Üsküdar’ı hep şanslı bir şehir olarak düşünmüşümdür. Şanslıdır; tıpkı nefs-i İstanbul gibi, tıpkı Eyüp, Edirne, Bursa ve Üsküp gibi. şüphesiz Osmanlı’nın şanslı şehirleri bu birkaç şehir değildir; ama bunları, öteki şehirlere göre daha şanslı bulurum. Hemen şunu belirteyim ki, bu şans, sadece sivil ve dinî mimari eserlerin çokluğundan kaynaklanmaz. Elbette çeşmeleri, hanları, kervansarayları, türbeleri, medreseleri, tekkeleri, bîmarhâneleri, hazîreleri ve kubbeli câmileriyle birer açık hava müzesi olan bu şehirlerin benzersiz yönleri vardır. Fakat daha başka bir lezzet vardır bu şehirlerde, daha başka bir tat.
Köhne konaklarına, bakımsız dar sokaklarına, suyu kurumuş tarihî çeşmelerine, tarihsel işlevini yitirmiş mimari yapılarına rağmen bu tat kendini her zaman hissettirir. Bu şehirlerin her bir sokağı, terk edilmişliğe ve unutulmuşluğa inat edercesine damak zevki olanlar için bereketli sofrasını sonuna kadar açar. Herkese değil; tarihi olduğu gibi anlamaya çalışan, şehrin kimliğine saygı duyan ve şehrin anını tarihsel ve kültürel kimliği ile anlamlandırma çabasında olan zevk-i selim sahibine açılan bir sofradır girilen dar sokaklarda sizi bekleyen… Bu sofrada ikram edilen lezzetler iki boyutta karşımıza çıkar; ilki mimarî yapılar, ikincisi ise sokağın nabzını tutan ve mimarî yapıyı anlamlandıran sözdür. Söz, ilk tecelli, ilk yapı, ilk insan ve ilk şehirdir. Bu yüzden insanı ve şehri anlatan sözler, hem anlattıklarına yücelik katmış, hem kendileri yücelmiştir. Nitekim şehrengizlere, şehir şiirlerine ve şehir yazılarına hep buradan bakmalı; yücelten ve yücelen söz. İşte Üsküdar’ın en büyük şansı bu iki noktada karşımıza çıkıyor; ilkin mimari tarihimizin efsane ismi Sinan dokunmuş bu topraklara… Tarihî Üsküdar’da onun ruhaniyetini hissetmek mümkündür. İkinci olarak da Üsküdar’ı tanımlayan, tarif ve tavsif eden, kim ne derse desin, bana göre içinde yaşadığımız çağın en büyük şairi Yahya Kemal’dir. Ruhanî Üsküdar sokaklarının şarkısını Yahya Kemal söylemiştir; biraz dikkat etseniz, onun nefesini her adımda duyarsınız.
İşte Üsküdar’ı, tıpkı nefs-i İstanbul, Eyüp, Edirne, Bursa ve Üsküp gibi şanslı kılan bu iki yöndür. Bu şehirlerin de özel mimarları, destanını yazan şairleri, şarkısını söyleyen hanendeleri vardır. Fakat Yahya Kemal, bana sorarsanız, Üsküdar’ın hem şairi, hem bestekâı› ve hem de hanendesidir. Bu yüzden Üsküdar’ı bu koca şairle gezmek gerektir; onun kelimeleri, cümleleri, mısralarıyla yoldaş olmak. Eskiler, evvel-refîk sümme’t-tarîk demişler; önce yol arkadaşı›, sonra yol… Yol belli, kadîm Üsküdar’ın köhne sokakları. Fakat bu sokaklar tek başına aşılamaz. Çünkü uğradığınız her sokak bir tarihtir. Şimdi ne var bunda diyemezsiniz; zira tarih, saklı hazinedir. Hazineyi keşfetme niyetindeyseniz, neyin nerede olduğunu bilen, şifreleri okuyan, çözen ve yolu tarif eden bir rehbere ihtiyacınız var. Yahya Kemal, Üsküdar hazinesinin şifre çözücüsüdür. Bu sadece benim kanaatim değildir; Tanpınar’a bakın, açın Huzur’u ve diğerlerini okuyun göreceksiniz. Tanpınar, Beşşehir’de sadece Üsküdar’da değil, İstanbul’un hemen her semtinde Yahya Kemal’in çözdüğü şifrelerle yol alır. Yıllar önce bir sonbahar akşamı, şifre çözücünün “Atik Valide’den İnen Sokakta” şiirinin rüzgârıyla önce Karacahmed’e oradan sora sora Atik Valide’ye uğradım. Akıl defterimde, o günün tarihini not etmemişim. Ama hatırladığım kadarıyla doksanlı yılların başıydı; İSAM’da araştırma konumla ilgili çalışmış, sonra “az çok ferahlamak için” Yahya Kemal’in rüzgârına kapılıp kütüphaneden sokağa çıkmıştım. Sonbaharda, ağaç yapraklarına basa basa yürüdüğümü hatırlıyorum. Yolu tam bilmediğimden, birkaç defa nasıl gideceğimi sormuştum. Gerçi Ramazan değildi, sokaklarda iftar vaktinin telaşı yoktu. “Nurlu neş’e saçan kerpiçten evlerin çoğunun yerinde yeller esiyordu. Ama yine de uhrevî bir ferahlık, sükûnet, tenhalık ve dinginlik vardı. Akşam karanlığı basmadan Atik Valide’ye uğrayıp, oradan yürüyerek Harem’e doğru inmeyi düşünmüştüm.
Çok şükür, yoldaşım şair gibi “gurbet akşamında” değildim, kendi mahallemde yürüyordum; Külliye’nin şadırvanında serinlemeyi ve camisinde huzura ermeyi, sonra çınar ağacının tanıklığında şiirimi okuma niyetindeydim. Niyet ettiğim gibi oldu, serinledim ve arındım. Külliyeden geriye kalanların hepsini görüp inceleme fırsatım olmadı, fakat hâl diliyle konuşan o taşlarla bir aşinalık kurduğumu hatırlıyorum. Sonra cami avlusunda, çınar ağacının gölgesinde, bu muhteşem eseri temaşa ederken beni buraya getiren şiiri okudum, Koca Sinan’ı ve şairi hayır dualarla andım.
Harem’e doğru inerken yaptığım ziyaretin tadı, sanki bir fincan kahvenin geride bıraktığı tat gibiydi. Kahve bahaneydi, esas olan sohbetti; unutulmayan tat, kırk yıl hatırlanacak olan tat bu sohbetteydi. Ben kendi adıma yoldaşımın delaletiyle Atik Valide’nin tarihi mirasıyla kadim bir dost gibi dertleşmiş, halleşmiş ve bahşettiği huzurla dolmuştum. Ama bir şeyler eksikti, daha doğrusu bir şeyleri eksik bırakmıştım. İskeleden Eminönü Vapuru’na bindiğimde batmakta olan güneşin kızıllıkları dalgaların üzerinde raks ediyordu. Akşam kızıllığı bir ara beni başka bir üstadın söz sokağına çıkardı. Bu sokağın sahibi Ahmet Haşim’di, “Akşam yine akşam” diyordu… Evet, akşam yine akşamdı; “gurûb u hûn perverde ruh olan kuşlar” gibi dalgalardaki kırmızılıklara dalıp gittim. Fakat yine de Atik Valide’nin fotoğrafı bir eksiği ile zihnimin mutena bir köşesinde öyle duruyordu. Yıllar sonra bu eksikliğin ne olduğunu fark ettim. Bu eksikliğin iki ucu vardı; ilkinde benim taşralılığım, ikincisinde ön hazırlık yapmadan oraya gitmem. Taşralılığım derken, bırakalım Üsküdar’lı olmayı, İstanbullu da olmadığıma işaret ediyorum. Evet, ben bu sevgilinin uzaktaki aşığıyım. Bazen kûy-ı yâre geliyorum, ama hemen dönüyorum. İstanbul üzerine yazdığım bir yazıda da söylemiştim, İstanbul benim için kitaptan ibaretti. Üsküdar ise, dostlardan ibaret… İstanbul’a hep kütüphane ve kitapçı dükkânları için geldim gittim; hala geliyorum. Üsküdar’a da bazen kütüphane için geldiğim olmuştur, ama çoğu kez dostların davetiyle geldim. Üsküdarlılar çağırdı, ben geldim. Çağırırlar, yine gelirim… Bitmez Üsküdar’a gelişler. Her gelişimde yeni bir keşif, yeni bir tat, yeni bir huzur alır giderim. Çok değil, daha dün, üç şubat iki bin sekiz günü, Selami Ali Efendi’den çıkıp, önce Çinili Hamam Sokak’tan geçerek Çinili Ca- mi’nin yanından geçip, Divitçiler Camii’ni uzaktan temaşa ederek Zeynep Kamile ulaştık. Ev sahibimden istirham ettim, en azından Valide Atik’in yanından geçtik ve oradan eski yolu takip ederek Harem’e indik. Bu sefer ben Külli- ye’de bir zaman faaliyet gösteren hastaneden Mazhar Osman’dan, Toptaşı Cezaevi’nden merhum üstadın “Zindan’dan Mehmet’e Mektubu”nu burada yazmasından, İmam Hatip Lisesinden söz ettim, yine şiirler O ise, bir taşralının bunları anlatmasından aldığı güçle olsa gerek bildiklerini, gördüklerini anlatırken sözü Nurbanu Sultan’a getirdi. Hu- zur’u okudu mu bilmem, ama tıpkı Mümtaz’a konuşan Nuran gibi, “Üsküdar neden güzel bilir misin?” dedi. Cevap fırsatı vermeden konuşmasına devam etti; “Çünkü” dedi, “Üsküdar’a hep kadın eli değmiştir…” Nurbanu Sultan’dan başlayarak Hanım Sultanların himayesiyle tarihi hüviyetini kazanan Müslüman Üsküdar’ı büyük bir aşkla anlattı. Dostumu büyük bir zevkle dinledim. O zaman fark ettim, ilk ziyaretimde eksik bıraktığım şeyi. Evet, ben beni oraya alıp götüren şaire ve Sinan’a dua etmiştim, ama bu büyük Osmanlı kadınını hatırıma bile getirmemiştim. Nurbanu Sultan’ın ruhaniye- ti karşısında, bu eski ihmalim dolayısıyla af diledim, Üsküdar’a ruh veren diğer hanımlarla birlikte ona bir fatiha okudum. Ruhları şâd olsun, nur içinde kalsınlar.