Şimdi kendimle konuşuyorum, başkalarına intihar temrinleri yaptırırken, öteki gecemin son sacayağında. Kızıl gül desenli mührümü basıyorum kaldırımların suretine.
Bütün ayrılıkları vatan belliyorum, yazgılı toprağım öğütürken gençliğimin son demlerini.
Ne gidenler hayal ettikleri gibi terk ettiler yeryüzünü ne de kalanlar memnun kaldılar geride bırakılanlardan, kendilerinden. Hep eksikti bir şeyler. Eksildi kâinat gözlerin daralan boşluğunda. Azar azar döküldü varlık libası. Bir garip çıplaklık kaldı acuze başımda, ayaklarımın üzerinde, sırtımdaki çarmıhta.
Kutsa beni acı!
Kutsa ki, sözlerin en güzelini getireyim sana, sözlerin en güzeliyle geleyim sana.
Kutsa ki, ne olduğumu bileyim, nereden gelip nereye gittiğimi anlayayım.
Halimi kelimelerle, sözcüklerle ete kemiğe büründüreyim.
Akıbetim önden gidenler, geride kalanlar gibi olmasın.
Meçhul kalmasın benliğim.
Kutsa ki, çatlasın insan damarım, göyersin rahmani tohumlarım.
Dize gelsin canım, nefsim, tul-u emellerim.
Gidenler hiç susmadı bende. Yarım bıraktıkları her şeyleri idame ediyor yine de. Kalanlar yeniden, yeniden doğuyorlar içimde bir yerlerde. Bu yüzden acele kotarılmış monolog şeritler, kalıbına vurulmamış içsel dökümler, gün aşırı jurnaller, teklifsiz tekellüfsüz kaydıma geçirilmiş itirafnameler, zoraki adıma iliştirilmiş tutanaklar çoğaldıkça çoğaldı hançeremde. Söz söylemedim geceye, yemin vermedim hiç kimseye, ihanet etmedim ölüme, gülmedim, küsmedim hiçbir vakit kendime. Biliyordum hayatı, sonsuz yüzünü müşahede etmiştim ebediyet aynasında. Avuçlarımda kıyametin provası, mahşerin dört atlısı; Ebubekir’in gözyaşları, Ömer’in rüyası, Osman’ın kanı ve Ali’nin yalnızlığı.
Bir gece rüyamda kanlı gözyaşları dökmüştüm Yalnızlık Sözleri’nin üstüne.
Olan olmuştu ve kıyametim kopmuştu. Büyü bozulmuştu. Ruhum tutulmuştu.
Çöl demiştim hiç kimseyi düşünmeden, delik deşik olmuş ufkumla bakakalmıştım olanlara, yaşananlara uzaktan. Hiçbir anlam verememiştim sonra.
Bendim öteden beri, Ali’nin su görmemiş hançeri, Kerbela yeri.
Bendim Ali’nin kuyuya bıraktığı iman ateşi, bilmek sancısı…
Bendim Ali’nin evladı ayali, içeriden vurulmuş Peygamber gülleri.
Sonra mezarcıma tebessüm etmiştim, kaynarken davam göğüs kafesimde, iman tahtasının hemen üzerinde. “Ali” demiştim sessizce, “Hiç kimse anlamıyor sözlerimizi, ısıtmıyor artık içimizi hanemizin yoksulluğu, çıplaklığı. Yankısız kalıyor çığlığımız, anlamsız duruyor garipliğimiz, sürgünlüğümüz, kimsesizliğimiz. Kalk gidelim buralardan. Bize göre değil böylesi yaşamak.”
Hiçbir yere sığmaz olmuştum. Kendime, kalbime, Rabbime dönmüştüm. Ne lüzum vardı başkalarına, nasihatçim ölüm, tutanakçım hayatken. Her nefesimde yalnızlık sözleri, kan gülleri kusarken.
Konuşmazdım hiçbir vakit kendimle, lakin mecbur edildim muhtelif vesilelerle. Gelincik şerbeti oldu rivayetler. Kesildi, göbek bağım evvel-ahir kelamla. Sürüldüğümde yeryüzüne, tanımaz olmuştum zamanı, tanımadı beni zaman. Tek aşina küller, Ali’nin kuyuya bıraktığı çığlığı, kaleme vurduğu yalnızlığı.
Yasaktı bana şarkılarım, hepten uzaktı benzerlerim. Bu yüzden kendimle konuşmaya başladım, sözün büyüsüne tutulduğum için, susmak haram kılındığı için. Hiç susmadım, kalbimde beni bekleyen Rabbime seslendim, seslendim.
Biliyordum Yalnızlık Sözleri’nin sırrını.
Biliyordum Ali’yi çöllere süren hakikatin muhtevasını. Biliyordum ve susuyordum, kendimle her konuştuğumda, sözün kapısını araladığımda.
Mühleti ecelimin elinde olan hayatıma daha çok susadım, kendimle her konuştuğumda. Bütün ayrılıklarda konuşlanmışken yaşanmışlıklarım, acının her çeşidiyle yoğrulmuşken gecelerim, sıtmaya tutulur gibi tutulmuşken gizli iklimlerdeki ömrü fanim…
Kendimle konuşmaya başladım en sonunda.
Söz bitti, hayat buldu ölüm.
Bir bir kalktı aşikâr perdeler, gizli sebepler.
Zaman hiç başlamamış gibi, dairesinde yandı yankılandı, biz faniler hiçbir şey duymadı, hep rivayet sanıldı. Sonra devrildi içimde, apansız gidenler, uzun kalanlar.
Kendimi gördüm Rabbimin katında.
Söz bitmişti ebediyen, kelimelerin devri kalkmıştı.
Nûn vakti konuşmalar başlamıştı.