1.
Düşünce, benlik ve bunlara bağlı olarak yaşadığımız hayat, medeniyet ve kültür değerlerimizle doğrudan alakalı varoluşsal meselemizdir. Varoluşumuzu canlı kılan zeminin hasar görmesi, özgün düşünce ve güçlü benlik inşa etme imkânını da daralttı. Bütün sıkıntılarımız birbirine bağlı olduğundan, bir alandaki iyileşme veya kötüleşme diğer alanları da aynı yönde doğrudan etkiliyor. Yani ne düşünce meselemiz benlikten, ne benlik sorunumuz medeniyet meselemizden bağımsız olabilir. Bir toplum çöküş sürecine tüm hatlarıyla giriyor; aynı şekilde tersten yükselişe de tüm unsurlarıyla geçiyor. Umulur ki, böyle bir yükseliş dönemine girmiş olalım. Bu sadece dünyada daha rahat etmek adına değil, aklımızdaki, ruhumuzdaki karışıklığın ayrışması adına bir temennidir.
Düşünce, toplumun her ferdi tarafından hissedilen bir sorun ve sorumluluk olmayabilir. Ne var ki, modern yaşama biçimi pratik yansımalarla bir salgın gibi yayılırken, negatif etkisi gittikçe çoğalan duyarsız tiplerin umursamaz, lakayt davranışları üzerinden daha açık gözlenmektedir. Bir salgın gibi yayılan sorumsuzluğu her yerde, herkeste görmek sıradan hadiselerdir ve kimseyi şaşırtmamaktadır artık. Toplum laçka, kompleksli kişiliklerden geçilmiyor. Samimiyetsizlik, yalan, dolan, sözünde durmama, müptezel hafiflikler, ahlaksızlıklar kimseyi şaşırtmıyor, utandırmıyor. Bu bir feci hastalığın tezahürü olmalıdır. Aklın mı, ruhun mu hastalığı? Bana öyle geliyor ki hastalık, doğrudan insan benliğini kemiren, çürüten bir evreye doğru ilerliyor. Benlik zayıflayınca diğer bütün varlıklarımız ruhumuza yük olmaktan başka işe yaramıyor. Başta toplumun düşünen dimağları olmaları sebebi ile aydınlarımızın benliklerini bu hastalıktan kurtarmaları gerekir. Değilse sağlıklı düşünmemizin, sağlıklı hissetmemizin imkânı kalmaz. Aklın, kalbin, ruhun yüzyıllık kirlerinden temizlenme vakti gelmiş olmalıdır. Kalbimiz bir yüce, bir kutlu yenilenişin taze heyecanıyla dolup taşmalıdır. Bir yeniden doğruluşun, coşkusunu duymalıyız içimizde.
Hasta insanlardan sağlıklı düşünce ve çözümlerin çıkacağını beklemek beyhudedir. İşin ilginç yanı, hasta kişiliklerin nefsi hezeyanları, düşünce sanılabilmektedir. Onlar, sanattan siyasete kadar geniş bir alan içinde kaprislerini tatmin etmek için düşünce üretiyor görünebilirler. Düşünce verimi diye ortaya sürülenlerin çoğu, zihin gurultusundan ve hastalıklı kompleksleri tatminden ibarettir. Bu açıdan bakıldığında, bizim, her şeyden evvel bir benlik sorunumuz var demektir. Bu sorunun ilk çözüm halkasında; yalansız, dolansız, egomuzu azdırmadan, inancı, samimiyeti merkeze alarak yaşamayı başarabilmek olmalıdır. Şahsi menfaatleri için mananın üzerine basıp yükselmeye çalışanların az olmadığını söyleme rahatlığı ile maalesef, yükseltmek için belli bir anlama omuz verenlerin fazlalığından söz edemiyoruz.
Hayatı inanarak yaşama samimi gayreti, medeniyet inşasında en önemli dinamik unsur olmuştu(r). Akıp giden hayatla yüzleştiğimiz her noktada, kendi değerimizi ürettik. Fiili, fikri çabalarla üreterek kendimize ait kıldığımız değerler, yaşamayı hak ettiğimiz bir hayat sundu bize. Bu birbirinden ayrışmaz bir şekilde kendimize, inancımıza, hakikate saygının tezahürü ve mükâfatıydı. İnanç, düşünce, benlik, kimlik bir bütünü oluşturan gerçekliğin mütemmim parçalarıydı; bölünme kabul etmezdi. Bir insan neye inanıyorsa öyle yaşar, yaşadığı gibi düşünürdü. Bu sadece bize has bir olgunluk da değildi. Özün sözün bir olması, bütün bir insanlığın ortak ahlaki karakteri idi. Söz namustu. ‘Namus Kamustur’ sözü sadece kafiyeli bir dil esprisi değildi. Söz gerçekten namustu. Buradaki sözün hakikat, gerçeklik ve anlam içerdiğini unutmamak gerekir. Yani hakikat, ilim, hikmet ve anlam insan varoluşunun öncelikli kodlarıdır.
Bütünü oluşturan parçalardan birini öne çıkarıp erdem ve onur iddia etmek son zamanların türedi saçmalığıdır. Bir insan için inancı sahih ama tefekkürü ve yaşantısı biraz zayıf diyemezsiniz. Veya çok iyi düşünüyor ama inancı bulanık da diyemezsiniz. İnanan, düşünür de yaşar da. Değilse yaşanır kılınmamış gerçekliklerin sahte kimlikleri ile ortalıkta gezinip durursunuz. Bulanık benlikleri ile ortalıkta gezinip duran çok insan var. Bunların yadırganmıyor oluşu hakikatimizi yaşanır kılan bütüncül gerçekliğin dağılması sonucudur. Herkes her bir parçaya tutunarak yaşıyor olmaktan bir sakınca görmemektedir. Parçalanmış benlikler, hayatta haklarına düşen parçaların tadını çıkarmayı yaşamak sanıyorlar. Bilgi ve zihin gurultusu düzeyinde inanıyor olmasının ahlaki bir sorumluluğu varsa, onu da başkası yerine getirmelidir. Entelektüel bakış, onu inanca ve ibadete daha fazla yaklaştıracaksa o boşluğu da bir başkası doldurmalıdır. Sözlerinin sorumluluğunu sahiplenmeyen bir entelektüel tiple karşı karşıyayız. Onlar ‘Bizim işimiz düşünmek’ diyorlar. Evet, ama sayfalar boyu zihin gurultusundan öte gitmeyen ifadeler, kalpten çıkmadığı için kalbe işlememekte; satır aralarına sinmiş içtensizliğin boş aralıklarından uçup gitmektedir. Sorumluluklar da parçalanmakta ve paylaşılmaktadır. İnandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi düşünen insanların olmayışı acaba çöken medeniyetimizden üzerimize yığılan ahlaki zaaflar sebebi ile midir? Bizi ölümcül düşünce tembelliğine iten benlik sorunları veya benliğimizi köreltecek boyuta kadar varan düşünce tıkanıklığımız yüzünden mi
Medeniyetimizi yitirdik. Bu durum bizim varlık alanımızı da daralttı. Düşünmemize ve benliğimizi geliştirmemize imkân veren şartları ortadan kaldırdı veya azalttı. Kötü, bozuk bir zemine iyi bir yapı kurmanın zor olduğu ortadadır. Böyle bir zorluk yaşıyoruz. Bir duyarlık geliştirme çaba ve çağrılarının şimdilik yeterli karşılığı bulamaması, yaşadığımız çağın saçmalığını kanıksamamız sebebi iledir. Şimdilik bütün alanlardan vicdani ret hattına çekilmiş durumdayız. Benlik sorunumuzun temelinde kendimize, dünyaya ve değerlere karşı ilgisizliğimizin olduğu söylenebilir. İster dışarıdan içeriyi uyarmak, ister içeriden bir patlamayla dışımıza yönelmek biçimiyle olsun; vicdanın, yüksek bir şuurla birleşerek ayağa kalkması pek kolay olmayacaktır. İşte yaşadığımız ve mutlaka aşmamız gereken bu tıkanıklığı benlik sorunu diye ifade ediyorum. Değil mi ki, düşüncenin de, bilincin de, yaşantının da üzerinde temelleneceği ilk kat benlik katıdır.
Bu bağlamda aklımız, ruhumuz, düşünme biçimimiz değişti. Akıl, ruh ve düşünce; bizden daha çok yaşadığımız zamana ve zemine bağlıdır. Bugünün ve dünün akıllarının farklı olması, bugünün ve dünün koşullarının farklı olması sebebi iledir. Yüksek bir uygarlıktan düzeysiz bir düşünce hâsıl olmaz. O ortamlarda hayatı, insanı, dünyayı, hakikati kavrama biçimleri de kavrama açıları da ileridir, geniştir. Buna mukabil seviyesi düşmüş toplumlarda yüksek düşünceler inkişaf etmez. Kabul edilsin veya edilmesin, bugün için biz, işte böyle bir girdap içindeyiz. Düşünmemizi önleyen sebepler, aynı zamanda düşünmemizi kaçınılmaz kılan sebeplerdir.
Yaşamak zorunda kaldığımız tarihi tecrübeler bizi reflektif ve tepkisel davranmaya itti. Tepkisel tutumların zihni yansımalarını düşünce sandık. Bunların çoğu var kalma savunmalarıydı. Yine de bu düzlemin düşünceye bir kapı aralamadığını söyleyemeyiz. Bazılarımız aktüalitenin gündelik hercümerci içinde, bir konudan öbürüne koşturmayı düşünce sandı. Bu koşturma esnasında duruş yerimizi kaybettik, özgün bakış açımızı yitirdik. Genel ve ana ölçüyü kaybettik. Anlık çıkışların dar açısı içinde zihni yapımız ufalanıp gitti. Bir düşünce sistematiği ve gerçekliği oluşturamadık. En iyimser yaklaşımla, düşünce diye öne çıkardıklarımız, hayatın ve kendi hakikatimizin ihtiyaçları ile bağlantılı olmaktan uzaktı.
2.
Düşünce bir karşılığa müstenit olmalıdır. Hayat içinde bir karşılığı olmalıdır. Çözmek zorunda olduğumuz bir problemi düşünüyorsak bu sahici bir çabadır. Sahici arayışlarla, kaygılarla konuya eğiliyoruz demektir. Bu durumlarda ‘fark etmez’ deyip geçemeyiz. Öyle ya da böyle olmasının fark etmediği nüanslar, ileride yüksek maliyetlerle karşımıza çıkabilir. Şu anda vaktiyle belki fark edilmeyen, belki savsaklanarak geçiştirilen sorunları tartışıyor değil miyiz? Bunda bir sakınca da görülmemelidir. Konular tartışmayı gerektiren ciddi karşılıkları ne zaman, nerede bulurlarsa o zaman gündeme gelir.
Bir acı, bir sancı bizi düşünceye sevk ediyorsa, orada düşünmemizin somut karşılıkları var demektir. Karşılıkların iç dünyamızla, doğrudan ruhi ve zihni yapımızla ilgili olması sonucu değiştirmez, bilakis olumlu yönde etkiler. Birinin ötekini önemsizleştirmesi anlamında böyle bir ayrım yapılıyorsa, bunun bir geçerliliği yoktur. Hakikat bir bütündür. Bütün olarak algılanmalıdır. Demek istediğimiz, düşünmek varlığımızdan ve hayatımızdan ayrı fanteziler değildir. Düşünce bir ihtiyaca binaen üretilmelidir. Düşüncemiz benliğimizde bir boşluğun doldurulması veya artık lüzumsuz addedilen bir şeylerin atılması şeklinde tezahür etmelidir. Hayatımıza bir şey katıyorsa, yapımız onarılıyor veya yıkılıyorsa; ben o zaman o faaliyete düşünce derim. Gerisi gönül eğlemektir. Gerisi hayatta hiç bir derdi, tasası olmayan insanların, hayattan farklı zevkler almak için; senin, benim ve daha da önemlisi hakikatin üzerinden sanal tatmin yapmalarıdır. Sanal deyişimin sebebi gerçekten bu düşüncelerin ne bir ihtiyaçtan doğmaları ne de sahiplerine bir sorumluluk yüklemeleri sebebiyledir. Düşüncenin bir ihtiyaçtan kaynaklandığı gerçeği, nesnel sınırlandırmalarla daraltılmayan bir algı ile anlaşılmalıdır. Ruhun sonsuzluğa yankısından, benliğin metafizik ürperişine kadar tüm varoluşsal durumların hakikat düzleminde gerçek birer ihtiyaç olduğunu söylüyoruz. İhmal götürmez asıl ihtiyaç. Bir iç tazyik ile kendini zorunlu olarak hissettiren bu ihtiyaç, sizi sahici meselelerin kişilikli insanı yapacaktır. Ciddi, duyarlı, olgun. Çünkü düşünce ve benlik meseleleri hafife alınamaz, sulandırmaya gelmez. Düşüncelerine ruhlarını katmayanlar, egolarını tatmin için yanlış bir yol tutmuşlar dahası ters yöne girmişlerdir.
Geçenlerde konferans için gittiğim bir şehirde, yazar oldukları söylenen ilginç bir grupla beraber oldum. İlginç demem, giyim kuşamlarından saç modellerine kadar sıra dışı bir görüntüye sahip olmalarındandı. Sanıyorum insanımızın misafire duyduğu ilgi sebebi ile beni kümenin odağına aldılar. Benliğimizde müthiş boşluklar oluşturacak şiddette düşünce tıkanıklığı yaşadığımızdan, kendimize ait sahici düşünce ve değer üretemediğimizden bize ait olmayan kavgaların figüranı olduğumuzdan bahsediyordum. Boş benliklerin değer üretemeyeceğinden, negatif benliklerin, negatif düşüncelere yataklık yapacağından söz ettim. Ne yalan söyleyeyim, bende, sorumsuzluğu özgürlük sanan bohem bir izlenim bıraktıkları için böyle konuştum biraz da. Yanılmamışım. İçlerinden biri, “Musa’nın asasını vurunca Kızıldeniz’in yarıldığına inanıyor musunuz?” diye sormaz mı? Saçları permalı, japone kollu bayan “Sağımızda ve solumuzda meleklerin olması sizce mantıklı mı?” diye saçmalama yarışına katıldı. Akıllarınca, pozitivist şartlanmayla, laboratuar raporlarının emrine ve güdümüne verilmiş bilimsellikten öte gitmemeyi düşünce sanan çağdaş bir anlayışla, onları onaylayacaktım. Modern ideolojiler, biraz da bu gönüllü entelektüeller sayesinde gemisini yürütüyor. Maddi amaca hizmet etmeyen ve maddi izahları pek yapılamayan, yapılsa da işe yararlılık noktasında kullanıma elverişli olmayan gönül, duygu ve ruh dünyasından uzakta inşa etmeye çalıştıkları kuru akılları ile düşünür olduklarını sanıyorlar. Düşünmenin bunların hayatında gazete bilmecesi çözmekten farklı bir çeşitliliği yoktur. Sözüm ona düşünüyorlar. Niçin? İş olsun! İşin tuhafı her kesimde biraz iş olsun diye düşünme hastalığı gözlenebilmektedir. Bence düşüncenin bereketsiz, etkisiz oluşu biraz da bu yüzdendir. Söyleyenine hayrı olmayan sözün kime ne yararı olabilir? Söz yüreğinizdeki ateşten püskürmeli, köz gibi olmalıdır ki, düştüğü yeri cazz diye yaksın!
Çağdaş insan aklı da zekâyı da oyun malzemesi haline getirdi. Bu anlamda gerçekliğini yitirmiş bir hayat yaşıyoruz. Sanki hepimiz ekranda bir dizi filmin kahramanları gibiyiz. Her şey rol. Her şey yapma ve sanal. Bütün bir hayat, bütün bir dünya sanallaştı, sanallaştırıldı. Müdahil olamadığımız, olmak da istemediğimiz; öyle ya da böyle olmasını pek önemsemediğimiz, kısacası iş olsun zaman geçsin diye yaşadığımız hayat sizce de sanal değil midir? Ben bu hayatın neresindeyim? Sesim, nefesim, öfkem, şarkım, şiirim bu hayatın neresinde? Benliğim, kimliğim, düşüncem neresinde? Herkes bir şeylerle meşgul oluyor. Bizim biraz akıllı olduğu sanılan kocaman çocuklar ise, çeşitli entelektüel platformlarda ‘akıl oyunları’ oynuyorlar. Kontrolden çıkmış çılgınca bir hayatın aktörü veya figüranları olarak insan, aklını da oyuncak haline getirdi. Değilse yaşanan çılgınlıktan haz duyamazdı. O zaman, oyuna gelmeyen akıl, haz duyulan yaşamın, aslında kahredici hazin yanlarını görmekte zorlanmayacaktı. Doludizgin hazların peşine takılan aklın mutlu olduğu sanılmasın. Aktığı yatak kurumak, doğası bozulmak üzeredir. Sorumsuz çılgınlıklar akli gerekçelerle meşrulaştırılmak istenirken, sadece dini değer ve duyarlıklara değil her türlü metafizik ve hatta insani referansları kenara iten pozitivist bir zihniyetin tahakkümü kurulmak istenmiştir. Nitelik ve içerik olarak aklın alanı daraltılmış, imkânları elinden alınmıştır. Benlik, gönül, duygu, iman; aklın imkânları olacak yerde, kapalı, şımarık, hatta yobaz işleyişi içinde telef edilmiştir. Oysa ne aklı, ne gönlü, ne zekâyı israf ve telef etmemelidir. Özetle hakikatle bağlantısını koparmış hayat, hakikati olmayan düşünceleri beslemektedir.
3.
Düşünce diyalektik olmalıdır. Diyalektik, neden sonuç ilişkisi içinde bir bütünlük kurmayı gerektirir. Düşündüğünüz her bir unsur, düşüncenizin diğer unsurunu tamamlıyor, daha anlamlı kılıyorsa, diyalektik çerçeve kurulmuş demektir. Bu çerçeveyi önemsiyor oluşum, kendi içinde kendini kritik etmeyen denetimsiz savrukluktan kurtulmak içindir. Az önce değindiğimiz tepkisel ve hayatta bir karşılığa mebni olmayan parça pörçük düşünceler, bir dünya görüşü oluşturmak için yeterli değildir. O düşünce kırıntılarının çoğu, tutarlı mantık örgüsüne sahip değildir. Hayat, hakikat, varlık tasavvurundan yoksundur. Tenakuzlar içerir. Tenakuz en çok anlık biçimlenmeler içinde tepki verenlerde görülür. Onlar diyalektik düşünmezler ama diyalektiği yaşamaktan da kurtulamazlar. Rüzgâr nasıl eserse, aklına nasıl gelirse öyle düşünen insanda disiplin aramayın. Bu insan düşünceden çok; şuursuz, keyfi tepkiler üretir. Tepkileri düşünce sanma yanılgısı içine girilir. Bu anlamda çokları öfkesini, arzularını, zanlarını düşünce sayabilmiş; nefsi, fevri çıkışlarına düşünce elbisesi giydirmeye çalışmıştır. Entelektüel sanılan çevreler bile, bu yanılgıdan vareste değildir. Hatta onların farkında olarak bu yanılgılara akılcı gerekçeler ürettikleri bile söylenebilir. Bu anlamda bizim düşünen toplumdan önce düşünen aydına ihtiyacımız vardır.
Daha çok resmi desteklerle var edilen aydınımız; özgün, samimi, tutarlı düşünme sınavında başarılı olamadı. Çoraklaştırılan kültür ikliminin olumsuz etkileri, başka düşüncelerin verimli olmasını da önledi. Yeni aydın, çöküş süreci boyunca dağılan düşünce sistematiğimiz yerine yeni çerçeveler kuramadı. Sistematik düşünemedi. Kendi özgün bakışını, duruşunu ortaya koyamadı. Kitlesel vicdanın bilinç seviyesinde savunucusu olamadı. Çoklarının baskıya, baskın söyleme boyun bükmekte bir sakınca görmemesi, kültür ve benlik bağlantılarını zorunlu kılan entelektüel özün yitirilmesi sebebiyledir. Aydın konjonktürel bir tutum almak zorunda kaldı. Konjonktürel konumunu, konjonktürü savunarak korumanın yolunu seçti. Üret(e)mediği, kendisine ait olmayan düşüncelerin sözcülüğünü, savunuculuğunu yaptı. Doğallıkla bir değer üretemeyen aydın konjonktürel öfkelerin, çatışmaların adamı oldu çıktı. O nedenle aydın sanılanlar bile düşüncelerinden ziyade ‘koşullu tepkilerini, arzularını, öfkelerini düşünce sanma’ koyu yanılgısını yaşadılar, yaşıyorlar. İşte soruyorum: Türk aydını son yüz yıldır, hadi iki yüz yıldır diyelim, ne üretti? Hiç. Hiçbir şey. Tanzimatla Fransız hayranlığına yönelen taklitçilik, İstiklâl harbinden sonra Bolşevik Rusçuluğa, oradan devletçi milliyetçiliğe, oradan da Liberal Amerikancılığa savrulup durdu, duruyor. Bu savrulmadan kurtulmadığı, zihnini esen rüzgârların etkisine teslim hale getirdiği sürece özgün düşünemeyecek. Kendi toprağını, kendi göğünü, ufkunu bulamayacak. Kendi soluğunu, sesini, sözünü de bulamayacak. Sahici, samimi düşünemeyecek. Düşüncelerinde sahici olmayanlar, insan psikolojisinde işleyen tuhaf bir mekanizma sonucu olsa gerek, haşin ve şiddetli oluyorlar. Bu anlamda bir aydın şiddeti, aydın despotizmi de yaşamamış değilizdir. Düşünmek, düşünür olmak zor, ciddi bir iştir. İnsanın önce kendine, yani yaradılışının özüne saygılı olması, hayata ve diğerlerine hürmet etmesi gerekir. Yüzü hakikate dönük düşünce, hangi araç üzerinden olursa olsun nesnel olandan çok, öznel olanla kendini ifade yolunu seçer. Öznel olana hürmet eder. Özgür ve özgün olana itibar kazandırır. Düşünce, hakikat ve öznellik aralığında kendisini ancak aşkınlıkla ifade eder. Her düşüncede mutlaka aşkın bir boyut vardır. O boyuta ulaşmaz veya ulaşmaya çalışmazsa tatmin olamaz. Ancak aşkınlıkta ve aşkınlıkla mutmain olur. Varlığa ve hakikate saygılı düşünceyi ibadet telakki etmelidir. Biz buna tefekkür de diyebiliriz. Veya değişen renkleri ve tonlarına göre tezekkür, tefehhüm vs.
4.
Çoğu insanın gereken, arzulanan ölçekte düşünememesinin gerekçelerini dışsal sebeplere bağladığını görebilirsiniz. Bunlar arasında aydın, entelektüel geçinenler bile olabilir. Onlar düşünce hakkından, özgürlüğünden de bahsedebilirler. Bunun kavgasını, mücadelesini de veriyor olabilirler. Aslında en iyi yaptıkları şey de budur. Her zaman gürültüsü bol gösterilerle, sosyal, siyasal etkinlik içindedirler. Doğrusu son zamanlarda bu tür etkinliklerde, farklı yöntem ve araçlar denenerek, gösteriler bayağı renklendi. Artık gösterilere katılmak riskli olmaktan çıkıp, eğlenceli bir hal almaya bile başladı. Gösteriler artık büyüklerin lunaparkı gibi. Bu sözleri kimseyi yermek için söylemiyorum. O eğlenceli gösterilerin birkaçına ben de katıldım. Stres atmaya iyi geliyor. Her neyse bu gösterilerin kimilerinde düşünce hakkından, düşünce özgürlüğünden bahsedilir. Bir hak olarak istediğimiz gerçekten düşünce midir? Yani o hakkımız verilmediği için düşünemiyoruz öyle mi? Hakkımız verildiğinde düşünüyor mu olacağız? Bireysel ve toplumsal anlamda düşünmek, yasalarla düzenlenecek bir etkinlik midir? O zaman hemen çıkaralım etkin düşünme yasasını. “Bundan sonra herkes düşünüyor olacak, düşünülsün” Yine özgürlüğünü talep ettiğimiz düşünce, salıverilmesini istediğimiz bir tutuklu mudur? Düşünce tutuklanmıştır ve salıverilince özgür mü olacaktır? Tutuklandığı zaman özgürlüğünü yitiren, salıverildiği zaman özgür olan düşünce, nasıl bir şeydir? Bütün bunlar entelektüel, düşünce ve aydın çatkısı içinde irdelenmelidir. Ben bütün bunlarda ister çağdaş, demokratik veya liberal deyiniz, zihni yapımız başta olmak üzere bütün bir insan varlığımıza yönelen bir numara, esaslı bir numara olduğunu sezinliyorum. Üstelik siz düşünüyor olduğunuz alana, savunuyor olduğunuzu sandığınız düşüncelerle girdiğiniz an düşünce özgürlüğünüzü de kaybediyorsunuz. Özgürlüğün yitirilmesinde entelektüellerin de ayrıca bir rol üstlendiklerini söylersem şaşırmayınız. Dedim ya onların birçoğunun hayatında düşüncenin gerçek, iç ve dış bağlamları, boyutları ile yaşanır karşılıkları yoktur. Çoğu hâkim paradigmanın savunuculuğunu yapar.
Bütün bunlardan sonra bizim ciddi manada bir benlik ve kişilik sorunumuz vardır. Zihinsel faaliyetler benlik ve kişilik durumumuzdan ayrı ve kopuk değildir. Eğer böyle oluyorsa bu yine asırlardır yaşadığımız kopma sebebi iledir. Kopuş bizi varlığımızın gerçekliğinden ayrı düşürmüştür. Kopuş benliğimizi, kimliğimizi parçalamış, aklımızla ruhumuzu ayırmıştır.
Gündemi, güzergâhı, içeriği başkaları tarafından belirlenmiş bir düşünceye sahip olmak, düşünceyi sınırlamanın ve tutuklamanın bir başka şeklidir. Kitle iletişim araçları ile bütün kitleler, gündemin cezp edici etkisiyle de entelektüeller, bu sarmalın içinden çıkamıyorlar. Ben dünyadan uzak kalalım demiyorum. Ama aktüaliteyi değerlendirecek esaslı çerçevelerimizin olması gerekir diyorum. Hayat içinde karşılıkları olan, diyalektik ve atılım yapmaya, bizi her bakımdan olgunlaştırmaya aday düşünme biçimi budur.
Uzun süren kış sonrasında bahar güneşinin doğuşu gibi yeni bir mevsim başlıyor sanıyorum. Yeni bir aşamanın eşiğinde olduğumuzu, eşiği açınca önümüze bütün bir yeryüzünün ufkunun açılacağını görür gibi oluyorum.
Gözlemlerim, kalbimizi ve gönlümüzü kamaştıran ilk güçlü işaretlerdir diye ümit ediyorum.