Bir haberde okuduğum cümle şuydu: “Çoğunlukla yabana yazarların kitaplarını satın almayı tercih ediyor bizim okurumuz.” Ne zaman bir kitapçıya gitsem aynı noktaya takıldığım bir gerçek. Bizim yazarları hızla geçip çeviri kitapların sergilendiği bölümlere kayıveriyorum elimde olmadan. Bunun sebebi bizim iyi yazamıyor olmamız mıydı? Ya da karakterlerimizde mi bir sorun vardı? Ya da olayı doğru öremiyor muyduk? Belki de cümlelerimiz yeterli ölçüde etkin ve etken ve süslü ve doğru değildi. Konularımızda sıradanlık söz konusu olabilirdi veya olağan bir olayı sunarken frekansı mı tutturamıyorduk? Ya çok tasvir vardı ya da cümlelerimiz çok basit kalıyordu anlattığımızın ağırlığı yanında. Okuru kitabın içine çekecek cazibeyi oluşturamadığımız kesindi de, bunu aşmak için bir şey yapıyor muyduk? Biraz da fantazyadan nasibini alamamış olmak mıydı yoksa bizimki? Okura “bir şey öğrendim” dedirtemiyor muyduk kitap sonunda? Ya da okur kahramanların renginden mi hoşlanmıyordu? Neydi sorun? Bir yerde olmalıydı ki noksa- niyet, kaçıyorduk köşe bucak kendi yazarlarımızdan. Kim verecek bu ve buna benzer soruların cevaplarını? Yazarların kendileri belki, yayınevleri ya da; eleştirmenler mi yoksa edebiyat profesörleri de ihtimal konuya eğilebilirler miydi? Yazarlık da bir okul gerektirir diye düşünüyorum ben. Siz hiç bir yazar okulu duydunuz mu bizim ülkemizde? Profesyonel anlamda, somut bir okuldur benim çapını çizdiğim. Sıraları, öğretmenleri, okul binası, müfredatı, öğrencileri, yoklama kâğıtları, öğrenci işleri, kantini, kütüphanesi, otoparkı vesairesi olan bir okuldan bahsediyorum. Elle tutulabilir, gözle görülebilir, koridorlarında dolaşılabilir; ara sınavları, bitirme imtihanları, dönemleri, tatilleri ile tam bir okul. Yazarlık okulu… Bizde olan ve hiçbir zaman uzun soluklu devam etmeyi başaramayan, dernek ya da cemiyet ya da birlik ya da gençlik organizasyonlarının ve bir daha ya da edebiyat dergileri kapsamında oluşturulan küçük gruplardan bahsetmiyorum anlayacağınız. Tam bir teşekkül benim çizmeye çalıştığım. “Sanat okulu” der
gibi, “Yazar okulu”… “Nereden mezunsunuz?” sorusuna karşılık, “Ankara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yazar Bölümü” gibi bir cevap faraza. Yakışmaz mı?
Yazarlığın bir meslek olarak kabul görmediği, hep hafife alınıp “yazar” dendiğinde bir “yazık” ifadesinin bakışlara oturtulup “vah vah” gibi enteresan seslerle yazarlığın söze bile dökülmedi- ği bir ortamdan bahsediyorum ben. “İşsiz güçsüz yani” yazar olmanın diğer pek çok anlamlarından bir tanesidir. Bir baltaya sap olamamış babından bir durumdur. “Meşgale olsun yazıyor işte” gibi utana sıkıla bahseder yazar yakınları mesela. “Vakit geçiriyor” oyalanmasında bir eğlence tarzıdır yazarlık bizde. Boş zamanlarında ufak ufak karalamalar şeklinde tecelli eder çoğu zaman.
“Ne işle meşgulsünüz?” diye sorarlar. “Yazarım” dersiniz. “Öyle mi ne güzel, ne yazarsınız?” “Demek istediğim ben bir yazar’ım. Meslek olarak yani.” Muhatabınız büyük ihtimal yazarlığı meslek olarak görmediğinden şerh düşmeden geçemezsiniz. Çünkü bizde sabit meslekler vardır, onun dışındakiler es geçilir. Doktor, öğretmen, mühendis, veteriner, avukat gibi… Çocuklara mesela meslekleri öğretmeye çalışırız. Sonra da sorarız “sen büyüyünce ne olacaksın?” Çocuk “doktor olacağım” der. Devâsâ bir âferin, güzel meslek seçmiş kendisine. “Doktor ol, kendini de kurtar bizi de…” Bu “ne olacaksın?” sorusu mütemadiyen sorulur, ama alınan cevaplar sürekli değişir. Çocuğun bazen ressam olacağı tutar farz-ı muhal. “Olur mu hiç, ressam olmak da nereden çıktı. Bu devirde ressam olunmaz, sen kaymakam ol daha iyi.” Ben bu güne kadar çocuklara meslek isimleri öğretilirken aralarında “yazar” kelimesinin geçtiğine rast gelmedim. Yazar olmak kötü müdür? Hayır, değildir. Yanlış mıdır? Hayır değildir. Peki nedir? Bu, yazarların hiçbir anlamda (sosyal, ekonomik) koruma altında olmadıklarından kaynaklanmaktadır aslında. Yayınevleri dahi yazarlara karşı bihakkın davranmazken başkasından bunu beklemek sakıncalı. Yayınevi ki yazarlarla iç içe olan mekândır. Yazarın dünyaya açılma kapısıdır yayınevi ve önemlidir. Ancak yayınevini önemli yapan ana unsur aslında yazardır. Lakin bu ikili ilişkide kazançlı olan hep yayıncıdır, yazar sefil rolünü üstlenmek zorundadır. Üstelik başka seçeneği de yoktur. Yazar olmak zordur velhâsılı. Hele ki bir zemin oluşturamamışsanız, isim bile yapamamışsanız zaten sizin yazar olarak kabul görmeniz olanaksızdır. Yazar olduğunuzu duyanlar arka arkaya sorarlar: “Kaç kitabınız var? Hangi gazetede yazıyorsunuz?” Eğer hiç kitabınız yoksa bilindik bir gazetede de yazmıyorsanız siz zaten yazar değilsi- nizdir boşuna zaman kaybetmeyin yeni bir meslek bulun kendinize. Olmadı pazarda limon satın falan. Tam da bu noktada bizim insanımızın ne de çok yazmayı sevdiğini istemeden düşünüyorum. Çünkü yazmak duygusal bir yaklaşımdan öteye geçemez bizim anlayışımıza göre. Bunun eğitime ihtiyacı yoktur. Kalem tutmayı bilen herkes aynı zamanda yazardır, şairdir sonuçta. İşte sırf bu yüzden gerçekten kalem tutmayı bilip, o kalemi hassasiyetle kâğıt üzerinde oynatmayı becerebilen yetenekli yazarlar da bu eli kalem tutanlar hengâmesi içinde kaybolur giderler. Kimse kalem erbabının iç sıkıntılarını bilemez, bilse de yazmayı hoş bir eğlence olarak addetmenin yanında getirdiği duygular eşliğinde umursamaz güler geçer. Hiç kuşkusuz yazmadan önce iyi bir okur olmak gerekli. Okumadan öğre- nilmeyeceği gerçeğinin altını ısrarla çiziyorum ve okumayanın yazamayacağını en yüksek perdeden haykırıyorum. Bizim bir yazar okulumuz olmayabilir, ancak yazar olduğuna inananların kendi yazar okullarını kendi bireysel dünyalarında oluşturabileceklerini söylüyor, daha da ileri gidip bunun da bir zorunluluk olduğunu vurguluyorum.
Bir yazarsanız işiniz zor demektir bizim ülkemizde ve siz yazarlık yanında başka işlerle uğraşırsınız maddf anlamda hayata tutunabilmek için. Dolayısıyla yazarlık birinci plandan ikinci basamağa itilir. Bunu siz yapmazsınız, yapmayı hatta hiç istemezsiniz, ama şartlar bunu dayatır neredeyse. Dolayısıyla siz yazamamaya başlarsınız. Yazamadıkça bir kaosun içine atılmış gibi bunalımlı bir kişiliğe bürünür, yazdıklarınızın da bu bunalımdan nasibini aldığını fark edemezsiniz. Eksik, kopuk, tamamlanamamış metinler arasındaki uçurumlar büyüdükçe ne okuyan anlar sizi, ne siz anlatmak istediğinizin gerçekte ne olduğunu ifade edebilirsiniz. Siz karakterlerinizi şekillendireceğiniz yerde karakterler kendi elbiselerini diledikleri biçimde kuşanırlar. Ve başıboş konular cezbesiz dolanıp durur satırlarda. Burada yazarlarımızdan örnekler vermek isterdim. Hatta yazıp yazıp siliyorum isimlerini. Bir tereddüt benimkisi. Kararsızlık dahası. Huzursuz edici bir karmaşa. En iyisi bu işi ehline bırakmak. Her yazılan bir sataşma olarak kabul gördüğünden ürkek duruyorum isimler konusunda. Ve nihayetinde vazgeçiyorum kendi yazarlarımızı anmaktan. Bırakıyorum içimde kalsın onlara duyduğum saygı. İşte yine tercihim çevirilerden yana. Bu aralar küçük kitaplarla aram iyi. Kısacık öyküler, incecik kitaplar; ama içine sığdırılan kocaman cümleler. Shan Sa’dan
“Tienanmen’de İsyan”:
“Dağlar, orman, sokaklar
Hatta kuşlar bile,
Susarlar.
Tam zamanıdır,
Sen salkımsöğüt korusundan geçer ve
Düşüme gelirsin.” (s. 62)
Aleksander Gelman’dan “Biz Aşağıda İmzası Olanlar”. Bu bir Oyun. Okurken tiyatro sahnesinden gözlerinizi ayıramıyor, son cümlede ise biraz kendinizi dinleme sonrasında ayağa kalkıp sahnedekileri performanslarından dolayı heyecanla alkışlıyorsunuz. Sağınızdan, solunuzdan, her cenahtan “Bravo!” nâ- raları yükseliyor. Heyecanınız katlanıyor ve Theatre des Champs-Elysees’de sanıyorsunuz kendinizi. Oysa oyun yazarı bir Rus. Siz Paris’te değil de demir perde’nin her şehrine oturtulmuş, birbirinin şaşmaz benzeri olan, cüsseli tiyatro binalarından birinde boy göstermeliydiniz. Örneğin, St. Peters- burg’ta Mariinsky Tiyatrosu… Yeterince alkışladınız. Dinginliğe kavuştuktan sonra düşünmeye başlayın. Acaba bizim hangi yaşanmışların altında görülmeyen imzalarımız var? Biz nerelere İmzalar bıraktığımızın farkında mıyız? Ya da bu bilinçle mi yaşıyoruz?
Yazar olmak kolay değil elbette. Fakat bana göre bir okur olmak da ayrı bir yetenek ister. Nasıl yazmayı bilmek gerekiyorsa, yazılanları doğru alabilmek için okumayı da o şekil bilmek şart.