Karda yürümek ve buz kesen yollarda düş kurmak. Seni yazmak istesem de elim tutmuyor, yüreğim üşüyor. Bu hayal sofrasında baş köşeye oturman hasebiyle bir kırılma, bir öne geçmeye sebep olmuyor da değilsin. Bir kenarda duruver- sen, bir akasya ağacına, ya da kar örtüsüne bürünen bir söğüt dalına tutunuversen. Acı lehçesiyle konuşmazdın ama, acı ¡¡basıyla diline düşenler soğuğu ısıtacak kadar sıcaktı. O sıcaklıkla gidiversen keşki, ama gitmiyorsun. “Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su kapanınca Sovyetlerin Türkçe yayın yapan radyosu ilk müjdeli haberi bulmuş olurdu. İman ve Aksiyon’ un yankısı işte. Bize yansıyan neyse, onları da zıddı o kadar ilgilendiriyordu. Aksiyon vazgeçemeyeceğimiz şey, olmazsa olmazımız bizim. Benden de hikmet kırıntıları olsun için bir şeyler yazmam istenmişti, altmış üç makale kaleme aldım, dergilerde neşretmedim ama kitaplaştı. O’nun yaşına istinaden sayıyı sınırlı tutmuştum. ‘Beşik’, bende de nüshası yok. Sorulana cevap verme yerine, kendimi sorgulama gibi bir şeydi. Ibn-i Arabi’den İmam Rabbani’ye..Kapıyı aralama diye bir tabir vardır..Kapı aralanır bazen, içeri görünmez. Maharet içeri girmekte. Girin, korkmayın..Ehli halin, ehli dile katacağı çok şey vardır. Kılavuzu olan neden korksun, pusulası olan yolun zikzaklarından neden şüpheye düşsün. Ayetlerin Mekkisi de, Medenisi de, ol Habib’ in her işareti de bizim için. Muamma bizde yok, mütalaa var. Mütalaa mevcudu akletme hadisesi. Ne kadar algılarsak, o kadar..Burada sulh ve sükun var, keşmekeş yok, bilinmeze yolculuk yok. Şeyh-i Ekber önce anlaşılmadı. O hikmet ve tefekkür deryası. Sonra da anlaşılmadı, anlaşılmaya devam ediyor. Fütühat ve Füsus. Dağa tırmanmayı göze alabilirseniz çıkalım, ben hazırım..Siz isterseniz korkusuz abdal deyin, gülmeye devam edin.” Bohçayı ikibinsekizde açmıştım. Mart ayı.
“Bunları bir gün neşredecek gibi notlar alıyorsun. Söylediklerimi yaz ama yaşadıklarımdan bahsetme. Bir otuz yıl sonra ömür varsa hatırla bakalım, bu günle o gün arasında değişenler neler. Üşümeyen adam , taş medresede donmayan adam dersin herhalde.. Hayır, ben mum işığıyla ısındığım falan yok, şurada soba var. Tek başına olmama dair zaman zaman söylediklerimi fazla kaâle almayın. Bütün bildiklerim de bunlar işte. Benden fazlasını da beklemeyin. Biz işin hal tarafındayız.. O bizi biz yapan değer, bizi kendimiz olmamaktan koruyan, çemberin içinde kalmamızı sağlayan.” Kurşunlu medresesi. Boş odalardan birinde mukim bir zat. Elektrik sobası var doğru, ama elektrik yok.
Üşüyoruz.
Mum ışığında o konuşuyor biz dinliyoruz.
Şah-ı Nakşibend’den kıssalar anlatıyor. Ahmet el-Rüfai’den de..Birinden köz alıp, diğerini tutuşturuyor. Sağ tarafından felç vurmuş..Yürürken aksıyor.
“Dün namaz çıkışında birisi bana akıl vermeye çalıştı. Çıkar şu ayakkabıları, git kavaflardan mest ayakkabı al, abdest alırken, giyinip çıkarırken rahat edersin dedi. Bağcıklı ayakkabıları giyerken zorlanmama istinaden tabi. Soğuk iklimde söyledikleri doğru ama, bende olanı bir bilse. Hani Yunus diyor ya” bir ben vardır bende benden içe- ru” diye. O, içerideki olandan bitenden haberdar değil. Hem neden haberdarız ki, dünyayı şöyle merkeze koyun..etrafına bir daire çizin..O nokta işte. Sizde bizde o noktanın içindeyiz. ” Allah bes baki heves.” Abdest alınan mekan su sıçramaları nedeniyle buz. Kapı girişinden medreselere yürünen beş altı merdivende buz tutmuş.
Buralardan inip çıkarken düşmemesi için telkinde bulunalım dedik ama, söyleyeceklerimiz temenniden öteye geçmeyecekti. Serçekuşlar, sıvırcıklar, kargalar.. Ve açlığını çöp bidonlarında gidermeye çalışan köpekler, kediler.. Soba bacalarından yayılan isli kömür dumanları.
Nefes almakta zorlanıyoruz.
Ama içeride soba yok. Biz dinlemeye
devam ediyoruz. ” Akif’in deyimiyle garbın afakini saran çelik zırhlı duvar Şark’ın ihya hareketleriyle soğuk savaşı sürdürüyor. Sovyetler yıkılsında bir görün..Amerika ve Avrupa’nın çehresi bir değişsinde görün..Bizim toparlanma dönemimizdeki mukavemeti gösterebilecekler midir.? Mevlânası olan topraklar göletidir arzın. Göl yerinde her zaman su bulunur. Su varsa ihya vardır, su varsa yeniden vücud bulacaktır her şey. Zemzem..Onun hakikatle olan ilintisini bir anlatsam yada siz bir gidip görseniz. Anlatmak istediğim o zaten..Sıkıntı bizdeki, içimizdeki yabancılaşma, hayranlık..Üstad Necip Fazıl ” batı sınırsız bir çirkini güzelleştirme çabasında, bizse hudutsuz bir güzeli çirkinleştirme davasındayız” der. Otağa hasret bırakılmak isteniyoruz, köklerimizden koparılmak, sanki dün var olmuşuz gibi bir teze sarılmak..Bu çabaların sonu yoktur, sonu olan varlık üzere tecelli edendir. Ne oldu, asırlar eşya hakikat arasındaki tartışmalarla sürüp gitti..Peki hakikat ne..? Onu arayanların sığındıkları merci neresi..? Tarihin kayıtlarında var, kim nereye, nasıl sığınmış. ? Asıl ve esas önemlidir. Orada durduğumuz sürece de biz bu tür problemler yaşamayız ve yaşamadıkta..Sizinle tanışmamız uzun ama görüşmemiz kısa sürdü.Ben İstanbul’a gidiyorum yakında. Pay-ı Taht arzuma- nımdır ama,burada olmak arzum..Erzurum benim için hiç gurbet olmadı.
Arkada bıraktıklarıma değil, orada ikamet eden bir evladıma manevi olarak yardımcı olmak için gidiyorum..” Kar yağmıyor. Sis ve soğuk. Ayrılıyoruz.
Otuz yıl bir yazı için beklenir mi bilmem ama, bu sene liseyi bitiriyorum.
Üstad Necip Fazıl” Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / Gök yüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” der bir şiirinde.
Her insanın çıkınında bir şeyler vardır. Bohçayı açınca, nasipte olanı paylaşmak istedim. Mart ikibinsekiz.
Kar yağıyor. Türban Üniversitelerde serbest olsun diye Meclisten yasa çıktı. Kuzey Irak’a kara harekatı başlayacak. Ortalık buz kesmiş.
Hatıra yazmak bana düşmez.
Divane diye hikayesini yazdığım bir insanın hayatından anekdotlar aktardım. Otuz yıl? Teksir kağıdına alınan notlan sadece temize çektim. Onu yad etmek ve rahmet dilemek için..