Radikal Patinajlar

Nasıl anlatsam? Size de tanıdıktırlar. Onları anlatmak için kuracağım cümlelerin köşeli, keskin yanları yaptıkları çağrışımlarla bile sizi rahatsız eder diye çekiniyorum. Bu yazının, kıyısında kalmış olsak bile, anlatacağımız yapının üzerine gölgesi düşen yanlarımızı gün ışığına çıkarma adına yararlı olacağını umuyorum. En azından boşta kalan insan yanımızı, insan yanımızda boşta kalan mümin duyarlığını doldurmaya katkı sağlaması bakımından bu irdeleme bir dipnot olarak kenarda tutulabilir. Bazı konuların üzerine eğilmede çekingen kalışımız kendimizi tehir etmeyi sürdürmekten başka bir kazanç sağlamıyor! Ucu çevremizdeki birilerine (belki bize) dokunur diye sakındığımız kimi konuları ötelemek bizi gerçeğe ulaştırmadı. 

Dünyanın içinden geçtiği ulusçu süreç ve sonrasında hemen her toplumda, toplumun her kesiminde pıtrak gibi çoğaldılar. Anlattıklarından farklı tıynettelermiş gibi gözükmelerine aldanmayın. Üç beş slogana indirgenmiş zihin dünyaları oldukça dardır. İçlerindeki darlığı fark edecek geniş açıdan yoksundurlar. Anlamaya gerek duymadıkları dünyayı, sebeb-i hikmeti kendilerinden menkul bilgelikle kavrıyorlardır. Üstelik bütün bir insanlığı esenliğe çıkaracak formüller, tartışmasız kesinlikte onların yanlarında olduğundan; bütün bir ülkeyi, hatta dünyayı yönetmek için eylem halindedirler. Egemen olmak isterler. Sahip oldukları yüksek düşünceler onlara diğer insanlar arasında peşinen ayrıcalıklı bir konum kazandırır. O nedenle egemen olmayı kendi doğal hakları görürler. Onlara küçük işler yakışmaz. Büyük işlerin adamıdırlar. Yaptıkları her şey büyüktür. Büyük olan onlardır. Bir etkinliğin büyük olması için onlara ait olması yeterlidir. Başkaları küçümsese bile yaptıkları her iş, onların nezdinde dünyayı kurtarıcı faaliyettir. Doktrinleri, manifestoları, paradigmaları hazırdır. Değişen dünyanın yeni durumlarına karşı önceden hazırlanmış, değişmez doğruları vardır. Değişimin olgunlaşma belirtisi olduğu düşüncesine karşılık, değişimi zafiyet olarak tanımlarlar. Anlaşmaz, uzlaşmaz, ödünsüz ve katıdırlar. Değişmek onlara göre aşınmadır, çözülmedir. Dünyanın, insanın, anlayışların değişmesi önemli değildir. Önemli olan  değişmemek, bilakis değiştirmektir. Değişmemeyi kaya gibi sert ve sarsılmaz benliklerinin sağlam sahiciliğiyle izah ederler. Değişen insanlara güven duyulmaz. Değiştirmek için yola çıkanların mücadele ettiği yapıya yenik düşerek değişmeleri, davaya ihanettir. Hiçbir ihanet cezasız bırakılmaz. Herkes için kaçınılmaz olan değişim onların semtinden bile geçmez. Bunun sebebi kendilerinde tanrısal bir ayrıcalık vehmetmeleridir. Kendileri değişmeksizin başkalarını kendi modellerine göre değişmeye zorlamaları bu vehimlerinin yansımasıdır. Çünkü ancak tanrı değişmez, ancak tanrı kullarının değişmesini murad edebilir. 

Her an yeniden kurulan dünyanın baş döndürücü değişimini kavramak, yeni zihni yapılar, algı tarzları inşa etmek gibi araştırmayı, değerlendirmeyi gerektiren zor, yorucu çabayı göze alamama tembelliğini, keskin bir indirgemeci tavır olarak benimsedikleri radikallikle izah ederler. İşte ağzımızdan kaçırır gibi söyledik. Siz de anladınız zaten. Kim midir bunlar? Kendilerine ‘radikal’ yakıştırması yaparlar. Yakıştırma kelimesini kullanmamız radikalliğin kendi mahiyetine uygun anlaşılmadığı hususundaki tereddütlerimiz sebebiyledir. Radikal tutumlar çoğu durumlarda köklü çözüm arayışlarını gerekli kılabilir. O durumlarda her şeyi temelden değiştirmekten, sil baştan yapılandırmaktan başka çare kalmayabilir. Eğer bünye sağlam ise hastalıklı yapı sağlığına kavuşturulur, öyle değil mi? Sözgelimi bir makine arızalanmışsa tamir edilir. Ama makine tümden haşat olmuşsa orada yapılması en mantıklı olan, makineyi değiştirmektir. Bunun gibi, eğer kimi alanlarda toplumsal işleyişte aksamalar varsa, yeni düzenlemelere gidilir, revizyon yapılır filan. Yok, eğer toplum tümüyle çürümüşse, köklü bir değişimden başka çare kalmamıştır; yani toplumun aklını, ruhunu, dilini, dünyasını değiştirmek var olmanın tek yoludur. Bu nitelikte değişimler; yeni, güçlü bir dünya tanzimiyle mümkündür. Bir toplum kendini bu yeni var oluş içinde anlamlandırarak radikal değişimi başarır. Yoksa sopa zoruyla değiştirmek, hem insanın hem de olgusal gerçekliklerin tabiatına aykırıdır. Burada yapılan değişim değil uzun ömürlü olmayacak eziyetten başkası olmaz. Bu anlamda radikal tutum, ayrıntılı analiz edip kavradığı topluma, diriltici ruh aşısı yapmak durumundadır. 

Toplumun sinesine kök salmayan hiçbir öneri ve pratik, köklü çözüm vasfını kazanmaz. Öze nüfuz etmeyen biçimsel değişimler hem sahici değildir hem de kaypak kişiliklerin, bulanık kimliklerin yaygınlaşmasına yol açar. O nedenle Kuran’da ve Sünneti Seniyyede değişimin merkezi kalp olarak belirlenmektedir. Daha doğrusu her değişimin bu vasfı kazanması için kalbî olması icap eder. Sosyal, siyasal değişimleri de içeren niteliğiyle inkılâbın kalbin değişmesi, dönüşmesi anlamını içermesi çok önemlidir. Evet değişim kalpte ve kalpten oluşmalıdır ki içselleşmiş, benimsenmiş sahici karşılıkları olsun. Değişimlerin bu mahiyette olduğu yerde coşkulu bir yenilenişten söz etmek daha doğrudur. Orada yeni bir ruhun rüzgârı hayatın tüm kasvetini, tozunu toprağını süpürüp götürür. Yeni hayatın ruhu tüm hasta bedenleri tedavi eder. Kıştan sonra baharın, yazın gelmesi gibi bir değişimdir bu. Mart rüzgârlarıyla yeryüzünün yaprak yaprak, çiçek çiçek uyanışı, varlığın ilahi coşkusuna katılışı gibi bir değişim. Değiştikçe var olduğunu hisseden, varlığını keşfettikçe özgürlüğe, sonsuzluğa, sevgiye, diğer varoluşlara doğru değişen, dönüşen bir devinim. 

Eski, köhne bir yapının yerine, benimsenmiş yeni bir yapı inşa etmek kolay değildir. Derin, geniş bir bilgi; bilinç, cesaret, kararlılık gerekir. Gerçekten veya özde radikal insanlar toplumlarının değişim öncüleridir. Onlar gerçek önder, lider vasıflarıyla her zaman anılırlar. Tarih, onların etrafında teşekkül eder. Toplum, çağlar boyu onların nefesiyle soluklanır. Bu bağlamda, anmaya, imrenmeye en lâyık olanlar peygamberler olmuştur. Onlar bir toplumu tepeden tırnağa değiştirirlerken, kimsenin burnunun kanamasına rıza göstermeyecek ölçüde adaletli, hakkaniyetli davranmışlardır. Onların değişimi kalbîdir. Öncelikle içseldir. Çağları canlandıran bir kalp atışıyla sadece yaşadıkları yerleri değil, bütün bir zamanı, tarihi hareketlendirmişlerdir. Bu anlamda radikallik ve radikaller sonsuz ufuklara sahip olmakla saygındırlar. Onlar zamanın kıvrımlarını bilgiden, gönülden, adaletten, erdemden, inançtan, sevgiden, anlayıştan yana biçimlendirmişlerdir. Dünyanın eksenini değiştirmek; etrafında tüm gerçekliğin belirginlik kazandığı hakikati, derinlemesine kavramakla mümkündür. Bütün akışlara, yönelişlere, algılara, harekete anlam katacak derin bir bilinç. Bu öyle içkin, öyle özgün, öyle kendinden emin bir dokunuş olmalı ki, değdiği her şeyin rengini, sesini, içeriğini, kokusunu, özünü, sözünü değiştirsin. 

Günümüzde radikalizm adına ortalıkta boy gösteren tutumlar, itibara alınacak bilgi ve düşünsel donanımdan yoksun, çoğu durumlarda maskaralıktan başka bir şey değildir. Maskaralar sözde ödünsüz, haşin duruşlarıyla, sağlam kişiliklerini kanıtlama oyunu oynuyorlar. Oyun oynuyorlar, çünkü gerçek kişiliğin, gerçek benliğin, bir türlü büyüyemeyen bu tip kocaman çocukların tavırlarıyla kanıtlanmaya ihtiyacı olmaz. Sahici kişilikler, varlığın anlamını içlerinde duyarlar. Kendilerini dışlarına gösterme gereksizliği içinde değillerdir. Kendilerini, kendilerinde olanı, kendilerinde olanla yaşamlarını sürdürürler. Kendi payımıza önemsediğimiz bu son cümle acaba nasıl anlaşıldı? Bence meselenin can alıcı esprisinden biri de burada gizli. Kendi adına, kendinden olanla kahraman olanlar, başkaları adına ve kendisinin olmayanla kahramanlık yapanlarla bir olur mu? Biri gerçek diğeri sanal. Biri hakikat ve samimi diğeri yalan. Radikal pozlarla maskaralık yapan, işte böyle bir yalanı sürdürüyor. Radikal ne yapıyor? Kendine ait olmayan coğrafyada, içinde olmadığı bir savaşta, kendine ait olmayan canından, malından, parasından, evlatlarından, eşinden, işinden fedakârlık yaparak; sonuçta kendine ait olmayan bir kahramanlık satıyor. Malına da müşteri bulmuyor değil hani. Uzatmayalım, hayat ilerleyen yıllarda; kimlikleri, benlikleri dâhil kendilerine ait hiçbir şeyleri olmayanları yavaş yavaş koşuşturmasına kattığı yani artık onların da ev, iş, eş, para sahibi olmaya başladığı zaman o radikal duyarlıklar yerini başka duyarlıklara bırakıyor. Yalan mı? /Hani nerde uğrunda ölünesi değerler? Hani nerede değere isnat etmeyince anlamsızlaşan hayat? Söyleyeyim; o anlam kaygısı olmayan hayat şimdi içimizin başköşesine kurulmuş çok mühim işlerle meselâ bordrolarla, fizibilitelerle, cari dengelerle boğuşuyor. Çok büyük işlerin hayalleriyle gerçeklerini heba edenler, erişemedikleri hayalleri sonrasında ayakları yere basınca sorumlu oldukları küçük işlere de takat yetiremiyor veya vakit ayıramıyorlar vesselâm./ Kahraman olmanın neredeyse boşta gezenler işi olduğu ortamlarda, demek ki dürüst olmak sanıldığı kadar kolay olmuyor. İçi boş radikallikler, boş benliklerin caka satmasından başka bir şey değilse ve radikal çerçevenin içi doldurulacaksa, bunun yolunun başkalarından önce kendimizi değiştirmekten, değer üretmekten, içtenlikten, özü sözü bir olmaktan geçtiği bilinmelidir. Bunların ne demek olduğunu izaha gerek kalmamalıydı. Dedik ya gölgede kalan kimi yanlarımızın aydınlatılması, bazı algı dizgelerimizin netleşmesi açısından önemli olabilir. 

Ucuz, kolaycı bir tutum olarak radikalizmi besleyen, daha doğrusu kışkırtan sebepler nelerdir? Toplum ve birey hayatının hemen her alanına müdahale eden ideolojik siyasal yapılar, akla ilk gelendir. İdeolojik siyasal yapılar kitlelerin düşünceleri, tercihleri, yaşamları, kimlikleri üzerinde de belirleyici olma hakkını kendinde görmektedir. İstenilen değişim, makul gerekçelerden yoksun olarak kitlelere dayatılmaktadır. Mantıklı dayanakları ile gerekçelerini oluşturamamış değişim projeleri, bırakınız halkı, aydınlar nezdinde bile karşı bir tez geliştirme imkânını neredeyse ortadan kaldırmaktadır. Niçin? Saçma sapan yaptırımlar karşısında aklı başında açılımlar yapmak imkânsız ölçüde zordur da onun için. Buradaki zorluk, kuyuya atılan taşın çıkarılması türünden bir zorluktur. Şöyle anlatırsın olmaz, böyle izah edersin olmaz. Devlet, güvenli bir iletişim ve yönetişim zemini oluşturamadığı, doğrusu buna da yanaşmadığı için, her türlü sağlıklı yapılanmanın oluşması mümkün olmamış veya gecikmiştir. Toplumun değişim istikametinin tayinini, yönetimin tepesini işgal edenlerin paşa keyiflerinin belirlediği bir yerde; neyi, kiminle, nasıl konuşacaksınız? Hele kuyuya taş atanların değil, taşı çıkarmaya çalışanların yadırganması, tam bir akıl tutulmasının göstergesidir. Orda sakıncalı veya muteber düşünceler, tepedeki kişiler veya kurumlarca belirlenmektedir. Haklısı, haksızı önceden belirlenmiş bir ortamda sarf edeceğiniz her söz suçunuzun artan kanıtları olacaktır. Sınırlarınız çizilmiş, kabul edilme koşullarınız belirlenmiştir. Diğer yandan da, sistem kendine uygun kafalar veya vatandaşlar yetiştirmek için tüm eğitim, kültür ve iletişim kurumlarıyla harıl harıl işlemektedir. İşte bu baskıcı yapı sürecinde sıkıştırılmış benlikler, kendilerini şiddetli bir var oluş refleksiyle ifade etmek isterlerken, önlerinde seçenek olarak radikal tutumlardan başka bir yolun kalmadığını görürler. Hep öyle olmuştur. Zaten yaşanan koşullar, belli bir bilgi/bilinç açılımına imkân verecek tarzda gelişmemiştir.  Bilgiyi, hoşgörüyü besleyecek kanallar kuruyunca; öfkeyi, yıkıcılığı, kestirip atmayı, toptan ret veya toptan kabulü zorlayan, buna mecbur eden kanallar beslenmiştir. Rejimin değiştirmeye çalıştığı toplum, reaksiyoner tepkiyle rejimi değiştirmeye yönelmiştir. Şaşılacak derecede aynı dille, aynı üslûpla çözüm iddiasıyla ortaya çıkanlar da, kuyuya taş atmaktan başka bir şey yapmazlar.

Eğer ideolojik tanımların sınırlamaları içinde kimlik sahibi yapılmak istenen insanların makul, haklı talepleri karşılık görse; başka bir deyişle üzüm yemek amaç edinilseydi, toplumsal incinmelere gerek kalmaksızın, sağlıklı bir değişim süreci yaşanabilir, kimse de bağcıyı dövmeyi aklına getirmezdi. Bu sürecin yaşanamayışı, ideolojik yapıların içselleştirilmiş değerlere ihtiyaç duymayışına da bağlanabilir. 

İdeolojilerin nesnel içeriğe sahip olmaları, ontolojik yabancılaşmanın sonucudur. İçe ait, içe dönük arayışlar, varlığımızın irtibatlı olduğu ilahi boyutu eninde sonunda fark eder. O katı/katmanı aşamaz, oraya tutunur. Uyumlu bir özümseyişin olması, özümüze gizlenmiş ilahi doğruluğun ve doğrultunun fıtratla örtüşmesi yüzündendir. Bu boyut, pozitif kurgusallığın düşünsel biçimleri olan ideolojileri hiç olmazsa daha zararsız bir sınırda tutacaktı. Oysa ideolojiler, ilahi bağlantılara yol açacak içsel karşılıklara ne yaslandı ne de yanaştı. Çünkü gidişatın en olumsuz olduğu dönemlerde bile, kişi içten hesaplı, içten pazarlıklı tavrını devam ettirebilmişti! İç hesaplar kişiyi dışına karşı uyanık tutabiliyordu. Nesnel araç ve amaçlarla egemen olma anlayışı, hızla özden, öznel dünyadan kopuşu hazırladı. Eğer insanın iç sesi susturulmaz, iç yankısı boğulmaz, iç yönelişi engellenmez ise, dışarıdan bir empoze kolay olmayacaktı. İnsan araçsallaştırıldı, önemsizleşti. Bu vasatta artık hiçbir şey ne içselleştirilebiliyor, öznelleştirilebiliyor, ne de geçerli kılınmış beğeniler, anlam ağırlıklı değerleri kabule özendiriliyordu. Değil mi ki, soyut değerler karın doyurmuyordu! O nedenle dışa dönük, dışarıyı değiştirmeyi amaçlayan açılımlar öncelendi. İnsanın iç dünyası çöküyor, hiçbir şeyi içselleştirmek mümkün olmuyordu. Öznelleştirilen şeyler de, aslında nesnelleştirilmiş olanlardı. Özümüzü akıtarak kendimizi ruhsuz bırakma pahasına maddeye can veriyorduk. Daha çok kendilerine mal ettikleri söyleyişle bizim Marksistler, söylediklerimizi haklı çıkarırcasına maddeye ne güzel karşılık veriyorlar: Özdek! Varlık özünü,  bilincini maddede gören, madde ile yorumlayan diyalektik anlayışın başka nasıl bir karşılık bulacağı beklenebilirdi? Nesnel farklılıklara yönelmek, bir yanıyla aslında ruh derinliğimizde varlığın değişim arayışlarını bastırmanın avutucu yansımalarıdır. Nesnel bakış ve nesnel ölçülerle yapılan değerlendirmeler, değerlerin iç bağlantılarını kopardı. Putlaştırılan yeni, bir başka yeninin saltanatıyla silinip gidiyordu. Değeri, güncelin geçici cazibesinde kurmaya çalışma çabası, kaygan zeminde var olmanın tadına bile henüz varmadan, yok olmaya aday oluyordu. Çağdaş değerler geçici, kaygan zeminde oluşturulmak zorundaydı. Yaşanan zamanın hızı, yeni hevesler, yeni durumları kavramaya kavramsallaştırmaya, hele iç dokuya sindirilerek değere dönüştürülmesine zaten fırsat vermiyordu. İçsel, öznel yani varoluşsal gereklilik ve karşılıklar itibari ile bir değer sahibi olunamıyordu. 

Değer diye piyasaya sürülenler, tıpkı giyim kuşamda, araç gereçlerde, kimi alışkanlıklarda salgına dönüşmüş moda mesabesindeydi. /Siz buna isterseniz konjonktür deyiniz. Düşünce ve siyaset vitrininde sergilenip geçerli kılınan son algı ve çözüm önerilerine uygun tutumları, konjonktür diye tanımlayabilirsiniz. Konjonktür, yeniçağın aktüel üst gerçekliği gibi algılanmaktadır. Herkesi saracak kadar genel ama kimseyi tatmin etmeyecek ölçüde dışsal. Konjonktür niyetinize, inancınıza, düşüncenize, politikanıza uygun olmayan davranışların en kabul edilebilir gerekçesini oluşturur. Kendinizle tersleşmenin yasak savıcı, sözüm ona geçerli,  büyülü izahıdır. İçsel hiçbir bağlantısı yoktur./ Şimdi içsel olmayanların, konjonktürel olanın nasıl olup da değere dönüşeceğini, aynı sebeplerle nasıl olup da değere dönüşemeyeceğini düşünmek lazım. Bu durumda oluşan değer, tam da liberalizmin amacına hizmet edecek tarzda, olsa olsa değersizliğin değeridir. Değerin içsel boyutunun olması, gerektiğinde ısrar edişimizin sebebi, doğrudan insanın, insana ait olanların değerli oluşundandır. Siz hayata yüklediğiniz yüce anlamla kendinizi, kendinize yüklediğiniz yüce anlamla hayatı yaşarsınız. Değer, varlığınızı önemsizleştirici bir anlamsızlığa, uçarılığa, savrukluğa hizmet edemez, etmemeli. Ediyorsa, yaşanan korkunç bir değer yanılgısıdır. Bir anlamda dünyanın yaşadığı değer bunalımının gerisinde bu nedenler barınmaktadır. 

Değersiz olanın, değeri olmaz. Değersiz olan, değer üretemez. Hayatı da kendimizi de değerlerle anlamlandırırız. Değerler, hayatın ile insanın birbiriyle eşleştiği anlamlı düzlemde, birinin diğeri için feda edilemeyeceği durumlarda oluşur. Değerlerin böyle bir varoluşsal boyutunun olması bundandır. Ayrıca insan hususen değerli bir varlıktır, değersiz yaşayamaz. Yaşayamaz ve değerli olan devam ettikçe yani bu hayat sürdükçe değerleri yenilemek zorundadır. Çünkü varlık ve hayat sonsuz sürekliliktedir. 

Güçlü bir öze sahip olmayanların, hatta böyle bir öz sorunu bulunmayanların toplumu değiştirmeye dönük program ve propagandaları, yaşamın kaçınılmaz kıldığı doğal değişmenin önünü tıkayan en büyük engeldir. Onların değiştirme adına, değişimi engellemeleri, özlerinin zayıflığıyla açıklanabilir. Yer yer kaba kuvvete başvurarak dış dünyada güçlerini kanıtlama çabası, yoksunluk psikolojisinin şiddetli egemen olma dürtüsüyle iç zayıflıklarını örtme, dengeleme amacı da içerir. Çünkü değişim, kuvvetli özün farklılaşan şartlar karşısında var olma iradesidir. Güçlü öz, her bir değişim sınavı ve sürecinden sonra daha dayanıklı bir olgunluğa ulaşır. Olgunluk, verimli yaşam iradesidir. Değişim, varlığı besler, olgunlaştırır. Varlık cevheri yani özü güçlü olmayanlar; bu sınavı başaramaz, savrulurlar. Amaçsızlık, anlamsızlığa; anlamsızlık amaçsızlığa dönüşerek, yük haline gelmiş varlıklarını aşındırıp tüketir. Güçlü varlık sonsuzluğu, sürekliliği özümsediği veya duyumsadığı için her duruma hazırlıklıdır. Her durumu varlık için, varlığı için, değişik imkâna dönüştürür. Bu içsel dönüşümü başaramayanlar, benliklerinin derinliklerinde bir kırıntı kadar varlık nüvesi kalmış bile olsa, onun itkisiyle ama çok ters bir yol, çok ters bir yöntem, izleyerek kendi dışına saldırmayı seçer. Bu saldırı; var oluşun, ölmeye,  öldürmeye kadar varacak son çırpınışıdır aslında. Başkalarını yok etmenin, onların varlık alanını genişleteceği şeytani yanılgısı içine girerler. Kırıcılık,  şiddet, hem varlığı yok etmeye yönelen, hem de yok olmak üzere olan varlığın ölümcül hastalığı, hastalığın nöbet halidir. Radikalizmin ruh hali incelenirken, bu açılımlar göz ardı edilmemelidir. Kendini en rahat radikal tutumlarla ifade eden ideolojiler, varlıkla bütünleşemeyen yapıların hastalıklı ruh hallerini aklileştirme sistematiğidir. 

Tersten ideolojik kimlikler karşısında olmak ya da olmamak savunması ile kimliklerini koruyanlar da içi doldurulmuş değerlerle var olamadılar. Devlet de, vatandaş da varlıklarını birbirlerini anlamak esasıyla değil, anlamamak inadıyla sürdürdü. Çatışma ile var olan kimlikler, kendilerini ne olduklarından ziyade, ne olmadıkları üzerinden tanımladı. Devlet kimdi, neydi, nasıldı bir yana ama vatandaşı gibi değildi. Vatandaş kimdi, neydi, nasıldı bir yana, ama devleti gibi, devletinin istediği gibi değildi. Ne tuhaf bir durum. Özellikle bir dönem bütün dünyayı travmasına ortak eden bu tuhaflığı, kalıcı olmasını temenni etmediğimiz hasarlarla ülke olarak biz de yaşadık. Bu tıkanma, bu körelme noktasında değer değil öfke üretilebilirdi ancak. Bütün bu ruh durumunun kime hizmet ettiği veya etmediği artık ortadadır.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Bu Ne Hâl? / Ay Vakti
Ledün Pınarına Tasını Tutmuş Gül Dervişleri... / Selami Şimşek
Necip Fazıl Kısakürek / Panel / Mustafa Miyasoğlu
Heybemde Sorumluluk Var, Yüküm Ağırdır Benim / İmdat Akkoyun
Cemil Meriç’i Anlamak / Ahmet Albayrak
Tümünü Göster