Türk edebiyat tarihinde Ümmül muharrirat (Yazarların Annesi) olarak anılan ve Millî Edebiyat Döneminin önde gelen kadın yazarlarından biri olan Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984)’nın kitaplaşmamış nesirlerinden bazılarını nisyana terk edilen dergilerin sararmış sayfalarından gün yüzüne çıkarmak amacıyla yayımlıyoruz.
Nuran Özlük
“Setbaşı” İstanbul’a çok benziyor: Otelleri, dükkânları, gazinoları hep İstanbul. Hele akşamüstleri köprüyü geçerken Bursa Ovası’na bakarsanız birden bir tatlı ve şaşırtıcı bir hisle dolarsınız: Ova, tıpkı semalarla birleşmiş mavi bir denizdir. Ama bu kuvvetli müşabehette benim hasırlı, kalın peçemin de galiba çok tesiri var.
Ya! Ben burada yüzüm sımsıkı örtülü geziyorum. İstanbul’da peçesi kapalı bir genç kadın, açıktan ziyade nazarı dikkati celbeder, burada tamamıyla aksine. Bunun için İstanbul’da yüzümü örtmekten çekindiğim kadar burada açmaktan korkuyorum…
Bu Setbaşı Köprüsü, Bursalı âşık gençler için halas kapısı imiş. Yani ölüme açılan bir kapı! Her sene birkaç talihsiz genç bu tarikle ademe gidermiş… Katil köprü! O kadar sevimli ki… Benim de hemen hemen ölesim geldi!..
Köprüyü geçtikten sonra sağda, kapısı açık bir bahçe Türk Ocağı’nın tertemiz, güzel bir bahçesi. Önünde bir saniyecik olsun duraklamadan geçmek kabil olmuyor. Bu sevgili yerde bilmem nasıl âdeta büyü gibi bir cazibe var! Kaç defa içeriye girmek için şiddetli bir arzu duydum. Sağa doğru, ihtiyarsız bir adım attım; fakat sonra vazgeçtim: Burada -zannederim bir hanımefendi müstesna- kadınlar ocağa gitmiyorlarmış. Ben, büyük inkılâpçı, mücadeleci ruhlardan değilim, halkın hissiyatını incitecek şeylerden daima sakındım. Kendi isteklerimle, kendi fikirlerimle kimseyi gücendirmek, sinirlendirmek istemem…
*
Setbaşı Caddesi’ni biraz takip ettikten sonra sola saptık; fabrikaların önünden “Yeşil”e gidiyoruz. Çelebi Sultan Mehmet’in mezarını göreceğim.
Bu yol pek tenha. “Aç artık yüzünü!” dediler. Önce pek niyetim yoktu. Fakat küçük bir köprüyü geçerken manzara beni o kadar sardı ki belki kalabalık da olsa yine yüzümü açacak bu nefis, ince manzarayı doya doya içime sindirecektim. Manzara mı?.. Derin bir vadide emsalsiz renkler ve emsalsiz gölgeler.
Zaten bu memleketin asıl sırrı renklerle gölgelerden ibaret. Bu nadide şeyler, bana ressam olmak arzusunu bir humma gibi duyurdu. Bu memleketin renkleri önünde kelimelerimi müthiş surette solmuş, boşalmış buluyorum…
“Yeşil”e geldik. Bursa’nın ne tarafından baksanız bu nefis türbeyi zümrütle firuzenin imtizacından yaratılmış harikulade bir mücevher gibi karşınızda bulursunuz. Bir Amerikalı dostum bana Yeşil’den bahsederken büyük bir heyecanla sarsılarak: “Türkiye’nin en güzel şeyi” demişti… Belki de hakkı var…
Yakınlaşınca duvarlarındaki birkaç rahne fark ediliyor. İzahat verdiler. Yunanlıların uğursuz vahşi elleri meğer mukaddesata da uzanırmış. Zavallı türbedarı bir gece silah aramak bahanesiyle az kalsın öldürüyorlarmış… Melunlar!..
Bahçenin içinde on, on beş merdiven bizi kapıya çıkardı. Ötede çiçeklerini sulamakla meşgul olan türbedar efendi anahtarını alıp gelinceye kadar ben kapının kemerindeki asar-ı sanatı en derin bir lezzetle seyrettim. Sonra içeriye girdik, ikindi namazlarımızı Çelebi Sultan Mehmet’in halılarında kıldık.
Çelebi padişah bu mücevher gibi türbenin içinde bütün çoluk çocuğuyla beraber ebedî uykusuna yatmış. Ben hiçbir mezar karşısında bu kadar saadet ve rahatlık hissi duymamıştım…
Sokağın karşı tarafında bana birdenbire Sultan Selim Cami-i şerifini hatırlatan “Yeşil Camii” yükseliyor. Yalnız başıma camiye girdim. Ne ulu bir sessizlik! Benim gibi bir merak sahibi olduğu şüphesiz bir genç efendi, kubbenin loşluğu altında geziniyor, defterine bir şeyler kaydediyor… Ben, fazla aydınlık yaptığı için mabetlerde çini tezyinatına aleyhtardım. Fakat burası nefis bir loşlukla dolu. Burası güzel ve esrarengiz. Ortasındaki havuzla camiyi ikiye taksim eden merdivenler de ona bir hususiyet veriyor…
Kapıda bekleyenleri fazla yormamak için acele etmek lazımdı. Bu mukaddes yerden içim hasretiyle dolu olarak ayrıldım.
Avlunun dışı yemyeşil bir tarla. Yengem:
— İstersen, dedi, biraz dinlenelim.
Sevindim. Çünkü buradan Bursa’nın güzel profilini doya doya seyretmek kabil. Yere köylü kadınlar gibi bağdaş kurduk ve mısır yedik. Ne hususi bir zevkti. Akşama doğru kimsesiz tarlalar içinde dolaşan ince yokuşlardan “Madelet”in kolları belimde bir kemer olarak indik. Mevsim münasebetiyle suyu pek azalmış büyük ve derin “çay”ın kenarında küçük şelalelerin musikisini dinliyoruz…
Artık neşeli değilim; Madalet -bu tatlı küçük kız, Kardeş gazetesi sahibi Vasıf Necdet Bey’in kerimesidir- güzel, mütehayyir gözleriyle yüzümdeki hüznü tahlile uğraşıyor. Dalgın dalgın yürüyoruz. Zaten caddeye de yaklaştık. Kalın, siyah örtü yine yüzümü kapıyor. Yine güzel Setbaşı Köprüsü’nün üstünden şimdi büsbütün maileşen, büsbütün hülyalaşan Bursa Ovası’nı sema ile birleşmiş bir deniz diye seyrederek geçip eve dönüyoruz…
Bilmem niçin bu akşam karanlık mazi menfur bir inatla başımı arkaya çekiyor. Başım, yakın bir mazinin bütün şeametli hayalleriyle dolu.
İhtiyar türbedarın Yunan yumruğu ve Yunan süngüsüyle çözülmüş beyaz sarığı, ebedî “Yeşil Camii’nin Yunan bombasıyla parçalanmış renkli camlarını görüyorum. Bu camlar sanki kalbimin içine batıyor; o sarık sanki boğazıma dolanıyor. Bana minareler mustarip, çeşmeler giryan, topraklar zebun görünüyor… Ne kabuslu hisler Yarabbi!..
Yengemin bir cümlesi bir anda bu fena rüyayı dağıttı:
— Bak Nusret, bizimkiler ilk defa bu dağın üstünde göründülerdi!
Bizimkiler… Bu kelime, havasızlıktan bunalmış gönlüme tatlı bir rüzgâr gibi esiyor. Etrafıma bakıyorum: Bütün onlarla dolu! Bütün bizimkiler…
Arkama döndüm. Demin beni sonsuz bir ıstırap ile saran nefis manzaraya karşı yavaş sesle söyledim:
Narin minarelerin, ince beyaz yolların
Karanlık mazimizi unutsun müebbeden.
O kabuslu hicranlar yakamaz bizi yarın
Sen benimsin vatanım ve artık seninim ben!..
Birkaç gün sonra aziz Bursa, kıymetli çocuğu Necdet Hanım’ın kalemiyle bana cevap veriyordu:
Önce her feryadından bir teselli duyardım,
Şimdi guş-ı canımda saadettir her nağmen.
Önce ruhumda her şeb hayalinde ben vardım,
Şimdi de “sen benimsin” ve artık “seninim ben!..”
Eylül, 1923