Ah benim yaralı gönlüm! Keşke sana halisane bir şemsin eli değseydi. Söylediğin son söz; dağa taşa çarptı da geri geldi. Bir türlü kabuk bağlamayan gönül yaram habire kanamakta. Söylenen güzel sözü yaşamadığım ve yaşatmadığın günlerime ölüm yağmıyor bilesin.
Ben seni hüznümün büyüklüğü kadar taze bir âşk ile seviyorum. Yürüdüğüm yol, ilerlediğim kadarıyla benimmiş. Aklıma güvenip çıktığım yollar karanlığa gebeymiş hep. Bir ışık, bir umut ver; bir yol ser önüme ey Yar!
Gönülden görenler, gözünden hevâ perdesini kaldıranlarmış. Kapına geldik ey yâr, kalbimizle çalıyoruz kapını “Buyurun.” var olsun. Yürekli olmak, sevgiyi hak edene vermekmiş. Edebim sığ iken deryaya hakim olmak istedim. Esen en hafif rüzgârda coşmak değildi derdim. Derdim; sırrını bildiğim derinliklerin heybetinde kaybolmaktı. Zamanı geçmemiş itiraf, sevgiyi taze tutmanın yoluymuş geç öğrendim. O yüzden sana varanların yolunda, hakikati yaşamak, dirilmekmiş bilirim. Yolunu şaşırmışların derdi, attıkları ilk adımı bilmemekmiş. Adımımı adına göre attır ey Yâr.
Hayatta her şey olabilirmişim; lakin seni gönülden seven bir insan olmayı isterim. Çünkü hepimiz; hem sevecek, hem de ölecek yaştayız. Ey Yâr! Korkmak; paye midir, yoksa çare mi? Çaremiz payemize düçar oldu bilesin. Bakmanın görmek olmadığını anladığım an gözlerim yaşını unuttu.
Dilim, seni anlatmaya muktedir değil, gönlüm ise zora gelmiyor. Beni sana getiren yolun tozuna bulanmaktır dileğim. Hayran olmak ile hayvan olmak arasında bir harf var. O harfi arıyorum yıllardır. ‘Bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olmak’ bu olsa gerek.
Ey âşık, günün ışığını güneş, gecenin ışığını ay mı serer kâinata? Sevmenin yanmak olduğunu anlatanların yaşadıklarını okumaktansa, yanacağın sevdayı aramak daha kârlıdır. Ârımı kâr eyle ey Efyâr !
Hakimiyetimizin sınırları, acziyetimizi bilmemiz ile daha da genişler. Hayat, olmasını istediklerini zorlamak değil, zorlandığında olana sarılmaktır. Öyleyse sarıl sımsıkı sevdiklerine, sevdiklerin sana sarılmasa da. Darılma kimselere,onlar sana darılsa da. Sarılanlarla sarılmayanların, darılanlarla darılmayanların oynadığı oyundur hayat.
Hayatımız bir damla su ile bir avuç toprağın haşır neşir olması değil midir? Öyleyse nedir bu ihtiras ve olmayanı oldurma sevdası? Unutmayalım! Bizi bize anlatanlarla,bizi bizden çalanların savaşında; kendini bilenler kazanacaktır.
Öyleyse Şems Hazretlerinin buyurduğu gibi; “Olduğu kadar,olmadığı kader.” demek hayatı bilmektir. Bilmek, bilmemek ile birlikte olmamaktır. Hercai hayaller kurduğun şehrin sokaklarında attığın adımlar kadardır kapladığın yer . “Kadim dostum”dediğin bu şehir herkese aynı havayı sunar; lakin aynı imkânı sunar mı? Ne önemi var ki helalinden olduktan sonra rızıktan payına düşenin.Büyüklerin sözleri ve yaptıkları önünde dururken; ” Ben nasıl onlardan vazgeçerim?” dediğinde kaldırımlarında izlediğin yoldur adamlığın.Gittiğin kapıda karşılanışın nasılsa, uğurlanışında aynı olmalı. Vesselam…
O kapı öyle bir kapı olmalı ki, hüzünlerin huzura,huzurun insanlığa nur olur.O kapının ilki seher vaktinde kainatta el ayak kesilmişken senin göz kulak kesildiğin o sesle vardığındır. Kaybettiğin yitiklerin bulunduğu makamdır saba. Gizli gizli ağladığın kimselerin görmediği duvar ya da pencere kenarıdır buğulbuğul… Sabahın saba makamında, eğildiğin kadar doğrulduğun mekânlarda duyduğun hazdır hasret kaldığımız insanlık. Yüzündeki suyun son damlası döküldüğünde şadırvana günahların da dökülür. Sen el pençe divan dururken, sana sunulmak için bir muştu doğar ana rahminden.
Heplerin içindeki hiçtir aradığın.Anne kucağı, baba ocağı hazzıdır doyamadığın.