Sizin çok sevilen kitaplarınızdan biri de “Görünmeyen Üniversite”dir. Siz bir üniversite öğretim üyesi olarak “görünen” ile “görünmeyen” üniversite arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
İnsanın “gözünün görür”, “elinin tutar” ve “ayağının yürür” hale gelebilmesi için ruhunun derinliklerine doğru uzun bir yürüyüşe çıkması gerekir. Bunun için de insanın “görünen” üniversitelerden daha çok “görünmeyen üniversite”lerde öğrenmeyi öğrenmesi gerekir. Çünkü öğrenme beşikten mezara kadar devam eden kesintisiz bir süreçtir. Bir insan gönlünün derinliklerindeki incileri toplamasını başaramazsa, ruhunu güzelleştiremediği gibi çevresini de zenginleştiremez.
Ruh döviz kurlarıyla değil, şiirle beslenir. Şiirsiz bir toplum ruhsuz bir toplumdur. Şiiri yakalamak için, görünen dünyayla görünmeyen dünyayı bir bütün olarak görmesini bilmek gerekir. Nasıl çekirdeğin ağaç olmak için toprak ve suya ihtiyacı varsa, insan da gönlünü zenginleştirebilmek için üniversite ve öğrenime ihtiyaç duyar.
Öğrencileriyle büyük bir “Görünmeyen Üniversite” olan Mevlana, öğrenimi suya, insanı ağaca benzetir. Ağaç suyla dallanıp budaklanırsa insan da öğrenimle iç ve dış dünyasını zenginleştirir. Bunun için görünmeyen üniversiteler çekirdekte ağacı, ağaçta da çekirdeği gören, büyük bir değiştirici ve dönüştürücü gücün kaynağıdırlar. Bu üniversiteler başında Peygamberimiz ve onun mirasçılarının olduğu büyük bir öğrenim kurumları zinciridir. Eklenen yeni halkalarla bu zincir, kıyamete kadar varlığını ve etkinliğini sürdürecektir. Öğrenim çok boyutlu bir süreç ve çok boyutlu bir eylemdir. İki ana boyutunu bilim ve sanat oluşturur. Bilim görünen dünyanın sırlarını çözmeye çalışırken, sanat da görünmeyen dünyanın sırlarını çözmeye çalışır. Bilim ve sanat görünen ve görünmeyen dünya gibi, bir bütünün iki yarısıdır. Sanatsız bilim, bilimsiz sanat olmaz. Çünkü sanatsız bilim yüzeysel, bilimsiz sanat da yoksul olur.Bilimin gelişip zenginleştiği dünyada tabiatın ilkeleri geçerlidir. Bu dünyanın bilgisi görünen üniversitelerde büyütülür. Bu alanın bilgileri deney ve gözleme dayanır. Ayrıca, bu bilgiler zaman içinde hem değişir hem de gelişirler.Sanatın dünyasında ise tabiat ötesi alan önemlidir. Bu alanın bilgileri görünen üniversitelerden kaynaklanır. Onların haber kaynaklarının başında peygamberler gelir. O dünya Kutsal Kitaplar’da beslenir.Kutsal Kitaplar hem görünen hem de görünmeyen dünyaları aydınlatır. Çünkü onlar akıl üstü, ancak akıl dışı değildirler. Bu yüzden onların ışığını söndürmeye kimsenin gücü yetmez.
“Görünmeyen Üniversite”nin yazılma öyküsünü anlatır mısınız? Bu kitap nasıl ortaya çıktı?
“Görünmeyen Üniversite” benim sevilen kitaplarımın başında gelir. Yakınlarda dördüncü baskısını yaptı. Kitabın temelini Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’nin ölümü dolayısıyla yazılan biyografik bir yazı oluşturdu. Bu yazı ilk defa Mavera’nın Aralık 1980’de başlığıyla yer aldı. Kitabın ismi bu kısa biyografik incelemeden geliyor.
Söz konusu kısa incelemenin hazırlanmasında rahmetli Cahit Zarifoğlu çok etkili oldu. “Hocaefendi’yi en yakından sen tanıyorsun, Mavera’da mutlaka onu anlatan bir yazı olmalı, senin onunla ilgili yazı gelmeden dergi çıkmaz” demişti. Yazıyı okuduktan sonra da “günümüzde tasavvufun basit, yalın ve gösterişten uzak yaşama tarzı olduğu bundan daha güzel anlatılamazdı” yargısına varmıştı. Zarifoğlu’nun baskısıyla Hocaefendi’yle ilgili yazıyı çok kısa zamanda yazmak zorunda, kaldım. Çünkü Zarifoğlu’nun yanında Rasim Özdenören ile birlikte Erdem Bayazıt da vardı. Ben onların her üçüne de şükran borçluyum. Çünkü bu küçük inceleme çok sevildi. Mavera’da yayınlanır yayınlanmaz. Yeni Devir gazetesinde de dört beş günlük bir dizi olarak yeniden yayınlandı.Mavera ve İslam dergilerinde tasavvuf ve tüketime ilişkin yazıların bir araya getirilerek, yeniden düzenlenip ve genişletilmesinden “Görünmeyen Üniversite” kitabı ortaya çıktı.Basılmadan önce kitabın hazırlıklarını gören Prof. Dr. Esad Coşan, “Hocaefendi’yi tasavvuf literatürüne kazandırır” diyerek kitabın yayınlanmasını teşvik etti.
Gerçekten bu kitap tüketim toplumunda tasavvufun işlevini ortaya koymada öncü bir çalışma oldu. Ayrıca modernizmi içselleştirme de tasavvufun yerini belirleyecek çalışmalara bir hareket noktası oluşturdu.”Görünmeyen Üniversite” Hocaefendi’yle birlikte tasavvufu uluslararası akademik çevrelere taşıdı. Prof. Dr. Şeref Mardin, Doç. Dr. Emin Yaşar Demirci, Dr. Hakan Yavuz ve Ruşen Çakır çalışmalarında bu kitaptan yararlandılar.
Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera gibi kültür ve sanat dergilerini de bir “Görünmeyen Üniversite” gibi değerlendirebilir miyiz?
Bizim kültürümüzde öğretmenin öğrenmenin en etkin yolu sohbettir. Sohbet, karşılıklı konuşarak, tartışarak sıraya dizilmeden kendisi dışında başka birisi ile yarışa girmeden bir öğrenme ve öğretme yöntemi izlenir. Böylesine bir eğitimin sürdürüldüğü mekânların başında kültür, sanat ve düşünce dergileri gelir.Bizim kuşağımız için bu dergilerin arasında Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileri ilk sıraya alır. Büyük Doğu Necip Fazıl Kısakürek’le, Diriliş Sezai Karakoç’la, Edebiyat da Nuri Pakdil’le özdeşleşir. Bu dergilerin her biri birer “Görünmeyen Üniversite”ydi. Bizim kuşağımız onlardan çok şey öğrendi. Mavera’nın ise bir değil yedi kurucusu vardı. Zarifoğlu’nun deyişiyle “Yedi Güzel Adam” kurmuştu. Onlar da aslında önceki dergilerde yer almışlardı. Söz konusu dergilerin hepsi yayına ara verince Mavera çıkmaya başladı. Mavera’yı da Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayezıt, Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Bahri Zengin ve ben kurdum. Mavera uzun süren ömründe gerçekten bir kültür-sanat ve düşünce üniversitesi oldu. Biz hiçbir zaman başkalarının yanlışlarıyla uğraşmadık. Sayfalarımızı edebiyata ilgi duyan herkese açtık. Bu yüzden de Edirne’den Kars’a kadar bütün sanatseverleri yanımızda bulduk.
Biz 68 kuşağının sağ ve sol tarafından yer almayan, başka bir kesimin temsilcileriydik. Bizim için sağ ve sol ya da Amerika ve Rusya çatışması önemli değildi. Biz dünyada Kutsal Kitaplarla beslenenlerle beslenmeyenlerin çatıştığına inanıyorduk. İlk insandan bu yana Peygamberlerin getirdiği haberlere kulak verenlerle, kulaklarını tıkayanlar çatışıyordu. Bu çatışma kıyamete kadar devam edecekti. Bizim kuşağımız bu çatışmanın bilincindeydi.
Bizim kuşağımız Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera gibi, sağ ve sol dışında, bizim ana kaynaklarımıza dayanan yerli düşünceyi yoğurmaya çalışan düşünce, sanat ve kültür dergileri çevresinde toplanmıştı.Biz hiçbir zaman Marx’ın izleyicileri gibi, dinin toplumların afyonu olduğuna inanmıyorduk. Bizim kuşağımız bütün bir Batı gibi, Nietzsche’nin de Allah’ın değil, ruhu öldürdüğünün bilincindeydi. Bu kesim kesinlikle materyalist diyalektiğin büyüsüne kapılmadı. Söz konusu kuşak Türkiye’de yeni bir değişim ve dönüşümün öncüsü oldu. Bu kuşağın düşüncedeki öncüleri Gazali ve İbn Haldun’dan, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a kadar İslam düşünce, kültür ve sanat zincirinin gelmiş bütün halklardır.