Smendes’in Kaderi

Peşinde avânesi, at sırtında dağ tepe dolaşır; ayağını bastığı, kılıcını salladığı her yeri kurutur, çöle çevirirdi.  Sonu gelmez ıssız çöllerde, yorgun develer üzerinde ağır aksak ilerleyen kervanların önünü soğuk bir bıçak gibi kesen, üstlerine alkarısı gibi çöken eşkiya ordusunun başı,  yedi düvelin korkulu rüyası idi.  Kervanlar kervan olalı böylesi bir zulüm ne görmüş, ne duymuştu. Ağzını açıp bir laf edecek olanın kafası o saniye giderdi. Öyle ki diyeceği lafın daha ilk hecesi ağzından çıkmadan  bedenden kopmuş kafa; kılıcın hışımla havayı  yarmasıyla   ok gibi yerinden fırlar,  düştüğü yerde çölün kumlarına dolana dolana  görünmez, seçilmez olurdu. Kimsecikler bakamazdı onun gözlerine. Derlerdi ki, çölden daha sıcak, daha kavurucu, bıçaktan daha keskindir  onun bakışları.  

Smendes derlerdi adına. Gerçek adı bu muydu, yoksa sonradan mı böyle seslenilmeye başlanmıştı bilen yoktu. Lakin ne zaman onun adı zikredilse, yer gök illalah derdi. Smendes’in yüreği kara bir taş, paslı bir demirdi sanki. Ne yanar, ne kavrulur; ne çarpar, ne durulurdu. Azgın bir boğa gibi önüne çıkan her şeyi alıp götürürdü. Onun kılıcı, kendisine kafa tutacak adamın kalbini delik deşik etmek için sabırsızlanır; kırmadan, dökmeden, yakıp yıkmadan, öldürmeden kimseyi bırakmazdı.

Annesi onu Akhetaton’da dünyaya getirdiğinde II. Ramses’in sarayında zavallı bir köleydi.  Saraydaki yüzlerce, binlerce köle arasından bir köle. Smendes, kapkara gözlerini açıp dünyaya ilk çığlığını koyverdiğinde annesi, bu kıvırcık saçlı, dolgun yanaklı, tombul tombul elleri ve ayakları olan bebeğini hiç görmedi bile. “Çocuğunun sesini duymadan öldü.” dediler. Üzülen olmadı, arkasından gözyaşı döken hiç olmadı. Bir kölenin ölümüyle küçük bir çakılın kayalıklardan aşağı yuvarlanması aynı şeydi. İkisinde de, yiten, giden, kaybolan şey pek fark edilmezdi. Smendes’in babası, Smendes daha dünyaya gelmeden Ebu Simbel’de yapılan  tapınakta taş taşırken, devasa bir kayanın üstüne düşmesiyle ezilerek can vermişti.  İşte böyle, Smendes de annesiz ve babasız çocuklar ordusunun küçücük bir neferi olarak bir gün büyüyüp kralları için yapılacak daha nice tapınaklar, mezarlar,  saraylar, şehirler inşa edecek, ve eline alıp işlediği,  taşıdığı, yonttuğu o taşların  bir zerresi kadar kıymetli olmayacaktı.

Smendes; ninnisiz, masalsız,  hayalsiz ıztırap veren  gölgelerin kucağında büyüdü.   Daha adım atmayı öğrenmeden merhametsizliği, adaletsizliği  öğrendi. Ondan gayrısı  perde perde düştü önüne. Küçük bir serçenin kırık kanadıyken, yarasıyla besleyip büyüttü kendini. Küçük bir serçeyken, keskin bakışlı, güçlü pençeli, acımasız, dev bir bir kartala dönüştüğünü bilemeden büyüdü.

Ömrü boyunca hiç masalı olmamıştı . Bir annenin uykusunun kokusuna sığınmamıştı. Gözlerini uykuya kapatınca devler, periler, cinlerle savaşmamıştı.  Masalsız büyüyen her çocuk gibi dağ başında açmış bir gelincik kadar yüreği dağlanmıştı. Ne geceyle gündüzü, ne iyiyle kötüyü ayırt edebilmeyi öğrendi. Tek bildiği o yalnız olduğuydu. Öyleyse güçlü olmalıydı, dik durmalıydı. Rüzgârlar kırmamalıydı dalını. Yıkılmamak için yıkmalı, ölmemek için öldürmeliydi. Kaçıp gitti şehirden. Yolunu izini bilmediği çok uzak diyarlara gitti.

İnsan yüreğinin ucunu ateşe vermeye görsün, zerre miktar tutuşturmak kâfidir,  gerisi nasıl olsa gelir. Duman duman, köz köz olur, ateşe verir insanın insan yapan her şeyi. Yanıp bittikten sonra yürek de bir, ateş de bir.

At sırtında gece gündüz dolaşıp, bir kabus gibi çökecek omuz aradı. Karanlığı delip geçen bir gölge, insanı yataklara düşüren bir dert, zehirli bir ok gibi  yaktı, kavurdu; eleme gark etti zavallı yürekleri. Gücünü merhametsizlikten alan her insan gibi, güçlendikçe merhametsizleşti, merhametsizleştikçe daha çok cana hükmetti.

Smendes, güçlendikçe ardındaki  eşkıyaların da sayısı çoğaldıkça çoğaldı. Sonunda koca  bir orduyu bozguna uğratacak kadar büyüdüler.  Sayıları çoğaldıkça yaptıkları eziyetlere, zulümlere de dayanılacak hâl kalmadı. 

Elindeki altın kaplı, kapzası sedef işlemeli, pırlantalarla süslü şu kılıç, bir kaç yıl önce şehrini ateşe verdiği Tanis  Valisi’nin kılıcı idi. Kıvrak bir hamleyle Vali’nin  kılıcını elinden düşürmüş, yere düşen kılıcı ayağıyla  kendine çekip zavallı Vali’nin başını  yine  onun kendi kılıcıyla kesmişti. Elindeki bu huysuz kılıcı, karşısındakinin şah damarına saplayıvermişti. Önüne çıkan çoluk çocuk ne varsa kesip biçmiş, yanıp tutuşabilecek ne varsa ateşe vermiş, şehrin üzerindeki kara kara dumanlar günlerce kesilmemişti.   Taş üstünde taş bırakmadıkları şehirden topladıkları  hazineleri taşımaya atların, develerin  dahi gücü yetmedi.

Çöl tozunun şaha kalkıp göz gözü görmez  hâle geldiği bir günde, Smendes ve eşkiyaları  bir  köye, güneş tam tepedeyken ve tüm köy neredeyse uykudayken göğe savurdukları kılıçlarla, naralar ata ata girdiler.      Yağmurdan önce çakan  şimşek gibi çakıverdiler ansızın. Köy halkı bu ani baskın karşısında,  ne yapacağını, nereye saklanacağını şaşırdı. Evler cayır cayır yanmaya başlamıştı bile. Kendini dışarı atanlar, şaha kalkmış atların darbeleriyle ezilenler, kaçarak kurtulacağını sananlar, çığlık atanlar; elinde baltasıyla, küreğiyle karşı duranların  sesi birbirine karışmıştı. Adamları köy ahalisine bağırıyor, ambarlarında, keselerinde, kümeslerinde ne var ne yok getirip köy meydanına bırakmalarını, yoksa her şeyi ateşe vereceklerini, veledlerini de yanlarına alıp götüreceklerini haykırıyorlardı.

Smendes, önüne çıkan kim varsa şah damarlarını kese kese ilerlerken birden durdu. Evlerin  birinin önünde, etrafında olup biten hiçbir şeyle ilgilenmeyen, yanan, ölen, öldüren bu insan seline zerre miktar katılmayıp,  elinde tuttuğu küçük bir çubukla kuru toprağa garip resimler çizen, ondan öte bir hareket emaresi göstermeyen    küçük bir  çocuğa takılıp kaldı. Çocuk mocuk dinlemez, karşısına kim çıkarsa şah damarına indiriverirdi lakin çocuğun karşısına geçer geçmez eli ayağı kilitlendi. Çocuğun hâlinde ne korku, ne dehşet, ne de bir can dilenme vardı. Smendes, çocuğun bu umarsızlığından korkarak öfkeyle kılıcını göğe kaldırdı. Çocuk korkuyla kılıca bakacak, haykıracak, ağlayacak, hızla oradan uzaklaşmaya çalışacak, ayağa kalkıp daha koşmaya başladığı ilk anda Smendes’in hain kılıcı sinsi bir yılan gibi arkadan süzülerek gelip  çocuğun ensesinden sokacaktı. Lakin bunların hiçbiri olmadı. Çocuk, önünde vahşice haykıran, elinde göğe doğru uzattığı titrek kılıcıyla naralar atan Smendes’in  gözlerinin içine baktı. Çocuğun, içinde alevler fışkıran  keskin bakışları Smendes’in  gözlerini delip geçti, yakıp kavurdu. Sonra bakışlarını  Smendes’in yüreğine doğrulttu.  Smendes sandı ki,  dev bir gülle gelip  demirden yüreğinde koca  bir oyuk açtı.

Göğe uzanan kılıç, eliyle beraber şiddetle titredi.  Smendes, omuzlarına  bir dağ gelip çökmüş gibi yükünü  kaldıramayacak raddeye gelince kılıcını yere atıverdi.  Kömür karası gözleri,  çocuğun gözlerinde kilitlenip kaldı. Smendes, onun yüzüne azıcık daha dikkatli bakınca bunun her gece  rüyalarına girip gündüzleri ettiği  işkencelerin rövanşını alırcasına kendisine türlü  eziyetler eden, tek bir hamlede kendisini  ensesinden tutup bir uçurumun kenarına getiren,  oradan  sonsuz bir boşluğa fırlatan, rüyadan rüyaya,  gündüzden geceye, geceden gündüze evrilip onun bedenini ve ruhunu azap içinde bırakan   çocuk değil miydi? Öyle ki Smendes,  geceler olmasın, gözleri uykuya yenik düşmesin diye kafası yıkılıncaya, gözleri kapanıncaya kadar yatağa gitmeye direnir, lakin idam sehpasına yollanan bir mahkum edasıyla her gece istemeye istemeye bu kahrolası uykuya yenik düşerdi.

 Smendes’in yalnız elleri değil, tüm bedeni zangır zangır titremeye başladı. Şimdi utanmasa, şuracıkta çocuğun önünde diz çökmek, af dilemek isterdi. Lakin, kafasından geçenleri yapmaya kalksa,  ardındaki şu serseri ordusu, “Sidikli bir çocuğun önünde diz çöken adamdan bize lider olmaz!” deyip  Smendes’i yapayalnız bırakıp  giderdi. Ardındaki eşkiya tayfası deli gibi sağa sola kılıç sallayıp önüne kim çıkarsa kesmeyi bırakmış; aval aval olanları seyrediyordu. Eşkiyadan biri gelip, yere düşen kılıcı Smendes’e verdi. Bu arada her gece duyduğu ses yine yankılandı kulaklarında.

“Ben senin çocuk hâlinim. En saf hâlin.  Senin yüzünden ruhum azapta. Sen yaktın beni,  içimdeki ateşi sen büyüttün. Sen kirlettin şu küçücük ellerimi.”

Smendes, çocuğun gözlerinin etkisinden kurtulabilmek için çocuğun önünden kaçarcasına uzaklaştı. Ne var ki,  çocuğun o delici bakışları,  bir mızrak gibi öfkeyle  kaburgalarının arasından delip geçmiş, Smendes atının üzerinden ansızın yere yığılmıştı.

Adamları Smendes’i saklandıkları mağaraya getirip bıraktıklarında Smendes,  günler sürecek bir uykunun derinliklerinde  kaybolmuştu. Bir rüyanın karanlık sokaklarında, dar geçitlerinde, labirentlerinde, yürüyen dağlarında, kuruyan nehirlerinde Smendes, çocuktan kaçıp durdu.  Şehrin bütün girişleri tutulmuş, kapıları kapatılmış,  evlerin kapıları ve pencereleri kilitlenmişti. Kaçıp kurtulacak tek bir yer vardı: Rüya kuyusu. Bu kuyuya bir daldın mı, orada asla uyanılmaz, ancak bir rüyadan başka bir rüyaya geçilir gidilir, bir labirent gibi ne nereden geldiğini, ne nereye gideceğini bilemez bir hâlde rüya rüya gezilirdi.  Belki bir gül bahçesi, belki bir ateş çukuru… Yağmurdan kaçarken doluya, fillerden kaçarken ağzından ateş püskürten bir ejderhaya yakalanmak mümkündü. Smendes, kuyudan aşağı sarkan halatı yakaladı. Kendini iyice içine sarkıttı.  Bazen kabuslar gördü, bazen bir kadının ninnisiyle mest oldu. Bir kalenin tepesinden kaynayan bir yağ kazanına attılar Smendes’i,  yandı, tutuştu. Ateş oldu,  çöl oldu kavruldu. Sonra buz gölüne daldırdılar. Titremeye başladı tüm bedeni. Kızgın yağa sokuldukça “Yandım! ”diye bağırdı, buzlu göle  daldırınca “Dondum!” diye haykırdı. Rüya uzadıkça uzadı. Hangisi rüya, hangisi gerçek seçilmez oldu. Zaman, ters yüz oldu. Şekiller ve gölgeler yer değiştirdi. Smendes’in ip sarkıtıp daldığı kuyu yönünü bulutlara çevirdi. Smendes, küçüldükçe küçüldü, minicik bir nokta oldu. Elini kalbine dokundurdu; kalbi,  buzdan bir kuleydi . Soğuyan yüreğini ısıtmak için kendini yollara, dağlara, taşlara, sahralara vurdu.

Çocuk, ağır ağır gözlerini açtığında kendisini uğultularla kaplı aydınlık bir odanın içerisinde buldu. Uyandığında daha küçük bir çocuktu. Sesler önce dipsiz bir kuyudan geliyormuşcasına öylesine uzak, öylesine anlaşılmazdı ki, çocuk nerede olduğunu, etrafındakilerin hangi dilde konuştuklarını kestiremediğinden hasta yatağında günlerce cebelleştiği eşkiya ordusunca esir alındığını düşünüp pek korktu. Gözlerini ve kulaklarını iyi açtığında kim olduklarını göremese de, eşkıya seslerinden ziyade, bu seslerin daha çok kadınların sevinç çığlıkları olduğuna hükmetti.

“Şükürler olsun ya Rab!” “Ben biliyordum, bir gün gözlerini açacağını biliyordum” “Yavrucak günlerce yandı tutuştu ateşten!”  “Ah hanımım, küçük beyimiz gözlerini açtı çok şükür!”

Çocuk artık duyduğu her sesi anlamakla kalmıyor, bu seslerin sahibini de kendisine hayretler etse de çok iyi tanıyordu. Kafasını, sağa sola çevirince ipek işlemelerle süslü yatağını, ahşap el işçiliğiyle süslenmiş yatak başlarını, duvardaki tavus kuşlu İran halısını, odanın ta öte başında, hocalarından ders alırken kullandığı  büyük ahşap masayı, odayı boydan boya kaplayan yeşilli mavili yün halıyı, bazen nazlı bir gelin, bazen hırçın bir deniz gibi çırpınan  Nil’i belli belirsiz kapatan pencerelerdeki  beyaz tülleri tanımıştı.  Zaten ona en çok bu tüller tanıdık gelmişti. Ne zaman canı sıkılsa perdeyi yavaşça çekip Nil’e saatlerce bakar, onun her dalganıp akışından derin manalar çıkarırdı. Çocuk, odasına  hayret nazarıyla bakmayı sürdürürken, kara bukleli saçları, kara kaşlı, kara gözlü, ok gibi uzun  kirpikleriyle akça pakça, güzel  yüzlü bir kadın eğilerek çocuğun alnından hasretle öptü.

“Yavrum!” dedi, sustu.   Sonra “Canım!” diye bir ses çıktı titrek dudaklarından.

Dünyadaki hiçbir kelime, bir annenin evladına kavuşma sevincini anlatmaya yetmezdi.  Gözlerinden yaşlar süzülürken daha fazla bir şey diyemedi kadın. Çocuğun  günlerce ateşler içinde yatmaktan erimiş, kurumuş ellerini alıp öptü, öptü;  bu kurumuş elleri avuçlarının içine alıp, o kömür karası   gözlerine sürdü.

Çocuk ayan beyan hatırladı her şeyi.  Smendes’i, eşkiya ordusunu, yere bir çubukla bir şeyler çizen çocuğu…  Biraz daha düşününce çocuğun bir kuyu çizdiğini hatırlayıverdi. Smendes, o kuyunun ucundan tutup düşmekten kurtulmuştu. Yakılan, yıkılan köyler, şehirler, havada uçuşan başlar, evlatsız kalan anneler, annesiz kalan evlatlar, ambarlardan yükselen dumanlar… Hepsi kuyunun bir kenarına tutunmuş, gerçek olmaktan kurtulmuştu.

Çocuk, “Dur, nereye gidiyorsun?” demelerine aldırış etmeden kimsenin ummadığı bir çeviklikle yatağından fırladı. Baş ucunda  durmaktan kapkara olmuş rüya bavuluna gördüğü bütün rüyaları doldurarak    güç bela  bavulu kapattı. Bir de üstüne kilit vurdu. Sonra  aldı kara bavulu, vardı Nil’in kıyısına. Rüzgârın sesini dinledi, sakin gökyüzündeki bulutları seyretti. Gözleri, Ebu Simbel Tapınağının önündeki devasa İkinci Ramses heykellerine takıldı. Bu dört heykel, asırlar vardı ki, bu koca tapınağın  önünde beklemedeydiler. Ama çocuk, kaç canın onun uğruna telef olduğunu kendi gözleriyle  gördü, kulaklarıyla duydu.  Dişlerini sıktı ikinci Ramses’e. Onun yüreği de bu oydurduğu dağlar gibi, koca bir taştı. Koşarak gidip Nil’in en azgın  aktığı  yerde durdu. Kolunu yay gibi iyice gerip kara bavulu Nil’in serin sularına fırlattı.

“Al senin olsun.” dedi. “Bütün kötü rüyalar senin olsun. Smendes’in  yazgısı  bu olmamalı.”

Kara bavul, Nil’e düşerken “cub” diye bir ses çıkardı önce. Sonra Nil’in suları sarıp sarmaladı onu. Kara bavul, Nil boyunca bata çıka yoluna devam etti. Derken ince bir kan sızmaya başladı bavuldan, ardından koyu bir duman yayıldı gökyüzüne.   Kıpkızıl oldu yeşil Nil. At kişnemeleri, çocuk ağlayışları, insanların  korkuları, çığlıkları; başların kesilirken  çıkarttığı o korkunç ses… Nil, alıp yuttu hepsini, çekti içine.  Lakin daha fazla  dayanamadı bu acıya.  İyice coştu, kabardı; sığmaz oldu yatağına. Nil boyu kıvrılıp giden ovalar, tarlalar, köprüler, hanlar, hamamlar Nil’in azgın sularının altında kaldı. Son bir gayretle attı  kara bavulu üzerinden. Kara bavul gelip bir çamur deryasına saplanıp kaldı. Bir daha da onu gören  olmadı.

Çocuk, daha sonra beyaz bir kağıt çıkardı cebinden. Üzerindeki acemice çizilmiş çizgilere bakınca gözleri ışıldadı. Beyaz kağıdı, ahşap sandukaya bırakırken gözlerinde, Musa’nın annesinin merhameti vardı. Usulca okşadı sandukayı; annesinin bebek Musa’yı salışı gibi güvenle saldı.

“Hadi, git selametle!” dedi. “Smendes’i  kurtar kötü kaderinden.”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

187. Sayı / Temmuz-Ağustos 2020 / Ay Vakti
Vusul.. Usûl.. Velhasıl.. / Şeref Akbaba
Saklı Mektuplar-104 / Şiraze
Aforizmalar / Naz
İki Sufinin Mücadelesi / Enes Güllü
Tümünü Göster