Yazgı

Bir büyük boşluk… Karşı konulmaz bir akıntı… Karanlık bir çukur… Kısacık bir an belki de… Çok  tuhaf bir yer dünya.  Ne etsem, ne söylesem çare yok artık. Kaderimiz bu, alın yazımız böyleymiş. Ne yapalım. Bir süre alışmakta güçlük çekeceğiz belki. Zorlanacağız. Eyvallah! Lakin olması gereken bu… Hayat bunu mecbur kılıyor.

/Ya sonrası?/ 

Bilmiyorum! Hem de hiç! Bunu düşünecek durumda da değilim. Tek bildiğim bir an önce pılıyı pırtıyı toplayıp yola düşmemizin gerektiği. Her şey, her zaman istediğimiz gibi olmayabiliyor. Gülü kabul edip dikeni inkâr etmek olur mu hiç! Kış da bize yaz da. Düzlüklere ulaşmak için yokuşları göze almalıyız. Sabaha ermek için geceye katlanmalıyız. Hayatın olağan akışı içinde hiç aklımıza gelmeyecek durumlarla karşılaşabiliyor, beklenmedik kararlar almak mecburiyetinde kalabiliyoruz. Yokluk kötü şey… Bugünümüze şükür. Can sağlığı olsun, her şey geçer. 

/İmtihan dünyası…/

Çocuklar ufak, bize ihtiyaçları var. Yanlarında bulunmamız lazım. Gel, dedilerse gitmemek olmaz. Onları hayal kırıklığına uğratamam. Gözlerini yollarda, ellerini koyunlarında koyamam. Kıyamam onlara. Baba olmak, anne kalmak kolay değil. Zorlukları sırtlanmayı, dertleri yüklenmeyi gerektirir. Hele bir büyüsünler, yuvalarını kursunlar bakalım. Dönüp dolaşıp geleceğimiz yer yine burası. Ölü veya diri… Er veya geç… Allah bilir orasını. 

/Baba ocağımız, ana kucağımız…/

Evlatlarım hep parmakla gösterildi. Nasihatlerimi her zaman dinlediler. Sözümden hiç çıkmadılar. 

/İyi olun, iyileri tercih edin. Kötülüğü aklınızdan geçirmeyin. Kötülerden uzak durun. Düz gidin, yolunuzu asla şaşırmayın. Haksızlık yapmayın, hak yemeyin. Unutmayın! El haram yer bizim kapımızın önünden geçer, sıkıntısı bizi bulur. Aman ha, yolda yürüdüğünüze, kapınızdan geçene dikkat edin./

Ben bunları bilir, bunları söylerim. İyi ki de söylemişim.

Küçük oğlan her yaz köye gelirdi. Tatil bitince onu ya biriyle gönderir ya da ben götürürdüm. En son yine ben gittim yanında. Vardık nihayet. Birkaç gün de kaldım orada. Tam hatırlamıyorum kaçıncı geceydi. Yatmıştık. Baktım çocuk uyuyamıyor. Kalktım, yanına oturdum. “Oğlum, neyin var? Niye uyumuyorsun?” diye sordum. “Karnım ağrıyor baba!” diyebildi. Acı çektiği her hâlinden belli oluyordu. Karnını ufaladım biraz. Sonra “Geçti mi?” diye sordum. “Geçti!” dedi, ama geçmediğini biliyordum.

Yüreğime dert oldu. Hafakanlar bastı. Dayanılır gibi değildi. Anası olsa iyileştirirdi onu. Yatağa girdim. Ağladım, ağladım. İşte o gün karar verdim.  Gayrı onları böyle bırakamam. Yok, yok! Asla! Tez vakitte göçmeliyiz. Çocukların başında durmanın zamanı geldi artık. Bugün değilse ne zaman?

Oğlum da gelinim de var olsunlar. Evlatlarımın üçünü de peş peşe aldılar yanlarına. Kaç senedir yemedi yedirdiler, giymedi giydirdiler. Kendi evlatları gibi gördüler onları. Ne kadar dua etsem yine de az gelir. Allah razı olsun onlardan. İki cihanda da yüzlerini güldürsün. 

Köye döndüm. Olanları hanıma tek tek anlattım. Gözyaşlarına hâkim olamadı. O, benden daha fazla üzüldü. Günlerce yüzü gülmedi. Sonunda  “Tamam!” dedi ve ekledi “Buralarda daha duramam, evlatlarımı yalnız koyamam!” 

/Sığınılacak bir limandı anne çoğu zaman. Kalp gözüyle görürdü her şeyi. Ayaklarının altında cennet yatardı. Koşulsuz severdi, en güzel seven oydu. Hiç unutmazdı. Annelerin yükü en ağır yüktü. Nasıl dayanırdı bu ayrılığa./

Mesafeler uzak olsa da daima yanlarındaydım. Her an her saniye aklımdaydılar. Soğuk olur üşüdüler mi, yağmur yağar ıslandılar mı? Karınları doydu mu, uykularını alabildiler mi? Okula giden döndü mü, işe giden yoruldu mu? 

/Sorular, sorular… Nereye kadar?/

Harmana uğradım. Traktör oradaydı. Sağ ön tekerleğinin dibine çöktüm. Hey gidi koca Ford… Bize çok hizmeti oldu, ama gel gör ki aldığı yiğidi de hiçbir şey geri getirmedi. Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi gibi oldu hep gözümde. Hep uzak durdum, hep ürküttü beni. O yüzden olacak bir gün direksiyon başına geçip de süresim gelmedi.   

Oturduğum yerde öylece kaldım bir süre. Sonra eski harman günleri aklıma geldi. Traktör almadan önce yaz aylarında günümüzün çoğu vakti burada geçerdi. Öküzler önde biz arkada saatlerce düven sürerdik. Ardından ezilen sapları savurur buğdayları ayırırdık. Rızık için emek vermek, ter dökmek ne kadar güzeldi. Bereketli topraklar yüzümüzü hep güldürdü, hiç boş döndürmedi bizi. Şükürler olsun.

Kalktım sonra. Şoseye çıktım. Tozu toprağa katarak bir araç geçti yanımdan. Bütün köyü görebiliyordum buradan ve hatta tepeleri, tarlaları… Gözümü her çevirdiğim yerde ayrı bir hatıra vardı

/Turna Dağı’nın başı dumanlıydı yine. Güdeli’den Karataş’a doğru küme küme bulutlar hareket hâlindeydi. Yamaç’ta otlatan koyun sürüsü kaybolmuştu. Üvez Tepe’nin ardında, çok uzaklarda yağmur yağıyordu sanki. Aşağı Bostan’daki ağaçların yaprakları niye şarkı söylemiyordu? Çinili Pınar’ın her gün biraz daha gökyüzüne yaklaşan selvilerini kim kesiyordu? Kızılırmak’ın suyu gün geçtikçe daha da azalıyordu sanki. Köprünün demir ayaklarından belli aralıklarla çıkan sese ne oldu? Kayalı’dan Kanlı Dere’ye doğru ırmağın kenarında niye kimse yürümüyordu? Dere Tarla’dan havalanan bıldırcınlar hangi yöne gitti? Her sene gelen kırlangıçlar niçin ortalıkta görünmüyordu? Çiğdemler niye açmadı? Köyün içinde çocuklar niye misket oynamıyorlar? Bacalardan çıkan dumanlar niye bir bir eksiliyor?/

Ezanın o huzur veren, maneviyat kokan sesi boşlukta yankılanmaya başlayınca caminin yolunu tuttum. Benden başka birkaç kişi daha vardı içerde. İmamın sesiyle bozulan derin bir sessizlik… Namazı kıldık, dışarı çıktık. Caminin önünde biraz oturduk. Herkes ayrıldı, ben orada bir süre daha kaldım. Caminin yapıldığı günler aklıma geldi. Güzel günlerdi. Köylüler destek olmuşlardı. Sağ olsunlar. Civar köyleri de dolaşıp yardım toplamıştık. Her taşın yerine konmasında, her çivinin çakılmasında başındaydım. Rahmetli Mehmet Usta iyi iş çıkarmıştı. Böyle hayırlı bir işe vesile olduğum için kendimle bir kere daha gurur duydum. Hocalar tuttuk sonra. Çocuklar en çok Selahattin Hoca’yı sevdiler.

Aşağı mezarlığa gittim önce. Sonra yukarı mezarlığa çıktım. Ahirete göçmüşlere birer Fatiha okudum. Eş, dost, hısım, akraba… Hepsi yan yana, hepsi dostça… Birinin diğerinden hiçbir farkı ve üstünlüğü yok. Gözlerim buğulandı.

Dönüşte okula uğradım. Bahçesinde biraz dolaştım. Nice hanım kızlar, efendi çocuklar öğretmenlik yapmaya gelmişti. Hiçbirimize saygıda kusur etmezlerdi. Öğrencilerle mesai kavramı gözetmeksizin ilgilenirlerdi. İyi insanlardı. Köyden biri olurlardı âdeta. Çok sevmiştik onları… Hele hele Nurol Öğretmeni… Hepsine de elimizden geldiğince yardım etmeye çalışırdık. İhtiyaçlarını giderirdik öteberilerle… Ekmek, yumurta, peynir, yağ, sebze, meyve… Allah ne verdiyse… Helali hoş olsun…

Ertesi gün ve daha ertesinde… Hiç erinmeden kapı kapı dolaşıp herkesle helalleştim. Gündüzün sıcağında, gecenin serininde gezdim, dolaştım ömrümün geçtiği bereketli toprakları. Yolumun üstündeki gözelerin soğuk sularından içtim kana kana. Ağaçların gölgesinde oturdum saatlerce. Serçelerin hüzün dolu şarkılarını dinledim.

Şükür, sabır, tevekkül… Yolcu yolunda gerekti. Hüznüyle, sevinciyle bu yoldan dönüş yoktu artık. Allah mahcup etmesindi.

/Bismillah!/

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

187. Sayı / Temmuz-Ağustos 2020 / Ay Vakti
Vusul.. Usûl.. Velhasıl.. / Şeref Akbaba
Saklı Mektuplar-104 / Şiraze
Aforizmalar / Naz
İki Sufinin Mücadelesi / Enes Güllü
Tümünü Göster