İnsanî değerlerimizin en önemli tezahürlerinini, yakınlarımızla olan dostluk, hizmet, yardım bağları ve cömertlik teşkil eder. Bu husus, edebiyatımızda çok farklı perspektiflerde inceleme alanı bulmuştur.
Tanzimat dönemi Türk Edebiyatının büyük ediplerinden Ah- med Mithat Efendi, “Edebiyatımızda Sosyal Yardımlaşma Fikri” üzerinde en çok eser veren yazarlarımızdandır. Onun “Fe- latun Bey ile Rakım Efendi” ve “Emanetçi Sıtkı” romanları eser ismi olarak da dikkate alınması gerekir. Ahmet Mithat Efendi, Avrupa’da iken Doğu ve Batı medeniyetlerinin karşılaştırılmasında hamiyet, cömertlik ve misafirperverlik duygusunu iki toplumdaki tezahürünün farkına varır. Bir tarafta büyük ve çok üstün görünen Batı medeniyeti içinde ekseriyetle her türlü akrabalık ve komşuluk bağlarını koparmış fertlere mukabil; kurumsallaşmış sosyal yardım teşkilatları… Diğer tarafta, pek çoğu bu dev medeniyetin mevcudiyetinden dahi habersiz, fakat yiyeceği olan yarım ekmeğin yarısını da tanımadığı yol arkadaşıyla paylaşmaya hazır fertlerden meydana gelmiş başka bir cemiyet… Elbette edebiyatımızın Avrupa görmüş Rakım Efendisi, bu mevzuda mukayeseli çok şey söyleyecektir.
Ahmet Mithat Efendi, Kırım seyahatinde iken Tolstoy’un Avrupa medeniyeti karşısında Rusları ikaz eden fikirlerine iştirak ederek, Tatar Türkçesiyle bir makale yazmıştır. Avrupa’da terakkinin, bir ineğe 15-20 okka süt verdirmek veya bir ineği beş-altı yüz okka semirtmeğe kadar vardığını, buna mukabil acaba kaç kişinin bir inek alabilecek durumda olduğunu sorduktan sonra şöyle devam etmiştir.
“Medeni ilerleyişlerde1 henüz bir olgunluk derecesi2 bulmamış olan yerlerde açlıktan adam öldüğü asla duyulmadığı3 halde medeniyet namına4 bunlar, sıradan olaylar5 hükmünü
almışlardır. Haniya meseleye bu nok- ta-i nazardan bakılacak olunursa medeni ilerleyişlerde sonraya kalmış olan halk, acınacak insanlardan görülmeyip tebrik olunacak insanlardan görülür.” Ahmet Mithat, muhtemelen Gülnar Dö Lebedef’ten duymuş olduğu bu fıkrayı Ahmet Metin ve Şirzad adlı romanında kahramanı Ahmet Metin’e söyletir.Gerçekte de Ahmed Mithat, Gülnar Hanım vasıtasıyla, Batı medeniyeti karşısında, Rusların da aynı problemlerle uğraştıklarını anlamıştır. Kopenhag’da hastalandığı zaman, arkadaşları olan Rus müsteşriklerinden gördüğü ilgi ona, Avrupa medeniyetine henüz girmekte olan bu iki millet arasındaki müşterek insani duyguları düşündürür:
“Hakikat şu Ruslar’da gördüğüm hissiyat-ı insâniyeyi âdeta Osmanlılara mahsus bildiğim muhteşem cömertliğe6 ancak kıyas edebilirim. Terakkıyât- ı medeniye derecesinin zirvesine7 varmış olan halkta hodgâmlık, kayıtsızlık pek ziyâde oluyor ise de bizim gibi henüz bu medeniyet derecesinin8 aşağı kademelerinde bulunan milletlerde sâ- fiyet-i beşeriye muktezâsından olan mürüvvet daha pek ziyâde oluyor. “9 Aynı seyahat sırasında, bir vapurda, yabancı bir kadın sanatçının deniz tutmasıyla hastalanması üzerine, diğer bütün yolcuların kaçıp yalnız Ahmed Mithat Efendiyle bir de gemi doktorunun hastanın yardımına koşması onu tekrar düşündürür: “Buna benzer hallerde10 Avrupalıların (yardımlaşma konusunda) pek kayıtsız olduklarını zâten biliyordum. Bu defa kendi gözümle” müşahade dahi eylediğimde o fikir bende teyit etti. Keyfiyeti Madam Gülnar’a da anlattığımda o da kabul edip hak verdi. Hâsılı ikimiz dahi Cenab-ı Hakka duâ eyledik ki şu memleketlerde bizi bir kazâya duçar edip halkın yardımınau muhtaç eylemesin. “,3
Ancak bu hadise, Ahmed Mithat’da daha başka bir kanaat oluşturur: Yardımın bir sektör hâline gelmesi. Buradan yola çıkarak, batının bütün büyük şehirlerinde fakirlere, kazaya uğrayanlara, hastalara hizmet maksadıyla dernekler kurulmuştur. Ahmet Mithat, bunların Türkiye’de de kurulmasını arzu eder. Bu derneklerin lüzumlarını; “Münkir bulunmak şöyle dursun ziyadesiyle beğenme14 ve beğenilme de15 bizi mecbur eylerse de zann-ı âcizâne- me kalırsa bu yardım için özel kişiler16 ve cemiyetlerin kurulması’17 ancak18 kayıtsızlıkta veya hodgâmlıkta pek ileriye varmış bulunmalarından doğan bir lüzum üzerine vâki olmuştur. Buna benzer, yardım heyetlerinin19 kendi memleketimizde de teşekkülünü arzu etmez değilsem de bizde henüz böyle şeylere olan lüzumun kendi kendisini kaçınılmaz bir surette20 meydana koyamamış bulunması genel cömertliğin21 bu gibi ahvalde bayağı yeterliliğinden22 ileri gelir23 diyebilirim. Muhakkaktır ki Avrupa’da bir insan sokakta düşüp vefat etse temâşâsına koşan binlerce adamdan birisi bir yudum su vermeğe kendisini insanlıktan mecbur görmez. Böyle bir vazife ile görevlendirilmiş24 olan kim ise gelip vazifesini ifa etmesini beklemeksizin25 kendisi yalnız temâşâ ile zevkine bakar. “26
Görülüyor ki burada kurumsal hâle gelmiş “vazife ahlâkı” ile vicdana dayanan “ferdi.ahlâk” karşı karşıyadır. Netice itibariyle her ikisinin de gördüğü hizmet aynıdır. Biri kanunların getirdiği belki soğuk fakat emin bir netice. Diğeri de beşeri hamiyet duygusuna dayanan belki tesadüfe bağlı fakat şefkatli. Ahmed Mithat Efendi, burada da kısmfbir sentezi düşünmüş, ağırlığı doğunun vicdani” hareketine vererek yardım kurumlarının da lüzumuna kanaat getirmiştir.
Yine konusu Paris’te geçen Mesâil-i Muğlaka romanında bir kahvehanede kavga çıkması üzerine müşterilerin, selâmeti kaçmakta buluşlarını şöyle anlatır Ahmet Mithat:
“Kahvehane dâhilinde bulunanlar firar edeceklerine kavga edenlerP7 ayırsınlar, muharebeyi men’ etsinler mi dediniz? Amma yaptınız ha! Siz bu insanlığı2S ancak bizim buralarda arayınız. Avrupa’da hele Fransa’da ararsanız boş yere aramış olursunuz. Orada ciddice bir tehlikenin vukuunu müteâkip herkes kendi canını kurtarmak gayret-i hodgâmânesiyle (egoistçe) âdetâ çıldırır.”29
Romancı, bu vesile ile gerçek bir vakıayı hatırlatır; “Batılılar, her şeyi resmi müdahaleye bırakmayıp, biraz vicdâ- ni hareket etselerdi “Bazar Dö Şarite”yangını esnasında öyle yüzlerce insan yanar mıydı? Hem de yananların yüzde doksan beşi kadın ve çocuk. Erkekler, âcizleri kurtaracaklarına kendi canlarını kurtarmışlar. Burgonya vapurunun batışı da aynı hâdiselerle neticelenmiştir.”
Bu duygusuzluk, bu kendini düşünme ve hodgâmlık batıda çok eski bir geçmişe mi sahiptir? Yoksa Ahmed Mithat Efendi’nin Avrupa’yı tanıdığı asırda henüz büyümeğe başlamış olan sanayinin doğurduğu bir netice midir?
Bunun münakaşasını edibimizde bulmak biraz güçtür. Ancak iki medeniyeti kıyaslarken mantıken bunu medeniyetin terakkisine bağladığını görürüz.
Bu egoizm, tabiatıyla dostlukların da bir takım hesaplara dayanmasına sebep olur. Karşılıksız, menfaatsiz dostluklar, romantik hikâyelere konu olacak kadar nadir hâdiseler hâlinde kalmıştır. Yazarımız, burada Osmanlı okuyucularını ikaz maksadıyla yazdığı eserinde, bir gün Avrupa’ya giderlerse oranın yaşayış kaidelerine yabancı olmasınlar diye bu meseleye işaret eder: “Avrupa’da bulunan insanın kalbi geniş30 olmalıdır. Hatırdan çıkarmamalıdır ki Avrupalılar belli dairelerde3‘1 ve münâsebetlerinin gelişmesini32 pek de istemezler. Hele kendilerine engel33 olmayacak ve hiç olmazsa kendilerini eğlendirmeyecek olan münâsebetler hususunda gayet nazlı ve tok34 olurlar.”35 Romanlarında da bu gibi vakıa ve mülâhazalara rastlanır. Komşuluk, komşu hakkı gibi şarka mahsus çok insani ve karşılıksız bir hamiyeti Paris’te bulamazsınız. Ahmed Mithat bu meseleyi, şehirlerin büyümesine, büyük sanayi ve kadın-erkek çalışmasının zaruretlerine bağlanmadan anlatır: “Polini odasında oturamadı. Oturmak inâdında bulunsa bilâ- şüphe donup helâk olacak. Kime gitsin? Hangi komşuya gitsin? Paris medeniyeti komşuluk adet-i kadime-i medeniyesini çoktan mahvetmiş. Bir hanenin iki odasında kapı-bir komşu olanlar bile yekdiğerini tanımazlar, bilmezler, görüşmezler. Hele bunların ikisi de birbirlerine yardımları olamayacak fukaradan olurlarsa var yal…”35
“Amerika’da değil, Avrupa’da bile dostluk için komşuluğun hiçbir tesiri olamaz. Kırk yıl bir merdivenden inip çıkan komşular kırk yıl dahi birbirlerine yabana kalırlar.”
“Paris’te Bir Türk” adlı romanında kahraman Nasuh, kaldığı pansiyonda, Avrupalıların bu âdetini bildiği ve buna tahammülü olmadığı için dostluk kapılarını kendisi aralamağa çalışır. Merdivenden inip çıkarken selamlaşır ve bir-iki çift söz söyler. Pansiyon komşuları ayrı milletlerden olduğu için hepsinin davranışı farklı olur. Bu, henüz Avrupa’yı görmeyip kitaplardan tanıdığı yıllarda yazdığı romanında, çeşitli milletlerin dostluk davranışlarını anlatması bakımından Ahmed Mithat’ın kendine mahsus bir dikkatidir;
“Moskoflar Nasuh’un bu hareketinden memnun kalırlar. Zira Avrupa’nın en çelebi milleti Moskof lar addedilse şayandır. Zira insanoğluna derhâl temayül ederek ana baba kardeş gibi ısınmakta Türklerden bile öndedirler37. Almanlar Nasuh’un haraket-i lâubâliyânesine taa- cüp etmişlerdi. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız familya/arınca Nasuh’un bu ha raketi yabancılığa hamledildi. Zira Paris’te bir menfaat-i şehvaniye yahut bir menfaat-i nakdiye icab eylemezse birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasâbet pek bayağı bir hâlde kalır gider.”38
Yazarımız, bir romanında da, İstanbul’da bu komşuluk hakkı veya vazifesinin can sıkıcı hatta terbiye dışı bir hale geldiğinden bahsederken kendi âdetlerimizi tenkit eder:
“İstanbul’umuz malumdur ya? Kaide-i medeniyet herkesin kendi hanesi dâhilinde hâkim olarak onun hâricine karışmamasını iktizâ ettirdiği hâlde bizim usûl-i medeniyetimiz gere- ğince39hepimiz mahalle kethüdası kesiliriz. Herkesin hanesine karışırız. Hatta bazılarımız kendi hânesine karıştığından ziyâde âlemin hanesine karışmakla iştiğal eder… Mevlâ cümlesini ıslah eylesin, diyelim.”40
Bu roman, Ahmet Mithat’ın, Avrupa seyahatinden birkaç yıl önce yazmış olduğunu da tekrar edelim. Bir yabancıya değil komşuya dahi yardım elini uzatmayan Avrupa’da aile ve akrabalık bağları da kopmuştur. Aynı şehir içinde yaşayıp birbiriyle ilgisi kesilmiş ana-baba ve çocuklar çoktur. Ahmed Mithat “Gürcü Kız” romanında bu acı hakikati, Avrupalı bir seyyah olan Vilhelm Sanç’a itiraf ettirir. Bu zatın Tiflis’ten ayrılırken, yanında iki gece geçirdiği bir Gürcü ailesiyle vedalaşmasını tasvir eder. O Tiflis ki, Ahmed Mithat Efendi’nin “Firkat, Kafkas, Çerkeş Özdenleri” gibi roman ve tiyatrolarında âdet ve ananelerinden hayranlıkla bahsettiği ana diyarı Kafkasya’nın bir şehridir.
“El ele verip vedalaşarak41 ikametgahı kapısından dışarıya çıktım ki bu kusurun42 yüreğimi sıkıp burnumu sızlatarak gözlerimden birkaç damla yaş damlattığına43 vâkıf olduğum zaman kendi halime kendim şaştım44. Çünkü biz Avrupalılar buna benzer iç sezgilerimizi45 büsbütün46 kaybeylemişizdir. Seyâha- te çıktığımız zamanlar kendi familyamız halkından ayrıldığımız esnada bile bu hüzün kalbimizi istilâ etmez ki o zevk-i rûhaniyle zevklenelim41. Hâlbuki şu asil ve sâfi cemaat nezdinde iki gecelik yolculuk48 insanlık için asli hal ve yaratılıştan49 olan bu örnek kalbi sez- giyes° yöneltmiştir. “5‘ Bundan sonra Vilhem Sanç, Avrupa’da bu neticeyi medeniyetin doğurduğunu, çünkü pek çok seyahatleri esnasında akraba ve dost bağlılığının iptida- T kavimlerde daha derin ve samimi olduğunu anlatır.
Ahmed Metin ise, Osmanlılarda efendi ile köle veya hizmetkâr arasında ömür boyu devam eden baba-evlat gibi yakınlıktan bahseder:
“Aşk-ı vatan, sevdây-ı din, muhabbet-i pederâne ve mâderâne gibi şeyler me- yanına efendi ve vel-i nimet sevdâsını da katmaktan hâkim sınıfın52 gaflet üstünlüğü53 göstermişlerse de bu muhabbet dahi hakikate mevcuttur. İhtimal ki Avrupa’da akrabalık ilişkileri54 bile gittikçe azalarak yok hükmüne yaklaştığı için ahlak âlimleri bu efendi muhabbetini hiç de aramamaktadırlar. “56 “Paris’te Bir Türk” romanında Nasuh’un pansiyon komşularından Madam Garnol, evli olan ablasının yanında ancak çocuk dadılığı etmek suretiyle geçinmektedir. Bu hususta Ahmet Mithat şunu söyler. “Zira Paris’te kardeş kardeşe yardım etmek hamiyeti değil, fakat iktidârı azdır.”5‘7 Ahmet Mithat, Avrupa âdab-ı muaşeretin de hiçbir insani bağı bulunmayan bu sınıf insanlardan bahsettikten son ra tezini şu insaf cümlesiyle tamamlar: “Lakin bütün Avrupa Paris gibi olamaz. Hattâ bütün Paris dahi bu hâlde değildir.”
Cömetlik
Sosyal Yardımlaşmadan bahsedip de bunun motor gücü olan cömertlikten bahsetmemek olmaz. Ahmet Mithat Efendi’de “Cömertlik” fenomeni başlı başına bir konudur. İslâm ya da başka bir dinden, Osmanlı ya da başka bir ülkeden olsun, cömertliğin Doğu kavimlerine mahsus bir haslet olduğu muhakkaktır. Ahmed Mithat Efendi, Avrupa seyahatinden evvel bu hususiyetin farkına varmamış gibidir. 1889’dan önce neşrettiği eserlerinde gerek Şarklıların cömertliğine gerekse bu duygunun Avrupalılar ile mukayesesine rastlamıyoruz. İlk defa, Stockholm’e giderken Almanya treninin vagonunda bu meseleyle karşılaşır. Tütün kesesini unutmuştur. Tiryakiliği başına vuran meşhur edebiyatçımız, kendisine ikram etmeden sigarasını içen diğer yolcudan bir sahavet beklemenin boşuna olduğunu düşünür. Artık Avrupa’dadır.
Zihnim döne dolaşa ahlâk ve âdât-ı Osmaniye’mize intikal eyledi. Canım Osmanlılık. Şimdi şu vagon ile memâ- lik-i Osmâniye’de seyr ü seyâhat olsa velev ki içinde bulunanlar ile tanıdığım”58 olmasın her hangisine:
“Yahu! Ben tütünümü kaybetmişim! Bana bir sigara inayet buyurunuz! Diyecek olsam asla diriğ etmezler…”59 Yolculuğun devamında bunun bir ahlâk mı, yoksa âdab-ı muaşeret meselesi mi olduğunu düşünür. Ne olursa olsun pratikte lüzumlu ve faydalı olan bizimkidir. Öyleyse yaşasın Osmanlılık: “Cihanda Osmanlılar kadar inâyetkâr bir millet daha tasavvur olunabilir mi?
Burada ise prezante olunmamış (sunulmamış) bulunduğum adamlara merhaba demeğe bile hakkım yoktur. Maazallah bir sigara isteyecek olsam arsızlığıma, dilenciliğime hamlolu- nur. Vermemekten maada ihtimâl ki beni tahkir ederler. Öyle ya! Tütünün bu kadar müptelâsı olduğuna göre insanın her şeyden evvel onu düşünmesi tedarikli bulunması lâzım gelir.”60
Seyahatte tanıdığı ve çok sevdiği bir İsveçli mühendiste gördüğü aynı tavrı, kendi kendisine biraz daha müsamaha ile telâkki eder. Başkasından ikram kabul etmenin o şahsa yük olmak demek olduğunu anlamıştır. Daha doğrusu, bu düşünceyi takdir etmese bile Avrupalılarda bunun mevcudiyetinin gayri ahlâkf olmayan bir esasa dayandığını kabul etmiştir. Çünkü karşısındaki, batılıların en dost, en iyi niyetli tiplerindendir: “Bu adamdan gördüğüm nâzikane ve insânî muâmelenin hakikaten minnettarıyım. Kendisi Avrupalıların en terbiyeli adamlardan olarak bu terbiyenin birinci gereği de refikine as- lâ yük olmamaktadır. Bir iki defa birlikte yeme içmede6‘ bulunduğumuzdan ve bizim ahlâk-ı şarkiye ve Islamiye’miz gereğince buna benzer yemelerde ve içmelerde refiklerimizin masârifini de vermek bir ikram addedildiğinden yemek masraflarını62 benim tarafımdan ödenmesine63 müsaade buyurmasını pek çok defa ricâ eylediğim halde mümkün değil kabul ettiremedim. Vakıâ Avrupa’ca hotellerde, kahvelerde, lokantalarda filânlarda herkesin kendi masarifini vermesi mu- tad ise de bâzı bizim gibi şarklıların ikramlarını kabul edenler dahi bulunur. Ahvâi-i şarkıyeyi bilmeyenler ise böyle bir ikrâ- mı kendi nefisleri için hakaret sayarlar.”64 Bundan evvelki bahiste adı gecen “Gürcü Kızı” romanının kahramanı Alman seyyahı Vilhelm Sanç da Kafkasya’daki halkın misafirperverliğini, tanımadığı her köylü evinde karşılıksız yiyecek yemek ve yatacak yer bulduğunu anlatır.
Ahmed Mithat’ın, Beyoğlu’nda bir kahvehanede bizzat görüp dinlediğini söylediği bu seyyah, sözünün sonunda batı medeniyetinin girmesiyle bu faziletlerin tükenmekte olduğunu da belirtmiştir: “Ben bu tarafların ahvâline meftun olduğum cihetle epeyce uzun65 olan bu seyahatten asla usanmak bilmedim. Usanma- makta yerden göğe kadar hakkım vardır. Zira onlara Rus medeniyetinin yerleşmekte bulunması halkın bu misâfirperverli- ğini hayliden hayli tadil eylediğinden bundan sonra66 bu türlü seyâhati merak edenler bile mükemmelen icraya muvaffak olamayacaklardır. Yarısı hotel ve yarısı lokanta ı/e meyhâ- ne hükmünde bir takım yerler peydâ olmakta bulunduğundan misâfir-nüvazlık bunların işi gücü67 hükmünü alacaktır. Yerlilerin eski semâhat-ı mihman-perverilerine murada ermek
nâiliyet öteden beri bunların âşinâ ve ahbâbı olmağa mütevakkıf görülecektir. İşte ben buralarını bildiğim için şu sûret-i seyahatime bundan sonra başka bir Almanyalinın daha belki muvaffak olamayacağı hükmüyle doyamaya doyamaya icrây- ı seyahat eyliyordum. “6S
Vilhelm Sanç’ın bir harikalar ülkesi gibi anlattığı Kafkas diyarını, bu haliyle başka bir seyyahın bulmak İmkânından mahrum olması, Rus medeniyetinin de oralara girmekte oluşundandır. “Avrupa’da bir Cevelân”ı yazarken Şarklılara o kadar yakın bulduğu Rusya’yı, bu defa batı medeniyetinin temsilcisi gibi göstermesi, bir tezattan çok Rusya’nın iki medeniyet arasında kalmış olmasıyla izah edilmesidir. Batı medeniyetinin menfi terakkisi anlatılırken Rus halkının ananevi değerlerini öven Ah- med Mithat’ın, Kırım Kafkas ve Asya Müslümanlarıyla mukayesede Rusya’yı Batılılar arasına koyması tabidir. Edebiyatımızdaki bu unsurlar, sosyal yardımlaşma medeniyetimizin beraberinde getirdiği tabii bir sonuçtur. Aslında bunun bir meslek haline getirilmesi, tabiri caizse modernleşen bir dünyanın sonucudur. Bu çalışma haliyle Avrupa’da başlamıştır fakat Anadolu’ya yansıması da modernitenin İnsani duygulara etki etmesiyle, sosyal yardımlaşma fikri meslek haline getirilmiştir. Sosyal yardımlaşmanın günümüze ve geleceğimize hitap edecek şeklinin, geçmişimizden kalan mirasla yeniden şekillendirilmesi gerekmektedir. Bunun sebebi de globalleşen dünyanın, değişik ekonomik seviyelerindeki halk üzerinde, değişik etkileri bulunmasıdır. En önemli etki ise bizce yabancılaşmadır ki Ahmet Mithat’ın eleştirdiği unsurlar, artık günümüz metropol şehirlerinde de gözlemlenmeye başlanmıştır. Bu yabancılaşmanın giderilmesi en temel amaç olmalıdır ki bu da ancak sivil sosyal yardım kurumlarının sayısının arttırılması ile mümkündür. Yönetim tarafından da yapılacak kontroller sadece, denetim alanında kalmalıdır ki bu şekilde, bu kurumlara oto-kontrol görevleri dağıtılmış olacaktır. İşleyişlerinin yeniden düzenlenmesi ve daha serbest hareket etmelerinin yanı sıra merkezi bilgi İşlem ağları kurularak bilgi paylaşımı, yönetim tarafından sağlanmalıdır.
Dipnotlar:
- Terakkıyaât-ı medeniye
- Mertebe-i kemâli
- Mesmû olmadığı
- Kemâlât-ı medeniye
- Vukuât-ı âdiyeden
- Mürüwet-i keremkârâneye
- merâtibinin bâlâsına
- Merâtib-i medeniyenin
- A. Mithat Efendi, Avrupa’da Bir Cevelan s.359
- Misillû ahvâlde
- Re’yel-ayn
- Muavenetine
- A. Mithat Efendi, a.g.e s. 359
- Istisvab
- ıIstihsâna
- Memurin-i mahsusa
- Küşâd
- Mahzâ
- Hey’âtn muavine
- Sûret-i mübreme
- Mürüvvet-i umûmiye
- Kifayet
- Nâşi
- Muvazzaf
- Bilintizar
- A. Mithat Efendi , a.g.e s.372
- Mudârip
- Mürüvvet
- Mesâil-i Muğlaka
- Deryadil
- Dâire-i muârefe
- Tevessü
- Nâfi
- Müstağni
- A. Mithat Efendi, Avrupa Adab-ı Muaşereti s.308-9
- A. Mithat Efendi, Diplomalı Kız s.70
- Mukaddem
- A. Mithat Efendi, Paris’te Bir Türk s. 127
- İktizâ
- A. Mithat Efendi, Çingene s. 138-9
- Resm-i vediâ icrâ
- Mufârakat(kelime)
- Taktir eylemek
- Istiğrab eyle (Deyim)
- Ihsâsât-ı mübâreke-i derûn
- Bilkülliye
- Tezevvuk
- Müsâferet
- Cibilliyeden
- lhsâsât-ı kalbiyeye
- A. Mithat Efendi, Gürcü Kızı s.84
- Hükema
- Ağleb-i gaflet
- Münâsebet-i zülkurbâ
- Ahlâkıyun
- A. Mithat Efendi, Ahmet Metin ve Şirzad s.281
- A. Mithat Efendi, Pariste Bir Türk s. 126
- Muarefe
- A. Mithat Efendi, Avrupa’da Bir Cevelan s.91
- A. Mithat Efendi, a.g.e s. 92
- Eki ü şürpte
- Masârif-i vakıanın
- Tesviyesine
- A. Mithat Efendi, a.g.e s.110
- Medid
- Badema
- kisb ü kârı
- A. Mithat Efendi, Gürcü Kızı s. 120