Sayın Özçelik. Sizi Mavera dergisinden tanıyor ve izliyorum. Velut bir şairsiniz. Şairliğinizin temelinde ne var? Sizi kim bu kıraç labirentti yollara sürdü? Yolunuzda kimlere rastladınız? Neler söylediler? Kimleri ustalarınız olarak görüyorsunuz?
Çocukluk, önemli bir dönem insan hayatında. Ben çocukluğumu şiiriyetin fazlasıyla var olduğu, yoksul ama onurlu bir aile ortamında yaşadım. Böyle bir ortamda her ne kadar hakim duygu “hüzün” ise de “sükut”, “teslimiyet” ve en önemlisi “sevgi” çok yoğun yaşanan hallerdi. Buna bir de bir köyde, tabiatın bin bir renk ve senfonisini ekleyecek olursanız şairlik kaçınılmaz bir ödeve dönüşüyor. İşte beni o yıllarda şiirin yoluna düşüren kimi sebepler bunlar. Zaman, farklı gerekçeleriyle doğru yolda olduğumu sürekli teyid etti. Yola girdikten sonra da çıkmak ne mümkün. Dolayısıyla hep şiiri yaşadım, onun ne olduğunu bilmeden. Derken ortaöğrenim yılları… Büyük şehre gelişim ve onunla çatışmam. Şiire tutunarak kendimi, hayatı, ölümü, aşkı kavrama çabalarım… Okuldaki edebiyat derslerindeki bilgi düzeyindeki şiir tanışıklığı bir yana bırakılacak olursa, beni şiir ve şairlerle somut manada tanıştıran Atasoy Müftüoğlu oldu. Bana Necip Fazıl’dan, Mehmet Akif’ten bahsetti. Ve gerisi geldi. Şiir kitapları okumaya başladım. Derken çok küçük yaşlarda kaybedilen bir babanın ölümünden duyulan acıyı dillendiren ilk şiirim ortaya çıktı. Sonrası malum… Fakat onlardan önce çocukluğumda babaannemin gözyaşlarını katarak söylediği Yunus ilahilerinden de söz etmeliyim. Bu bakımdan ilk hocam babaannem, ilk şairim Yunus Emre’dir diyebilirim. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Akif, Ziya Osman, Behçet Necatigil, Cahit Zarifoğlu… Önümde beni kendi yollarına çağıran bir ışık oldular. Hâlâ da onlar benim vazgeçilmezlerim. Dolayısıyla ustalarımdır onlar. Zarifoğlu’nun ise. daha özel bir yeri var. Bana şiir konusunda mektuplarıyla yol gösterdi. Şiirlerimi değerlendirdi ve onların yayımlanması, yani adımızın şaire çıkması onun sayesinde oldu. İlk kitabımın yayımlanmasında ise pay sahibi olan Erdem Beyazıt’tır. M. Atilla Maraş, bizden önceki kuşak olarak beni münzeviliğimden kurtararak daha geniş kitlelerce şair olarak tanınmam konusunda katkı yapan bir ağabeyimdir.
Biyografide Yunus Emre hatırımda… Sonra şiir kitaplarınız… İfşa, Serenat, Güneş ve Ayna, Dünyanın Tenhasında… Ve hikayeleriniz Gülün Sırrı, Şehitler Tepesi… Sizce, işte yıllarca didinip durdum, bu eserim doğdu dediğiniz eseriniz hangisidir? Şiirde ulaştığınız yer sizce yeterli mi? Daha neler var? Poetika oluşturuyor musunuz?
Yunus Emre’nin şüphesiz, gönlümde ve şairliğimde yeri çok özel. Sözünü ettiğiniz biyografi çalışması onu tanıma çabasının bir ürünü. Bir de o yıllarda onu bağlı olduğu inanç ve kültür ortamından soyutlayarak ele alma gayretkeşliklerine mütevazı bir cevap verme kaygısı. Vücut bulmasının iki önemli sebebi… Ve ilk baskısı ilk şiir kitabımdan da önce çıktığı için o benim ilk kitabım sayılır. Bunu bir talih olarak addediyorum. Ardından o kitabı yazarken Yunus’u çocuklara anlatma niyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkan “Gülün Sırrı” Üstelik hiçbir sanatsal kaygı güdülmeden Yunus Emre biyografisiyle birlikte yazıldı. Sonuç şu: Gülün Sırrı çok ilgi gördü. Baskı sayısı bugün için 15 bine ulaştı. Pek çok eve girdi ve kendi okurlarıyla buluştu. Bu kitabımı çok severim. Şiir kitaplarıma gelince… Onlar benim şiir yolculuğumda her ne kadar beğenip ilgi gösterenleri olsa da birer deneme ürünleriydi. Asıl hedefim -umarım bir iddia sayılmaz bu- çağdaş bir Yunus Emre olabilmektir. Bu, bir dilektir, duadır. Böyle biline… Bu yüzden şiirimde hissettiğim bir eksikliği çok sonraları yani beş kitap yayımladıktan sonra daha bilinçli fark ederek bu kitaplarla maddi ve manevi ilgimi kestim. Birkaç yıl hiç şiir yazmadım. Anladım ki ‘Tabduk’un kapısı”na kırk yıl düzgün odun taşımadan halis bir insan-şair olmak mümkün değil. Ben de putlarımı kırdım. Neticesi hayırlı oldu. Şiir ırmağımın yatağı değişti çok şükür.. Bunda Rahmetli Zarifoğlu’nun daha tanıştığımız ilk yıllarda gösterdiği şiir ufkunun da payı büyüktür. Bu sebeple asıl şiir hayatım yeni başlıyor. Yaklaşık iki yıldır yeni şiirlerimi yayımlıyorum dergilerde. İnşallah, “Gül ve Hançer” ismiyle bu ilk kitabım yayımlanmış olacak yakında. Bu yüzden eski şiirlerimin beni getirdiği nokta artık benim için önem taşımıyor. Şimdi bir dağın önündeyim. Elimde gül ve hançer…. Gülle “sevgili”ye ulaşmaya, hançerle yalanın ve yanlışın tuzaklarını aşmaya çalışıyorum. Eğer nasip olur da o dağa çıkabilirsem ustam Yunus’la orada buluşmuş olacağız. Poetika meselesine gelince ön denemelerimi “Şiir iklimi” kitabımda yayımladım. İnşallah daha kapsamlısı da zaman içinde oluşacak. Ama yeni bir şiir iklimini teneffüs etmem sebebiyle neler düşüneceğim, neler yazacağım, bu, zamana ve nasibe bağlı bir olay. Şimdilik, şair olduğunun şuurunda ama bunu asla gösteriye, medyatikliğe, kendini beğenme ve başkalarınca beğenilme kaygısına düşmeden bir çiçeğin açışı, bir ırmağın akışı, bir serçenin ötüşü ne ise o samimiyet ve tevazu içinde gerçekleştirmek, bir kulluk şuuruyla yani… Yardımcımız yüce Mevla olsun. Söz ki O’nun emanetidir. Şeytani ilhamlardan O’na sığınırım.
Çalışmalarınızda çocuklara yönelik eserler de var. Niçin çocuklar ve çocuk edebiyatı?
Çocuğun bende özel bir yerinin ve karşılığının olmasında şüphesiz mesleğimin de payı var. Çocuk kitaplarına yönelik ilgimde bu durum etkili olmuştur. Batı edebiyatından yapılan çocuk kitapları çevirilerine genelde bir itirazım yok. Ama ortak bir duyarlılığın yayında yazıldıkları kültür ve medeniyet ortamının duyarlıklarını da taşıyorlar. Ya bizim çocuk edebiyatı iklimimiz yok mu? Masallarımız, efsanelerimiz, menkıbelerimiz… Ve bunların çocuklarımıza kazandıracakları duyarlık? İlk düşündüğüm klasiklerimizi çocuk dünyasına hitap eder tarza getirebilme arzusu oldu. Bunun neticesinde Beydaba’dan, Tutiname’den, Mevlana’dan seçtiğim metinleri çocuk dili ve duyarlığıyla yeniden yazıp yorumlamaya çalıştım. Balıkçıl Kuşu ile Yengeç, Kelile ve Dimne, Papağan Hikayeleri, Mevlana’dan Hikayeler ortaya böyle çıktı. Ne yazık ki bunu sanırım Türkiye’de ilk düşünenlerden biri olamama rağmen yayıncılara anlatamadım. Sonradan Mustafa Ruhi’nin gayretleriyle bu tür kitaplar yayımlanmaya başladı. Fakat çoğu çocuk duyarlığından uzak, ticari kaygılarla yazılan eserler oldular. Sonra bunlara telif çocuk kitapları eklendi. Birkaç isim ayrı tutulacak olunursa bunların çok tuttuğunu düşünmüyorum. Zira, hayatın içindeki reel çocuğu değil, hayallerinde kurguladıkları sanal çocuğu ele alıp ona seslendiler. Yine de bu çabalar en azından bu konuyla ilgili arayış ve denemelerin sürmesini sağladı. Ortaya inşallah zamanla güzel eserler çıkacaktır. Batı edebiyatının bu konuda henüz çok gerisindeyiz. Niçin çocuk, sorusuna gelince… Çocuk, benim için fıtratı ifade ediyor. Saflığı, bozulmamışlığı ve şiiriyeti…. Buna, sevgiyi, coşkuyu da ekleyebiliriz. Çocuğa yönelik yazarken hem içimizdeki çocuğun ölmemesini sağlıyor hem de çocuğu bir umut olarak taşıyoruz içimizde. Benim yayımlanmış üç telif hikaye kitabım bu yüzden çocuk edebiyatına dahil eserler oldular: “Gülün Sırrı”, “Şehitler Tepesi” ve “Son Günün Sevinci” İnşallah yenileri de gelecektir. Çocuktan ve çocukluktan kopan bana göre şairlikten de kopar. Görüyorsunuz sanal şiirleri… Kelimeler var. Ustalıklı kompoze edilmiş ama içlerinde ruh yok, sıcaklık yok, canlılık yok. Yapma çiçeklere benziyorlar. Bu yüzden şimdilerde nasıl son elli yıllık, yüz yıllık hayatımızı yaşadığımız şimdiki zaman bozgunu sonucunda sorguluyorsak, şiirimizi de sorgulamalıyız. Kendi inanç, kültür ve medeniyet iklimimizle ilişkilerimizi bir daha gözden geçirmeliyiz. Şairlerimiz birkaç usta istisna kötü sınav verdiler bu yüzyılda. Şiir, hiçbir zaman hastalıklı kimlik ve kişiliklerin sığındıkları bir liman olmamalı. O zaman şiir adına hezeyanlar yazılıyor. Şiir, okuduğumuzda bizi bunaltan değil kendimize getiren, haramın sularına değil helalin sularına çağıran bir ses olmalı. Hakikatin sesi… Hayal ile alışverişimiz olmamalı. İşte çocuk alakasının bu noktayla da yakın bir münasebeti var. Çocuk duyarlığı en insani oluşu ifade ediyor. Değilse kirli bir ırmak içinde yaşamaktır yetişkinlik. İçimiz temizse dışımızın kirlerinden arınmak kolay. Çocukluk bunun için de önemli sayılmalı.
Büyük Doğu, Mavera, Diriliş, Yönelişler, Edebiyat, İlim Sanat..size neleri düşündürüyor?
Büyük Doğu ve Diriliş benden önceki, benim ve kısmen benden sonraki neslin en önemli beslenme kaynakları.Fikir analarımız. Bizleri onlar emzirip büyüttü. Diğer dergiler bu geleneğin birer devamı olarak -isimlerini saymadıklarınız da dahil – önem taşıyorlar. Mesela bir Yedi iklim dergisi, Dergâh, Düş çınarı… Edebiyat, önemli ama tek renk, tek biçim… Kimi hataların da bilerek ya da bilinmeyerek genç nesle bulaşmasında etkili oldu. Dil konusu mesela. Sanatı, edebiyatı gereğinden çok yüceltici tavrı. Yönelişlerde iyi bir yazar ve şair ekibi yetişti. Mavera, önemli bir ocak. Benim de doğduğum yatak. Rahmetli Zarifoğiu, Akif inan ve Erdem Bayazıt… Bizim ağabeylerimiz, ustalarımız… İlim Sanat, seçtiği alan itibariyle önemli bir dergiydi. Zaten edebiyatı hem kültür, hem sanat hem de estetik olarak ele almamak bizde bir problem olmuştur. Bizde edebiyat dergisi deyince ortada Diriliş gibi özgün bir örnek de bulunmasına rağmen hep şiir, hikaye yayımlayan bir dergi akla gelmektedir. Meselenin bilgi ve kültür boyutunu ele almak çoğu kez ihmal edilmiştir. Bu yüzden dergilerimiz uzun soluklu olamıyor. Tesirli olamıyor. Oysa hakikat de hayat da bir bütün. Sanatın edebiyatın bu bütünlük dışında idraki ne kadar doğru olur ki. Hele müslüman kimlikli bir sanat ve edebiyat söz konusu ise. Söylenecek her sözün vebali vardır. Bundan çekinmek gerekir.
Başka söylemek istedikleriniz?
Sözün sonu gelmez, inşallah başka bir sefere… Şu anda yağmur yağıyor. Yani konuşan şiirdir şimdi. Dinlemek gerekir. Halkımız ekmek derdinde… Şüphesiz önemlidir. Ya metafizik açlığımız? İkindi namazının vakti geçmek üzere… Birazdan akşam olacak, bir çocuk uyuyup rüyalara yelken açacak. Şiiri yaşayacak. Yüzüne bakıp, alnına bir öpücük kondurarak şiiriyeti idrak edip, televizyon haberlerinden yahut bu gece naklen yayımlanacak bir maçtan aklımızı ve şuurumuzu koruyarak Allah’ın kitabını açıp okuyabiliriz. Çünkü asıl gıdamız o. Onunla beslenerek Rabbani ilhamlarla şiire durabiliriz gecenin bereketini kollayarak, hâmd ile… Yunus Divanı, Eşrefoğlu Rumi, Mesnevi kitaplığımızda hâlâ kapalı mı duruyor? O halde onlara uzanabiliriz. Ertesi gün bu besinle ve güneşten önce uyanarak başlarsak güne, şiir karşımızda parlayıp durmaktadır. Bozgunu aşmanın yolu budur bence. Zira Yunus Emre Hazretleri’nin ifadesiyle sözünü bilip söyleyenin yüzünü ak eder bir söz…
Yüzü ak olanın eylemi de ak olur.