Konferansçı

Adam, üst üste koca bir yığın oluşturan mektupları kamıştan örülmüş bir sepetin içine doldurup salona götürdü. Mutfaktan bardağına çay doldurup salona döndü. Yemekten hemen sonra mutlaka çay içmeliydi. Yemeğe oturmadan çayını hazırlamıştı. Salona gidip sallanan sandalyesine oturmadan evvel sepete yakınına bir sehpanın üzerine yerleştirdi. Gerindi önce, derin derin nefes aldı. Kim bilir bu haftaki mektuplarında neler yazıyorlardı. Hangi övgülerle gökyüzünde dolaşacaktı. Hangi konuları onun sesinden ve yorumundan duymak istiyordu halk?

Sesinizin tonu çok güzel, diyordu birisi. Diğeri ses renginin harikuladeliğine hayranmış. Bir başkası kelimelerdeki her harfe yüklediği özel bir sesi olduğunu kelimelerinde müthiş bir musiki tınısını duydukça kendinden geçtiğini anlatırdı. Her bir mektupla başı biraz daha yukarı kalkar, boynu dikleşir, gerdanı gerilirdi. İlginç bulduğu birkaç konu tavsiye eden varsa ajandasına not alır, o not araştırılmak üzere sırasını beklerdi.

Araştırdığı konular sınırsızdı; eğitimden mimariye, çocuk bakımından çiçek türlerine, resimden heykele, edebiyattan felsefeye, dinden aile huzuruna, gelin kaynana ilişkisine hayatın bütünüyle içinde ya da küçük bir noktasında insanı alakadar eden her şey konferanslarının konusunu oluştururdu. Ülkenin en iyi konferansçıydı. Defalarca değişik gazetelerden Gazeteciler Derneğinden, vakıflardan, resmi ve özel kuruluşlardan ödüller almıştır.

Bir hayranı dünyanın bile en iyi konferansçısı olabileceğini yazıp dururdu sık sık. Oysa adam, Türkçe’den başka hiçbir dili bilmiyordu. Yabancı dil kurslarına gidemezdi. Bu onun için büyük bir zaman kaybıydı. Ayrıca yeni bir dil öğrenebileceğinden de şüpheliydi. Varsın dünyanın en iyi konferansçısı olmayıversindi. Kendi ülkesinde bir numaraydı nasıl olsa. Kendisinin üstüne konferansçı yoktu. Onun kadar güzel konuşabilen bir hatip dünyaya zor gelirdi. Bir hayranı da adamı Shaksper’in müthiş şiirsel konuşan kahramanlarına benzetiyordu, “ancak onlar sizin kadar belki güzel konuşabilirler” diyordu. Neden yurt dışına gitmeyi, çalışmalarını orada sürdürüp gerçek bir dünya yıldızı olarak dönmeyi düşünmediğini soranlar oluyordu.

Adam mektuplara ara verip oldukça geniş ve antika eşyalarla dekore edilmiş boğaza nazır evinin salon penceresinin önündeki geniş koltuğuna oturdu. Tavandan yere kadar uzanan camın hemen altındaymış hissi veren denizi seyretti. Başı dik boynu gerilerek duyduğu övgülerden sarhoş, bardağında kalan çayını yudumladı. İlgisini çeken konulardan biri üzerine yazısını hazırlamak için bilgisayarının başına oturdu. İnternete bağlanması uzun sürünce sıkıldı. Bilgisayar ne bilsindi onun ülkenin en meşhur konferansçısı olduğunu. İnsan olsaydı bir kolaylık sağlar, hiç bekletmezdi. Kütüphanelerde hiç bekletmiyorlardı memurlar. Kartvizitini uzatır uzatmaz kütüphanenin en sessiz, en konforlu ve manzara gören masasına buyur ediyorlardı. Tüm ikramları iki elini yok der gibi sallayarak reddediyor, kimseyle konuşmadan aradığı kitabın adını yazdığı kâğıdı uzatıyordu. İstediği kitap hemen önüne geliyordu, konferansının. Konferansçı hiç bir özel daveti kabul etmiyordu. Kimseyle özel olarak oturup sohbet etmiyordu. Hiçbir televizyon programına konuk olmuyordu. Ne zaman dışarı çıkacak olsa tanınmamak için tepesindeki saçları dökülmüş başına hafif kıvırcık saçlı peruğunu, gözüne güneş gözlüğünü takar, son model arabasıyla çıkardı ancak. O zaman meşhur hatip olduğunu kimseler anlamaz, tek başına rahatça dolaşır, alış verişini yapar, yemeğe gider, tenha bulduğu sahile inip, bazen denize girer, bekçiyle anlaşabildiği zamanlar fenere çıkıp ıssız bir sonsuzluk gibi uzanan denizi seyreder, gittikçe büyüyen yalnızlığı içinde mutlu olup olmadığını düşünürdü. İki ayrı dünyası içinde biri yığınlar karşısındaki meşhur konferansçı, diğeri tüm zenginliği ve ihtişamı içinde yapayalnız bir adam olarak mutluluk ve mutsuzluk arasında duygularını tahlil edemez, düşünmekten yorulduğunu hissedince dönerdi, alabildiğine geniş ve o oranda da tek başınalık dolu evine. En sevdiği şeydi, hayranlarının mektuplarını, sallanan sandalyesinde çayını yudumlarken okumak. Haftada bir postaneye gider posta kutusundan mektuplarını alırdı. Ev adresini kimseye vermezdi. Evinde iki telefon hattı vardı. Biri özel telefonu, diğeri numarasını bazı dinleyicilerine verdiği telefonu. Canı konuşmak istemediğinde dinleyici telefonunun fişini çekerdi. Yapılan övgülerle öz benliğinin güçlendiğini, cesaretinin arttığını hisseder, gurur mu, kibir mi karar veremediği gizli bir duygunun farkına varır, kendini fazlaca yargılamak hoşuna gitmediği için tekrar mektuplarına dönerdi.

II

Övgülerle başının göklere erdiği, bulutların üstünde yüzdüğü bir an elindeki mektubun anlattıklarıyla birden yeryüzünde buldu kendisini. Mavi göklerde bembeyaz bulutlar da tutup elinden yükseltemedi adamı. Önce kalbi çarptı, yüzü kızardı, mektup kâğıdını tutan elleri şiddetle

titremeye başladı. Bunca yıllık konferansçılık hayatında binlerce mektup almıştı, ama hiç aşk mektubu almamıştı adam. Hatta kimse ona aşık olmamıştı. Yıllar evvel, daha on sekiz yaşındayken mahallesinde bir kız sevmişti. Güzel bile değildi. Gece gibi siyah, uzun, su dalgası gibi omzundan beline doğru akan saçları vardı kızın. Saçlarını sevmişti belki, üzerinde fazla düşünmedi, “kala kala senin gibi kekemeye mi kaldım, sen bana ‘seni seviyorum’ diyene kadar ben yaşlanırım.” Demişti. Kızın simsiyah saçları içinden sıcak katran gibi akan bu sözleri kalmıştı yalnızca içinde adamın. Bir daha karşısına çıkmadı kızın. Çıkamadı. Kırşehir’de yalnız yaşadığı küçük bir virane olan evini öylece bırakıp İstanbul’a geldi. Bir türbedarın yanında kaldı uzun yıllar. Aslında her şeyi türbedara borçluydu. Önce ezan sesine hayran olmayı öğrendi, sonra cami ve türbeleri, kütüphaneleri sevmişti adam. Türbedarla birlikte tek odalı bir barakada on yıl yaşamışlardı. Türbedar Mesnevi okurken adam ney sesi duyardı. Tek bir sözü adamın meşhur bir hatip olmasına yetmişti, “konuşurken karşındaki hiç kimseye bakmayacaksın, uçsuz bir boşluğa baksın gözlerin, karşındaki herkesi yok farz etmelisin .” demişti türbedar. Kütüphanede hazırladığı konulardan bir kaçıyla bir radyoda konuşma yapmasını sağlayanda yine türbedardı. Yalnız karşısında kimse olmayacaktı. Daha ilk programıyla tutulup sevilen adam başarının ilk basamağını çıktığını anlamıştı. Türbedar öldüğünde radyoda çalışamaz oldu. Parlayan birkaç yıldızı vardı göğünde türbedar giderken onu da beraberinde götürmüştü.

Tanınan bir hatip olunca dinleyici sayısı çoğaldıkça yeni yıldızlar doğuyordu göğünde. Kırk yaşına gelmiş, oldukça esmer, iri burunlu, kel kafalı bir konferansçıya âşık olan hanım nasıl birsiydi acaba? Müthiş bir merak ve heyecan karışımı adamı yerin bile altına doğru çekmek üzereydi. Gerçekten konferansçıya mı âşıktı, yoksa onun zenginliğine mi? Hayranlarından hiç kimse evini ve nasıl bir hayat sürdüğünü bilmiyordu. Postaneye gelip her gün posta kutularının önünde bekleyip adamı görmeye çalışabilirdi. Dışarıdaki tebdili kıyafetinden tanıma bile sormaya kalkışabilirdi. Adam da kekeleyerek cevap verirdi. Hem ne cevap verecekti ki? “ben o’yum” ya da “ben o değilim.” mi diyecekti? Hem diyebilecek miydi? Yarın kapıcıyla konuşup istediği ücret karşılığında postaneye kapıcıyı göndermeliydi. Soran olursa ona hiç bir şey anlatmamalıydı. Ya takip etmeye kalkışırsa? “yok daha neler, bu kadar vesveseli olduğumu bilmiyordum.” Aynı mektubun tekrarlanmaması için dua edebilirdi ancak.

Bir akşam sallanan sandalyesinde otururken, başı yine göklerdeyken aynı hanımdan evlenme teklifi aldı adam. “hiçbir şeyin olmasa bile benim servetim yeter bize” diyordu. Adamın sesine ve yorumuna duyduğu hayranlığı sıralıyor, kişiliğini sevdiğini söylüyordu. Demek zengin birisiydi. Parasında gözü yoktu. Oysa kadının âşık olduğu adamın kişiliği olamazdı. Adamı tanımıyordu bile, sesine ve belagatine hayrandı. Ya kekeme olduğunu öğrenirse kalabalıklar karşısında konuştuğu gibi özel yaşamında konuşamadığını öğrenirse her şey biter miydi o zaman? Böyle alışılmış rahat bir hayatı arkası olmayan bir macera için harcayamazdı. Belki yaşlı ve çirkin bir kadındı.

Ertesi gün uyandığında evlenme teklif eden kadının zihnini hiçte meşgul etmediğini görerek rahatladı. Her şey eskisi gibi devam ediyordu.

Mektuplarını okuduğu bir akşam aynı kadının mektubunu buldu, “beni tanımalısın” diyordu, “tanırsan seversin” diyordu. Birkaç gün sonraki konuşmasında salonun en ön sıralarında beyaz bir elbiseyle elinde siyah kaplı bir kitapla kendisini dinleyeceğini söylüyordu.

“hayır” diye bir çığlık attı adam. Sesi yankılandı evde. “Bakamam” dedi sonra. Bakmamalıydı. En kısa zamanda unutmalıydı. Yeniden sönmesine yıldızlarının, göğünün yeniden kararmasına izin veremezdi. Ne olursa olsun bakmayacaktı kadına.

Adam mutat hazırlığını yapıp konuşmasını sunmak için kürsüye çıktı. Ağzından dökülen her cümlenin ardından bir alkış tufanı kopuyordu. Alkışlarla yukarı kalkan bakışı, konuşurken en arkaya boşluğa yöneliyordu. Kadını düşünecek fırsatı olmuyordu. Konunun içine yerleştirdiği bir beyit öylesine alkışlandı ki küçücük bir boşluk doğdu adamın kafasında. İşte o bir an kadın işgal etti boşalan yeri ve yukarılara bakan gözü kısa bir an ön sıralara kaydı. Beyazlığı fark etti önce. Beyaz elbiseli, siyah kaplı kitabı tutan kadın göz kırptı o’na bakışları karşılaştığı an. Simsiyah sonsuz bir gece rengindeki saçları ince dalgalarla omzundan aşağıya akıyordu sanki.

“Bu bu bu aaaşık ol……… ” sesi dudağından mikrofona, oradan bütün salona yayıldı. Kendi sesini

duydu adam, irkildi, belagatini yitirdi. Konuşmasına devam edemedi. Havaya kaldırdı başını, sönen birkaç yıldız gördü göğünde. Gücü tükenen adam yere yığıldı. Ertesi günkü gazeteler ve televizyonlar meşhur hatibin ilk kez kekelediği ve halsiz yere yığıldığı hastanede yoğun bakıma alındığı, henüz hayati tehlikeyi atlatamadığı haberleriyle doluydu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Küller ve Yangınlar / İsa Karaaslan
Öksüz Çocuklar Galerisi / Üzeyir Süğümlü
Konferansçı / Zeynep Yalçın
Muharrem / Şeref Akbaba
Yoksa Ben de mi Ahfeşleşiyorum / Talip Çukurlu
Tümünü Göster