Zavallılığımı alıp evden çıkmıştım.
“Nereye?” dedi sevinç.
“Uzağa.” dedim. Kaç rüya boyu yol aldım bilmiyorum. Geceler oldukça zifiriydi, sayamadım. Habire boyum uzuyor, etrafımdaki şeyler ise küçülüyordu. Bazı yerlerden geçerken yıldızlıkâğıtlar verdiler bana. Üzerinde “Pekiyiler” ve “İyiler” vardı. Büyükler, cebime “Aferin.”
sıkıştırıyordu. Üçgen katlanmış beyaz mendilimin etrafı oyalıydı. Umutlarım ise küçük bavul çantamın içinde, defterimin arasındaydı.
Günün birinde bana verebilecekleri “Pekiyi”li kâğıtlar bitti. Aferin”lerim cılızlaştı. Kaçıncı rüya boyundaydım bilmiyorum. Küçük bavul çantamdan ayrıldım.
İçime bir istek düştü; zavallılığını alıp evden çıkanları aramak ve onlarla buluşmak. Hayalini kurup, yapamadığımız şeyleri yarıştırmak, belki de beceriksizliğimizi ölçmek. Ama nerede bulacaktım onları, bilmiyordum.
Kapkara bir gecede, cebimdeki üçgen katlanmış beyaz mendilim aklıma geldi. Hiç kullanmamıştım ve kenarı hâlâ oyalıydı. Açtım onu. Gün ışığında fark edilmeyen bir takım çizgiler ortaya çıktı. Bir harita vardı burada, altında da bir çeşit pusula. Olduğum yeri tespit edemeden gün aydınlanmaya başladı. Uçsuz bucaksız göklerde, beyaz ipin siyah ipten ayrılmasıyla birlikte harita mendilden silindi. Pusula kayboluverdi ve ben anladım ki mendilin anahtarı geceymiş.
Gökler genişledikçe genişliyor, bense güneşe doğru gidiyordum. Zavallılığım hep yanımdaydı. Yeryüzü içindekileri fırlatıp dışarı atmadan önce bulmalıydım onları. Zamanım azdı. Haritayı çözmeye çalışmam kaç rüya boyu sürdü, bilmiyorum. Boyumun uzaması durmuştu artık. Eteğimden tutan çocuklar sardı etrafımı. O da ne? Bana “Anne!” diyorlardı. Büyük bir sevinç içindeydim, üstelik şaşkındım ve hâlâ kendim gibileri arıyordum.
Geceler birbiri ardınca güneşin peşinden gittiler. Harita beni beceriksizliğimin eline bırakmadan açılmaya başladı. Bu, şimdiye kadar hiçbir atlasta görmediğim bir fiziki haritaydı. Yükseltiler kahverengiye boyanmış ve her yere dağılmıştı. Haritanın üstünde elimi gezdiriverdim.
“Zeytin Dağı mı, Elbruzlar mı yoksa Tanrı Dağları mı?” diye sorarken, elime bazı rumuzlar takıldı. O rumuzlar da alttaki dipnotu işaret ediyordu. Okudum. “Asgari Kibir Çizgileri” yazılıydı. Ettiğim fenalıklar nasıl da birikmiş ve kahverengi dağlara dönmüştü. (Kendimden utanıyorum.) Elimi çekerken haritada ıslaklık hissediyordum. Haritanın üzerinde süt beyaz
renkte bir nehir vardı. Bu nehir, etrafındaki irili ufaklı çayları toplayıp kendine katıyormuş meğer. Kurumak üzere olan bir çayın üstündeki rumuz, beni yine dipnota yöneltti. Okudum. “Toplam Hasenat Akarı.” “Eyvahlar olsun, yaptığım iyilikleri bir bir harcamış ve kurutmuşum.”
dedim. Tükenmek üzereyim. (Kızaran yüzümü ellerimle kapatıyorum.)
Gece ilerliyor, şifreleri çözüldükçe oyalı mendil genişliyordu. Zavallılığımsa giderek büyüyor ve beni kuyulara yuvarlıyordu. İçime düşen istek şiddetlenmişti. Zavallılığını alıp evden çıkanları bulmalı ve beceriksizliklerimizi ölçmeliydim. Elim haritada, gözümse rumuzlarda bir süre gezindim. Neden sonra bir kente doğru sürüklendiğimi fark ettim. Güneşe kollarını uzatan palmiyeler vardı burada. Rengârenk çiçek tarhları arasında gezinmeye başladım. Fesleğenlerle beyaz, kırmızı, mor karanfillerin kokuları birbirine karışıyordu. Sarı beyaz zeytin çiçekleri dallarda yaşlanmayı beklerken, yoksa ben yeryüzünün ilk şehrine mi gelmiştim? Ah Sevgili Eriha! Bu sen misin? Ama dipnotta öyle yazmıyordu. Geldiğim yer “Garip Diriler Düzlüğü” imiş. Menzilime yaklaştığımı hissediyordum, içim pır pır oldu. Peygamberim garipleri övmüştü ya;
ben de çok sevdim bu düzlüğü ve onlardan biri olmak için can attım. Buradaki “Dirilerin” giydiği hırkalardan birini alıp sırtıma geçiriverdim.
Zamanım azalıyor ben de hızlanıyordum. Harita olur da göl olmaz mıydı? Issık ya da Haraba Göllerini ararken, rumuzda “Dingin Ruhlar Gölü” nü okudum. Uçuk pembeye boyanmış bir göl. Hiç bu renkte göl olur mu, diye söylenirken gözlerimin pembe akan yaşlarını fark etmedim bile. Günler ve geceler boyu yürümüştüm. “Dinlenmeliyim biraz.” deyip gölün kenarına
oturdum. Suya eğildiğimde kibirli bir sima belirdi. Gölün içindeki ben, gölün kenarındaki bana kaşlarını çatmış öylece bakıyordu. O anda korku, kapkara bir gölge olup yüzüme yapıştı ve kalbimi sardı. Bir süre gölün içindeki benle gölün kenarındaki benin kavgalarını, çekişmelerini
seyrettim durdum. Kendime geldiğimde pembe gölün sularını yüzüme çarpıyordum, işte o sırada bir daha suya eğildim, baktım ki, kibirli sima gölün derinliklerinde kayboluvermiş.
Kaç rüya boyu geçtiğini bilmeden, tekrar yola revan oldum. Pusulaya göre doğru yöndeydim. Sadece gideceğim yeri gösteren tek kutuplu pusulam, hedefimden uzaklaştığımda ses veriyordu. Neyse ki ötmemişti bir süredir. Gide gide kararmış bir denize vardım. Önümde sürekli çalkalanan bu deniz kendisine dokunanı yutuyordu. “Ölü Deniz” midir, “Kızıldeniz” mi derken, yine yanılmışım. Dipnotta “Mücazat Denizi” yazıyordu. Bense dokunmuştum bir kere. Aldı beni de içine. Kaç zaman geçtiğini bilmeden çalkalandım durdum.
Gece siyah ve deniz kapkaraydı. İçindekiler de benim gibi ölülerdi. Kulaç atmak hiç işe yaramıyordu. Bu arada zavallılığım epeyce yol almış ve ben “Büyük Acziyet Unvanını” hak etmiştim. Kulaç atmayı bıraktım. Her birinde “Sen yüceler yücesisin, ben zalimlerden oldum.” yazılı firuzeler düştü denize. İşte o anda birini kaptım ve yukarı doğru itildim. Kollarımı iyice
uzatıp kulaç atmaya başladım. Yorulana kadar yüzdüm; nihayet üçgen katlanmış mendile benzeyen bir adaya çıktım. Elim o anda bulunduğum yeri haritada gösteriyordu. Ama harita silinmeye başlamıştı. Gözümü semaya diktim. Beyaz bir çizgi yayıldı bu tarafa doğru ve giderek arttı. Gün aydınlandıkça merakım da arttı. Ben neredeydim? Aklıma gelen adaları saydım. Bahamalar mı, Malta mı bilemedim.
Dipnot kayboluyordu. Pusula, mendilin içine yavaş yavaş battı. Gün ağardıkça ada ortaya çıktı. Kara kalem çalışılmış bir tablonun içindeydim şimdi. Uzun sığla ağaçlarının gövdesi siyah, dalları beyazdı. Ada; dişbudak, kestane ve ıhlamur dallarının ıslıklarıyla yol alan bir yelkenli gibi denizin ortasında yüzüyordu. İhtiyar huş ağacının beyaz gövdesinin üstünde koyu dalları vardı. Albatros kuşları kara kanatlarını uzun mu uzun açıp, suyun üstünde derin girdaplar oluşturuyordu. Bir süre gelişigüzel yürüdüm. Gölgem beyaz, ben siyahtım. Gökkuşağındaki renkler yok olmuş da dünya sadece iki renge kalmıştı sanki.
Kaç rüya boyu sonunda bilmem, bir ırmağa vardım. Bakanların içini rahatlatan bir süt ırmağıydı bu. Kıyısında birilerini görünce ilerledim. Kendim gibileri aramaya devam ediyordum ama hâlâ nerede olduğumu bilmiyordum. Beyaz gölgeli insanlar etrafımı sardı. Yaklaşıp içlerinden birine sordum:
“Burada kimler yaşar?”
“Zavallılığını alıp evden çıkanlar yaşar.”
“Garipler…”
“Büyük acziyet unvanını hak edenler…” diye sıraladı.
“İşte buldum sizi! Demek buradaydınız. Ben de sizdenim kardeşlerim, beni de aranıza alın ne olur, ben de o unvanı hak ettim. Hayalini kurup da yapamadığım bir sürü şeyler var, ispatlayabilirim.” diye haykırmaya başladım.
Beni de aralarına aldılar. Yaşlı ağacın altına oturduk. Hepimizin sırtında aynı hırka. “Büyük Acziyet Unvanı” olanlardan biri süt ırmağından doldurduğu tasları bize ikram etti. Sohbetimiz demlendikçe demlendi. Pişmanlıklar, elden kaçırdıklarımız ve ağlamalarımız… Gariplerden biri
hırkasını silkeleyip tekrar sırtına geçirdi ve bana dönerek konuşmaya başladı:
“Eskiye sızlanmanın faydası yok, ağlamak yolda kalmışlığa çare değil. Sonunda buldun ya burayı kardeşim, sevin artık.”
“Sahi buranın adı ne?” diye sordum.
“Mükâfat Adası.”
“Burada neler yaparsınız?”
“Elden kaçırdıklarımıza sabrederiz, bize kalanlar için de işimiz şükürdür. Ayrıca her sabah yeniden dünyaya geliriz.” dedi bir filozof edasıyla. Hırka sırlıymış gibi konuştukça sarıldı ona.
Kaçıncı rüya boyuydu artık sayamıyordum. Çok uzaklardan gelmiştim buralara. Güneşi kovalayan geceler, sabahlar doğururken meğer ben zifiride kalmışım. Nerede hata yaptığımı şimdi anlıyordum. Sabahın gelişini hep ıskalamış, yeni günün heyecanına tutunamamıştım.
Beyaz gölgeli huş ağacının altındaki konuşmalarımız hepimize iyi geldi. Biz konuştukça ağaç aşağı doğru büyüdü ve biz yeni sabahlar hayal etmeye başladık. Artık eve dönme zamanı geldiğinde zavallılığımı burada bırakmaya karar vermiştim. Ama “Büyük Acziyet Unvanım” ve hırkamı yanıma aldım. Boyumu aşsalar da hâlâ çocuklarım eteğimi tutmaktaydı. Onlara bırakacağım bir mirasım olmalı değil miydi? Ben pılımı pırtımı toplayıp eve dönmeye hazırlanırken adanın garip sakinleri bana öğütler vermeye devam ediyordu.
“ Sen şairin avazını duymadın mı?”
“Geceye yenilmeyen her insana, ödül olarak bir sabah, bir gündüz ve bir güneş vardır” (Kaybettiğim ne kadar ödül var sayamıyorum.) Sabahlar, gündüzler ve güneşler hâlâ veriliyorsa, eğer ben dirilerdensem, nefesim ve kollarım da varsa bana kulaç atmak ve yaşamak düşer diyorum kendi kendime. Sahi burası Mükâfat Adasıydı değil mi? Bu siyah-beyaz adadan devşirdiğim güneşimi alıp yola çıkmıştım artık. Ben ada halkıyla vedalaşırken ihtiyar ağaç, süt ırmağından beslenmeye devam ediyordu.
Bu yolculuk ne kadar sürdü bilmiyorum. Ancak kendim gibileri bulmuştum. Elimizden kaçanlar, kaybettiklerimiz ve perişanlığımız… Heybemizde ne varsa paylaşmıştık. “Garip Diriler Düzlüğü”nde ki hırkayı giydiğimden bu yana diri bir can üflenmişti bana. Kibirli simayı göle
atarken duyduğum rahatlıksa hâlâ üzerimdeydi. Günler ve geceler boyu yürüdükten sonra artık kapımın önündeydim. Giderken uğurlayan sevinç, şimdi de karşılıyordu beni.
Çocuklarım hediyelerini açarken sabah yaklaşıyordu. Bense heyecanlıydım ama çok yorgundum. Birazdan odaya gündüzler ve güneşler dolacaktı. Uyanmak üzereydim. Rüya perdelerim kaldırılmadan mirasımı paylaştırmalıyım.
İş bu vasiyetimdir çocuklarıma:
Sizi abat edecek kadar mülküm yok. Geride bıraktıklarımın hepsi helaldir size.
Bir hırka.
Bir süt tası.
Bir de Büyük Acziyet Unvanı