Buluşmasız Ayrılıklar

-sonrası, bir suskuya övgü-

“Artık seni tanımıyorum” desem, içine büzüşüp, elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi içerlenecek oluşuna, sadece insani, hatta çocuksu sayılabilecek bahanelerle katlanamayacağımı biliyorum. Sırf bu yüzden olabildiğince alttan aldım, seni burkmamaya özen gösterdim. İyi ama azizim, kaç çocuk babası olduğun şu ilerlemiş evrende olsun, artık rüştünü ispat etmeli, akıl baliğ olmalı değil misin? Anlamını bilerek, anlamanı umarak zamana bıraktığım kimi hakikatleri öteleme, ihmal etme hatta görmezden gelme pahasına, şimdiye değin seni tahammülle dinliyor, sana katılıyor gözükmem, sadece gönlünü hoş tutman içindi. Ne olacak diyordum. Eğer dostum böyle mutlu olacaksa varsın olsun. Yanlışlar çoğu zaman mutlu eder gözükür. İnsanlar sıklıkla mutluluk yanılgısı içindedirler. Hakikat, yapısı gereği zaten aceleye gelmez. Gün gelir o da anlar. Hakikatin er geç anlaşılmak gibi bir huyu da vardır. O yüzden yalan gibi tedirgin ve aceleci değildir. Sonra hiçbir hakikatin senin üzülmene değmemesi gerektiğini düşünmek gibi sanırım bir yanlışı sürdürdüm. Senin gibi hoş bir adamı mutlu eden yanlış, yarı yarıya doğru gibi sayılabilirdi. Anlaşıldığı gibi, kendimce izahı mümkün bir yanlıştı bu. Daha bağlamlı ilişkiler içinde müsamaha gösterdiğim yanlışların, son merhalede doğrulara hizmet edeceğini kuruyordum. Ciddi düşünsel arayışlar içinde, bunun böyle olduğunu hâlâ düşünmekteyim. Sabrımı, sükûtu hayalle sonlandıran tespitime yol açan gözlemim; tek düze heyecan dalgalarıyla, her türlü savruluşlara direniyor gözüken yaşamının, merkezinde tefekkürden çok ve ondan daha baskın ölçüde  kişilik sorunlarını gizliyor olmasıydı. Adeta bu yaşa kadar koruyup büyüttüğün kendi çocuksu kişiliğinin üzerine kapanmış; haliyle gelişen, değişen sosyal çevrene karşı, o kişiliği düşünce görünümlü yığınaklarla, koruma altına almıştın. İyi ama bu oyun ila nihaye devam edemezdi, benim güzel dostum. Artık çok uzun sürmüş ergenlik dönemi geride bırakılmalı değil mi? Kendi nefsaniyetimizi hakikatin ölçüsü yerine koymuştuk. Bir anlamda, irademize emanet edilen yaradılışımızı istismar ettiğimiz bile söylenebilirdi. Yani nefsimizi tabulaştırmıştık. ‘Putlaştırmıştık’ demeye dilim varmadığı için böyle söyledim. Hakikat onun istekleri doğrultusunda şaşkına dönmüştü. Araştırmaya, incelemeye, özveriye, derin düşünceye hiç mi hiç yanaşmayan şahsi yönelimlere gerçekler nasıl da alet ve aracı ediliyordu? Dıştan bakanlar bunu daha iyi gözlemliyor çokluk, içten içe de kıs kıs gülüyorlardı biliyor musun? Uçarı hayallerin olmazları içinde, sözde gerçeklik arayışına gülünmez de ne yapılır? Yine de seni üzemiyordum işte, ne yapayım? Ne de olsa çocukluğumuza kadar uzayan beraberliğimizin, hep canlı ve nezih kalan hatıralarının özlenen masumluğuna saygı adına belki. Bu düşüncelerle acele etmedim. Ama artık, yolun yarısını geçtiğimiz şu günlerde, birlikteliğimizi yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyunca, varlığımın sana daha fazla tahammül edemeyeceği kanaatine vardım. Belki azımsanmaz bir yanıyla beşer yaradılışımın böyle bir büyüye ihtiyacı vardı; ama ondan da önce bu büyünün bozulmasına ihtiyacım var. Sana yapacağım en büyük iyilik ayrılmamız olacak galiba. Sanıyorum hep çocuk kalışında bizim de büyük payımız oldu. Düşünce adına boş hayallerini, ayakları yere basmaz saçmalıklarını, ölçüsüz heyecanlarını, tamamen nefsi, hissi iktidar hırsını hiçbir eleştiriye tahammül etmeksizin bizimle paylaşmalarını eleştirmeyip, hoş görmemiz maalesef gerçeklerle yüzleşmeni geciktirdi, seni büyütemedi(k). Benim bu kararıma ayrılık da denmez aslında. Gerçek manada buluşmamız olmadı ki, ayrılık söz konusu olsun. Bizimkisi buluşmasız ayrılıklar!.. Sanki sanal bir beraberlik ve fakat gerçek bir ayrılık. Anlam ve kelimeler, sözler üzerine değil; öfkeler, anlık yönsüz duygular; boşlukta, kuru heyecanlar etrafında buluşmalardan vaz geçiyorum. Kendime dönmenin, kendimle ve hakikatle irtibat kurmanın, sessiz yalnızlığını seçecek oluşum; hiç dinlemeksizin yapılan konuşmaların, tüm zevzeklik ve gevezeliklerle anlamı, amacı hafifseyen, küçümseyen etkisinden sıyrılma arzum yüzündendir. Susmaksızın dinlediğimizi, dinlemeksizin konuştuğumuzu fark ettim. Bu yüzden, buluşmasız ayrılıklarımla, susuşum arasında bir nedensellik kurulabilir. Şu sıralar suskuya olan ihtiyacımız; boşluğu, boş vermişliği, kimi durumlarda hiçliği büyüten gürültülü kalabalıkların boğduğu nusretle ruhumuzun ışıma mecburiyeti sebebiyledir. Gürültülü beraberliklerden ayrılıp, susalım ve dinleyelim. Sonsuzluğun göğünü, gecenin seheri süzen sessizliğini, ağaran ufkun gözbebeklerindeki yansıyı, ötelerin musikisini, yeryüzünü, ‘yeni açmış çiçeğe eğilen adam’ı, bütün solan çiçekleriyle düşlerimizde yaşayan baharı, içimizi, iç yankımızı dinleyelim. Daha da önemlisi yerin ve göğün sahibi, sonsuz hüküm, hikmet ve inayet sahibini dinleyelim. Tüm diğer sesleri, sözleri suskunun sessizliğine gömüp. Burada susku, kelâmın ve kelimelerin sahibine sığınışın huzurlu makamıdır. Orada bütün kelimeler erir tükenir. Bu eriyişe, bu tükenişe hangi can dayanır? Tüm gürültüler, gevezelikler bu kelâmı engellemek içindi. Bu susku tüm duyargalarımız ve duygularımızla kelâma, kelâmın sahibine yükselmek içindir. Söz yücedir, yüceltir insanı.

Bu susku seni alıp güvercinlerin kanat çırpışlarıyla tazelenen yeni ufuklara götürür. Orada hepimize yetecek kadar düş ve gerçek vardır. Ne düş ne gerçek birbirine karışır orada. Biz orada düşler içinde ne gerçekler büyütüp besleriz. Bu ifadeler trajik bir yadırgama adına ironi değil. Sana sakladığım sözleri, böyle kimsenin fark etmediği bir aralığa açılan penceremden dışarı, rüzgâra bırakmak istemezdim. Her bir yeni söz; o gökyüzünü soluyacağım pencerenin, yeni bir anlamın; arayışın; yeni bir yönelişin ilki olsun isterdim. Veya bir ilkin başlangıcı. İçim rahat. Eğer sözümün hakikat katında bir anlamı varsa, rüzgârlar onu mutlaka sana ve başkalarına ulaştıracaktır. Ben onları harf harf, kelime kelime, zamana esen rüzgârın saçlarına bağladım. Nicedir beklenen, bize de ulaşır. Haberler gelir bizi de bulur. O ses duyulur. Bayram olur. Bugün olmazsa yarın. Sabırlı, acelesiz, telaşsız olan anlam, yalanın, yalancının tersine olgunluğumuzla orantılı olarak anlaşılırlar. Onları fark ettiğimiz ölçüde olgunlaşır, çoğalırız. Fark ediş, bilince dönüşmekle; bilinç, kendini fark etmekle değerli olur. Laf kalabalığı, hakikati fark etmeyi engelleyici bir söz savurganlığı, kelime hoyratlığıdır. Çoğu durumlarda susku ve sessizlik; kendimizi dışarıya, dışarının tedirgin edici karmaşasına, uğultusuna kapatma ihtiyacından doğar. Bu ihtiyaç; özde, benliğin, dimağın, vicdanın varoluşsal bir titreyiş ve hatırlayışla kendine dönüşünü barındırır. Kulağınızı iç basıncınıza, benliğinizdeki yankıya, vicdanınıza verirsiniz. Orada ses sese değer. Ses, sesi bulur. Söz, ‘sükût suretinde’ düşürüldüğü yerden doğrulur. Sonra doğrultur. Söz yıkanır. Arındırır. Onarır. Anıtlaşır. Söz öz yerini, öz söz yerini bulur. Söylediklerimiz, olgun içerikleri ölçüsünde, bizi gevezelikten kurtarırlar. Olgun söz, toprağa düşen tohum gibi bir dimağa yerleşince, orada aşk göverecek/göğeerecek biliyorum. Bilgi, hikmet, estetik, kültür yeşerecek. Eğer yoksa sözlerimin bir anlamı yitip gitmesinden daha fazla beni mutlu eden ne olabilir? Sözler, sözcükler bulutlara yüklenip, bulutları yüklenip çekip giderler. O sözler unutulur, sessizlik beni bulur. Buluşmasız ayrılıklardan sonra; sessizlik, sensizlik olur. Sessizlik seni vurur; en çarpıcı söylev gibi seni de vurur!..

Biliyor musun dostum, insan her ne kadar zamana konuşmak istese de, karşısında birilerini görmek istiyor yine de. Buluşmanın da zevkine varmak istiyor. Neylersin ki, kendim için düşündüğüm süre doldu. Vakit tamam. Buluşmasız bir ayrılık olacak evet, ama nasıl olsa düşlerimiz, olmadı heyecanlarımız, bizi bir vesileyle buluşturuyor. O düş pınarının nice gerçekler beslediğini bizden iyi bilen var mıdır? Ve yine o düş selinin küçümsenen gerçeklerimizi önü alınmaz akışına katarak alıp götürdüğünü, bizi onlardan ayırdığını. Şimdi yitirilmiş gerçekliklerin pişmanlık kıyısında, adam gibi düş de kuramaz oldu kimileri. Yoksa yitip giden, varlığımızdan sökülüp alınan, doyumsuz avunmalarla telef ettiğimiz insan yanımız, insan cevherimiz miydi? Birlikte var olmanın zevkine varmanın tersine, demek ki yok oluşu birlikte göze almak da, hafifletici sebep gibi algılanarak, insan ruhunu farklı bir mekanizmayla teskin ediyor. Birlikteliğimiz, birbirimize sığınmak gibiydi. Beni üzen, o son derece beşeri duyarlıklar düzleminde, kendini tekrarlayan birlikteliğimizin, hiçbir zaman ciddi manada düşünsel ortaklığa dönüşememesidir. Birlikte olmakla; bir olmayı, bir örnek olmayı karıştırmamalı. Birlikte düşünmek, aynı düşünmek demek değildir. Farklı düşünme biçimlerimiz birlikte yaşamayı, dostluğu olumsuz değil olumlu yönde etkileyici saiklerdir. Birbiri üzerinden kendi farklılığını keşfedenler, hem var hem de beraber olmanın coşkusunu tadarlar. İşte bu coşku çoğaltırdı bizi. Ama sen, özellikle de seninkinden ayrı ve farklı düşünceleri, tuhaf bir tutumla bozgunculuk gibi algılıyordun. Değişik düşünceler karşısında tahammülsüzdün. Onları anlamaya yanaşmıyordun. Nereden, nasıl edindiğin bir yana, çok net çok değişmez doğruların vardı. Hangi hakla, nasıl oluyorsa çoğu zaman bunlara kutsal, tanrısal bir nitelik kazandırıyordun hatta. Sen ne diyorsan doğru o idi. Sen doğruları adeta doğuştan tevarüs etmişçesine, hiçbir çaba göstermeksizin biliyordun. Başkaları ve bizler ise ne yapıp etsek, yırtınsak bile senin manevi seviyene asla çıkamıyorduk, çıkamazdık. Seni eleştirmek, böylece, hâşâ sanki Tanrıyı eleştirmek gibi oluyordu. Birlikteymişiz gibi görünüyor olsak da, aslında dünyalarımız ayrıydı. Düşünsel anlamda paylaşamıyor, birbirimizi çoğaltamıyorduk. Hatırlar mısın, bir gün sana ‘Beni azaltıyorsun’ demiştim? ‘Çoğaldıkça azalıyoruz!’ Senin ifadenle, öylesine bir ‘edebiyat parçalıyor’ olmalıydım. Zaten edebiyat, felsefe, sana göre boş sözlerle gönül eğleme işiydi ya, neyse burayı geçelim. Daha çok körpe romantiklerin dillerinde duyulduğunu sandığım, arabesk bir söz var: ‘Ayrılsak da beraberiz’ diye. Benimkisi de bunun tam tersine benziyor: Beraber olsak da ayrıyız. Sahici boyutları ile gerçekleştiremediğimiz buluşmalardan ayrılıyorum. Dedim ya, buluşmasız bir ayrılık bizimkisi!..

İnsan yine de kavuşmasız ayrılıklar yaşamak istemiyor.

Aslına bakılırsa sanki her an öncesizliği ve sonrasızlığı yaşıyoruz. Yaşıyoruz ama derin bir yanılsamayla o anları düşlere, beklentilere doğru öyle sündürüyoruz ki, giderek o an’ da gerçekliği de kayıp gidiyor dokunamadan. Bize; yitirilmiş zamanların sahibi, savunucuları olarak, hakikati meçhulde arama çabası kalıyor. İstersen ‘meçhulü muammada aramak’ de sen buna. Şiddetli anakroniyle yaşadığımız anlaşmaya imkân vermeyen zihin kayması da burada saklı bir yönüyle. Çünkü anlam, karşılıklı konumlanma sonucu, bir anın nesnel koşullarını birlikte yaşamakla oluşur. İlk dönem filozoflarının, retorik yaparak ulaşmak istedikleri ‘logos’un saf akla ve damıtılmış bilgiye yönelişinin fiziki koşulları, işte sözünü ettiğim bu tarz bir an’ın zihni niteliğine bağlı olmalıydı. Logos’u dilimizde ‘söz’ olarak karşılayanlar çoğunluktadır. Kabul, ama bu söz derin, yüce anlamları ifade etmesi niteliğiyle bir değer kazanmalıdır. Sözü yere düşürmemeli aziz dost. Peki, sözü yere kim düşürmeyecek? Öncelikle aydınlar elbette. Gel gör ki, onların çoğu özgür düşünce adına retorik yapmak yerine, resmi düşüncelere kodlanmış paradigmanın sözcülüğünü yapıyorlar. Bu sadece ülkemizde görülen bir durum değil, bütün bir yeryüzü bilginin gücünü, gücün bilgisiyle susturmayı başarmışa benziyor. Aydınları karanlıkta olan bir dünya yaşıyoruz. Aydınları karanlıkta kalmış bir dünyada yaşamak ölümdür. Öyle yaşamak öldürüyor bizi.

Hiç başlamamış düşleri burada bitirmem gerekiyor. Sen olmadığın kadar güzeldin. Ayrılık atına eğer vurmaya gideceğim. Senin için düşündüğüm tüm kelimelerim, şimdi suskun birer çiçek gibiler.

Sonra başka düşler, başka düşünceler çağırıyor beni. Gelemem diyemem.

Kendine iyi bak. Kendini tanı. Bir de sen düşün her şeyi yeniden. Ne çok şeyler anlatacaktın bana biliyordum. Ne ki, kendini geçemedin, kendinle olamadın. Biraz gayretle hakikatimize uzayan yola yekiniyor olsaydın, belki o an, seni saran büyü bozulacak; ama bu kez de gerçeği aramanın, yola koyulmanın, yolda olmanın, o yolda yürümenin büyüsü başlayacaktı. Aynı hazzı duyacaktın. Bütün hazlar birbirine benzer. Ama kapandığın kendi üzerinden kalkmadın. Çocuksu bir avunmayla, tembelliği zevke dönüştürdün. Siyasetten, felsefeden, sanattan farklı bir dil ve duyarlıktan bahsedecektik. Çiçekten kelimelerle bahçeler kuracaktık. Yerine göre en asi, en asil duruşunla umudun nurdan sütununu dikecektin. Yeryüzünün kararan vicdanına merhametin, gül muştusunun tohumlarını serpecektik, imkânlarımız elverdiğince. Ama neylersin ki bir şey tam başlayacakken bitiyor. Olmasını istediklerimiz olmuyor çoğu zaman. Olanları anlamaya çalışmak düşüyor payımıza. Bu niye böyledir? Ne çare ki, bu böyledir.

Başlamanın ilki olsun isterdim.

Ayrılığın sonuncusu oldu. Olsun.

Sen nerede olacaksın bilmiyorum. Ben her zaman buradayım sevgili dost. Burada. Kendimde.

İçimde sınırsız anlamların kıyısına ulaşan suskunluklar büyüyebilir.

Kendimle olacağım. Kendi yerimde.

Susku bütün kelimelerin anlamını içerebilir. Aşka ve ölüme susabilirim. Ve işte çölde susuz kalmışçasına susuyorum. Bir eriyişi, bir tükenişi susuyorum. Paradoksal susuyorum. Sessizliğimi ses yaparak, en sağlam seslere dayanarak susuyorum. Sesimi dağlara duyurmak için hiç bir çaba sarf etmeksizin susuyorum. Sıradağlar karşısında dizeler boyu susuyorum.

Susarak yaşam ve anlama dair yeni sebepler üretiyorum. Ben susayım ki konuşması gerekenler konuşsun. Sen sus dağlar konuşsun. Çiğ düşmemiş sabahlar. Dokunulmamış çiçekler, yataklarına sığmayan nehirler konuşsun. Pascal’ın dediği gibi ‘Biz susalım da Tanrı konuşsun’. Ey bütün bilge gevezeler susun da biraz Tanrı konuşsun!.. Evet, kelimelerden yana mahrumiyet bölgesindeyim şimdi. Her kelime, inadına sessizlik giyindi şimdi. Her kelime öte dünyayı bir ürperiş sanki. Hiç bir kelimenin kalmadı hiç bir rengin. Şimdi kelimeler, yerlerinden kımıldatamayacağım kadar ağır. Ve ben onlarla tüm orkestralara, gürültüyü makam yapan ritimlere karşı, sağır duvarlar örüyorum.

Başka nasıl izah edeyim, işte görüyorsunuz açık, anlaşılır bir şekilde, açık anlaşılır kelimelerle susuyorum. Hakikatin acelesi yoktur. Gün gelir sen de susarsın. Susanlar kapısından geçersin. Bütün soruların ve bütün cevapların susmak olur. Bütün güzellikleri açan karçiçeği gibi susarsın. Patlamaya hazırlanan mermiler gibi susarsın. İnfilak etmeye hazır, infiale yol açacak bir susku bu. Derlenmiş, toparlanmış, tetikte bir susku. Aşk gibi, tutku gibi, karşılıksız, kışkırtıcı. Elenmiş, taşından- çöpünden ayıklanmış bir susku. Gökkuşağına duyarlı, serçelerin kalp atışlarına ayarlı bir susku. Bu suskuya can mı dayanır? Meryem olup, Zekeriya olup susarsın. Susmayı ibadet bilip, oruç bilip tüm kelimeleri işaretlere denkleştirip… İşaret çocuklarından olup, sükûtu dil edinirsin. Mavi, beyaz, kırmızı susarsın.

Gök kuşağını, mevsimleri.

Bazen tarifsiz bir acıya, bazen her şeyi yerle yeksan eden uzun beyaz çığlıklara iliştirip kalbini susarsın.

Zehir tadında susarsın.

Hangi sebeple konuşuyor idiysem şimdi aynı sebeple susuyorum. Bugün susuyorum. İşte böyle, işte acemice, belki ustaca işte tam böyle susuyorum.

Böyle birdenbire, böyle işaret almış gibi, böyle tek başıma, böyle yalnız, tenha, kimsesiz, böyle kalabalık, telaşsız susuyorum. Danışmadan, izin almadan, habersizce, teamülleri çiğneyerek, protokol ve prosedür dışı susuyorum. Yasa dışı susuyorum. Taammüden, kasti, faili meçhul olmadan. Çok tartışmalı ama bilerek ve isteyerek. Böyle; kişisel gelişim, sosyalleşme, politika hesapları yapmaksızın. Kimilerine kalırsa sanki suç işler gibi; sanki haince, sanki sinsi susuyorum. Susuşumdan ibret alsın, alacak olan. Susuşumu zapta alsın, alacak olan. Susuşlarımız da geçsin resmi kayıtlara. Yer altı denizlerine çekilmiş ırmaklar, kuru çaylar gibi susuyorum. Nadasa yatırılmış toprak gibi, üşüyen dalga dalga titreyen deniz gibi bazen.

Esintisiz, uğultusuz ağustos göğü gibi, geceleyin tenha bir yalnızlık göğü gibi.

Kimsizliğin, kimsesizliğin kucağında acılarla denenmiş çocuklar gibi, mahzunluğun ağır tonları karışmış maviliklerle susuyorum. Sakin, serin kıyılar gibi.

Anlayamadıklarımı, kendimi zorlasam da anlamak istemediklerimi susuyorum.

Ben artık seni susuyorum dostum. “Artık seni tanımıyorum” desem içine büzüşüp, elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi içerlenecek oluşuna, sırf insani hatta çocuksu sayılabilecek bahanelerle katlanamayacağımı bildiğim için susuyorum. Daha ciddi dinlemek, daha ciddi konuşmak, daha ciddi düşünmek için cidden susuyorum. Daha anlamlı buluşmalar, köklü dostluklar için susuyorum.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Bir Mektup / Ay Vakti
Söz / Şeref Akbaba
Buluşmasız Ayrılıklar / Necmettin Evci
Bir Salâdır Eylül Mevsimlere / Selami Şimşek
Çin Seddi’nin Bittiği Akşam / Naz
Tümünü Göster