdır. Burada irfan devreye girer; irfan, undan, şekerden, yağdan baklava yapma sanatıdır, becerisidir. Hikmet gözüyle baktığınızda, dışarıda bırakabilecek olduğunuz hiçbir varlık yoktur. Pislik iğrençtir. Onu suyla da yıkasanız temizleyemezsiniz. Metodunuzu değiştirerek hareket ettiğinizde pisliği bile kullanılır hale getirebilirsiniz. Toprağa atarsanız, bir elma ağacının köklerine gıda olur, sonra dallara gider, elma olur ve siz onu yersiniz. Hikmet, şerden de Hakk’ı çıkarabilmektir. Bütün bunlar, düşüncede sonsuzluk açılımı olmadan asla gerçekleşemez.
Sessizliğin zıddı olan reklamın paylaşımcılığı değil de rekabeti artırmasının, rekabetinse savaş sonucunu doğurmasının temelinde olan sebepler nelerdir?
Çağımızın, yani uygarlığın kendine özgü terimleri, kavramları vardır. Bunların en başında reklam gelir. Reklam, tüketim tanrısının cennetidir. Herkesi bu cennetine çağırması normal, çünkü onun ayakta durabilmesi, ürettiğini tüketmeye bağlıdır. Yine “sahip olmak” kavramı önümüze çıkmaktadır; çünkü uygarlığın tanrıları doyumsuzdur ve onlar insanların zaaflarıyla beslenirler. Bunun için de rekabeti alabildiğine kışkırtırlar. Rekabetin olduğu yerde savaş kaçınılmazdır.
Medeniyet vahasının en bariz kavramı vakıftır. Vakıf, karşılıksız yardımın adıdır. Aslında buradaki karşılık, insanın kendini olgunlaştırması ve kurtluktan kurtulup kulluk makamına erişmesidir. Uygarlığın, vakıf kavramına eş olarak ürettiği kavramın adı ise sigortadır. Sigorta, kaz gelecek yerden tavuğu esirgememenin adıdır ve orada yine insanın doyumsuzluğu söz konusudur.
Medeniyetin de, Uygarlığın da toprağının kadın olduğunu görüyoruz. Bu durum kadına ne şekilde bir konum kazandırıyor ve kadının rolü nedir?
Kadın konusu, bir insanlık konusudur. Diğer kavram, terim ve oluşumlar nasıl ki medeni yurtta ayrı, uygar sitede ayrı algılanıyor ve anlam kazanıyorsa, kadın konusu da her iki anlayışta ayrı algılanacaktır. Allah, Adem’i topraktan yarattığını, Havva’yı da ondan meydana getirdiğini söylemektedir. İnsan kromozomlarına bakıldığında da erkekteki kromozomların yarısının dişi ve yarısının erkek olduğu görülür; kadında ise farklıdır; kadındaki kromozomların tümü dişidir. Bu da bize kadının erkekten bir parça olduğunu göstermektedir. Tarihteki bütün Mecnun’ların Leyla’yı araması boşuna değildir.
Mecnun’un aradığı aslında kendisidir. Hepimiz özde kendimizi aramıyor muyuz? Kadın, erkeğin gurbeti, erkek kadının vatanıdır. İkisi bir araya gelince insanlık ya nur olarak ortaya çıkar, ya da ateş olarak. Nur olarak ortaya çıktığı yerin adı Medeniyet’tir; ateş olarak çıktığı yerin adı da uygarlıktır. Uygarlık sitelerinde kadın bir şehvet metaıdır. Bu nedenle orada kırkını geçen veya çirkin konumunda olan kadınlar sıkılmış limon gibi sokağa atılırlar. Bu kadınlar da erkeklerden intikam almak için bir dernek kurarlar. İşte bu derneğin adı Feminizm’dir. Kökü savaşa dayanır, öyle olmak zorundadır; çünkü uygarlığın çocuğudur. Zaten uygarlığın “izm”lerden başka çocuğu mu vardır?
Yıllarca Batı’nın önümüze attığı “Kültür, Uygarlık, Rönesans, kalkınma, az gelişmişlik …” gibi ne olduğu belirsiz kavramlarla uğraştık. Birazda kendimizle uğraşsak daha iyi olacak.” ifadesindeki kendimizle uğraşmanın ne anlama geldiğini açabilir misiniz?
Kendimizle uğraşmak demek, medeniyetimizi tanımak demektir. Medeniyetimizi tanımadan önce insanın kendisini tanıması gerekmektedir. Kendi tohumumuzu tanımadan düşecek olduğumuz toprakta büyüme şansımız olmayabilir. İnsanın en büyük ihaneti kendisinedir. Bu ihaneti giderebilmek için mutlaka kendi kimliğini tanımak zorundadır. Bunun için de varoluş tohumunu Kur’an laboratuvarında test ettirmek durumundadır.
Kendimizi tanımaz ve medeniyet toprağına düşmezsek, bu sefer ayrık otları etrafı tutacaktır ki, bunun sorumlusu da kendini tanımayan bizler olacağız. Sorumluluk, insanı insan yapan en önemli duygudur ve onun, sonsuzluk kavramını içselleştirmeyen insanda boy atması mümkün değildir.
Kime göre Rönesans, az gelişmişlik, kalkınma? Şu an dünyadaki on milyarder insanın toplam geliri, 2.3 milyar insanın gelirine eşit! Dünyanın üçte birinin geliri, on insanda toplanmış! Bütün bu zenginlikler emekle kazanılmamış, offshore bankacılığı, borsa oyunları ve daha bilmem hangi saldırılarla ele geçirilmiş. Sahip olmakta sınır tanınmıyor. Paylaşımın olamadığı dünyada ruh tsunamileri eksik olmaz. Şu an Japonya’da olan deprem ve tsunamilere insanlığımızın gereği acıyoruz da, sonsuzluk yolunda nice ruh tsunamileri yaşanıyor, bunun farkında mıyız? Mutluluk, başkalarını güldürdüğünüz zaman, onların yüzünden yansıyan ışığın, sizin yüreğinizi hoplattığı duygunun adıdır. Tebessüm işte bu duygunun dışa vurumudur.
İbn Arabi’nin bir tıp tanımı var ki çok hoştur. Der ki : “Tıp, vücudu dengede tutma sanatıdır.” Toplumu bir vücut olarak algılarsanız, dengenin nasıl bozulduğunu ve hastalığın ölümcül olduğunu görürsünüz.
“Kalbe bağlı bir tebessüm, bütün dünyayı değiştirecek güçtedir. Bakalım o tebessüm şarktan mı doğacaktır garptan mı?” Tebessüme bu kadar güç veren şey nedir? Tebessümle uygarlığa direnmek ne demektir?
Önceki sorudan devam edelim. Evet, tebessüm, medeni vahalarda mutluluğu yakalamış insanların yüzlerine yansıyan ışıktır. Bu ışık yol vurucu değil, yol göstericidir. Tebessüm, kuyudaki Yusuf’un yüzünden Mısır’a uzanan ışığın adıdır ve orada Züleyha bile kendini bulacaktır. Yusuf kahkahalarla kuyudan çıksa, Züleyha’nın kuyusunda boğulacaktı. Oysa onun tebessümü, Züleyha’nın da kurtuluşunu sağlamış oldu. Tebessüm, medeniyetin ışığı; kahkaha ise, uygarlığın zindanıdır. Çünkü tebessüm ruhun yansıması, kahkaha şehvetin yakıcı alevidir.
“Ümitlerin tükenme noktasında ışık doğar, bu hep böyle olmuştur.”Bunun böyle olmasının nedeni ne olabilir, ışığın doğması için ümidin tükenme noktasına gelmesi mi gerekir?
Düşüşü olmayan yol, yol değildir; orada kalkmanın hazzını tadamazsınız. Her şey zıddıyla vardır; gece-gündüz; iyi-kötü… Uygarlık sitelerinde gelişen “ümit”ler yok olmadan, medeni vahadaki ışık yanmaz. Aslında medeniyetimizin parolası olan kelime-i tevhitte bu durum bariz şekilde gözükmektedir. Önce bütün ilahları yok ediyorsunuz ve ancak ondan sonra Rabbiniz size geliyor. Evet, uygar her donanımı elinin tersiyle itmeden, medeni oluşum gerçekleşmez. Bunun için de tümüyle önce Mekke terk edilir, tümüyle Medine oluşturulur ve sonra hepsi birden medeni yurt olur.
İnsanın gelişim süreci de bunu doğrular. El bebek, gül bebek büyüyen kaç lider tanıyorsunuz? Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan adam atomdan daha güçlüdür. Eskiler, “Viran olası hanede evladüiyal var” demişler.
O kadar her şeyimizi kaybedelim ki, Allah’a sahip olalım. Allah’a sahip olan neden mahrumdur, Allah’tan mahrum olan, neye sahiptir? Bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Ayrıca Ay Vakti’ne de çok uzun ömürler dilerim.
Biz de size çok teşekkür ederiz.