Televizyonun salgının seyri ile ilgili hastanelerden verdiği haber ve bilgiler amcam hakkında kaygılarımı iyice artırırken kapının zili çaldı. Eve hapsolduğumuz bir buçuk aydan fazla zamandır dışarıdaki her şey, bizi tuhaf bir merakla daha fazla ilgilendirir oldu. Demek ki insan uzak düştüğünü, ayrı kaldığını merak ediyor. Çarşı pazarı keyfince gezmek, parkta yürüyüşe çıkmak, dostlarla çay ocağında buluşmak, misafirlikler, geçtiğimiz semtlerin caddelerini, sokaklarını seyrederek belediye otobüsüyle işe gitmek, dokunmak, tokalaşmak, her şey her şey farkında olmadığımız zenginliğimizmiş meğer. İş güç telaşından sıyrılıp kendimi eve atmaya can attığım zamanlarda hayatı kanıksanmış bir ilgisizlikle yaşadığımı anladım. Demek ki bir noktadan sonra her şeyin fazlası bıkkınlık veriyor. Kapıyı hep olduğu gibi karım açtı. Zaten beklediğimiz yan daire komşumuz Seniha Hanım, bir iki gündür konuşulduğu üzere, elinde, içinde beyaz muhabbeti olan kafesiyle kapıdaydı.
Devletin herkesin zorunlu takmasını istediği maskesi, ağzını ve burnunu kapatmıştı. Allah hayrını versin Seniha Hanım, evde de maske takman gerekmiyor yani. Seniha Hanım sağlık konusunda da hayvanlara ilgi gösterme konusunda da çok hassas. Alıştırdığı birçok kedi ve köpeği, günün belli saatinde bahçenin bir köşesinde beslemesi, evdeki iki muhabbeti, mutlaka her çay buluşmasının vazgeçilmez konularındandır. Muhabbetin, tüylerinde her renk olan küçük papağanının adı Nakış. Bizim misafirimiz olacak İnci ise bembeyaz. Doğrusu böyle tek renk bir muhabbeti ilk kez görüyorum. İlgisizliğime, bilgisizliğime verin. Karımla sabahleyin de konuştukları gibi telden yapılmış kuş kafesini, belli bir mesafeye özen göstererek eşiğe koydu. Beyaz muhabbeti, olmadığı kadar sessiz, sanki küskün kafeste bir köşeye büzüşmüş.
“Aynı mı?”
“Aynı. Ne inatçıymış. Hanımefendinin morali bozulmuş da dünyaya küsmüş. Sana biraz yük olacak. Bunca dert yanında bir de bu çıktı. Boş ver keyfi bilir. Hayat nasıl gidiyor? Neler yapıyorsunuz?”
“Vallahi evdeyiz işte. Bu kadar sıkılacağım aklıma gelmezdi.”
Spikerin virüs taşıdığı tespit edilen hastalardan yoğun bakımda olan ve iyileşip taburcu olanlarla ilgili haberinin ardından, canlı bağlantı kurulan bir halk sağlığı uzmanı, sıkı sıkıya evde kalmamıza, temizliğe dikkat etmemize dair uyarılarda bulunmaya başladı. Bu kaçıncı uyarı: Sabah salgın, akam salgın; yat virüs, kalk virüs! “Galiba durum tahmin edilenden de vahim” diye geçirirken bir yandan içeriden tozlanmış gibi hissettiğim boğazımdan kuru kuru, kesik kesik öksürmemle “ evhamlanmadım değil yalan yok. Kızım, kitap tozlarından alerjiye benzer bir durum olacağını söyleyince rahatladım biraz. Yoksa ne diye hasta olacaktım? Ben amcam mıyım, on beş gündür dışarıya burnumu bile çıkarmadım. Karımın haberlerin etkisinde kalıp evham ettiğimi söylemesi de haksız değil. İyi de azizim bunlar da işi öyle abarttılar ki, normal insan bile kendini hasta hissediyor. Ekranlardan içimize bir kucak kuşku boşaltılıyor. İçimden bu meretin evhamı bile insanı böyle yapıyorsa kendisi ne yapmaz diye geçirince, virüs kapan amcam ve yengem adına endişem artmaya başladı. Haberi duyunca hepimiz ürpertici bir şaşkınlık yaşadık. Amcamın birden ateşi çıkmış, kesik kesik öksürmüş. Hastaneye kaldırmışlar. Kimlerle görüştü, kimlere yaklaştıysa, hepiniz gelin bakalım müşahede ve tecrit altına! Yatışının dördüncü gününde ancak telefonda görüşebildik. Sesi soluğu iyice gitmişti. Güçlükle soluduğunu, sanki ciğerinde cam kırıkları olduğunu, nefes alıp verince battığını söylemişti.
Televizyonun sesini kısıp, içimdeki kasveti dağıtmak, biraz da samimiyetin verdiği yarenlikle uzaktan bir zarf attım. Günlerin uyuşuk tembelliği ile kapıya doğru yekindim.
“Demek sıkılıyorsun. Asıl sıkılacak olan benim size ne oluyor? Bu kadar uzun süreli evde kalmaya, daha da kötüsü böyle gözaltında cezamı çekiyormuş gibi evde kalmaya hiç alışık değilim.”
Hanım güldü. “Eee tabi çalışan insana evde kalmak ağır gelir. Ya bütün gün, bütün ömür biz ne yapıyoruz Rahmi Bey?” diye sordu. Haklıya ne denir?
Karşı komşumuz Veysel beylerin kapısına umutsuz bir bakış gezdirdim. Sonra Ali İhsan Abi’ye. İkisi de dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı. “Ben evde bulunmaktan şikâyetçi değilim. Hatta memnunum bile. Yılların yorgunluğunu atıyorum vallahi. Eğer kendime iş çıkarmazsam ilk kez yapacak bir şeyim yok, ne güzel. Yine de oyalanacak bir şeyler buluyorum. Bak şimdiye kadar tehir ettiğim birçok şeyi yapmaya imkân buldum. Okuyorum meselâ. Namazlarımı aksatmamaya çalışıyorum İyi değil mi Seniha Hanım?”
Komşum “Vallahi doğru söylüyorsun. Bu günleri imkâna dönüştürmek gerekir” diyerek esaslı bir cevap verirken, ben, gerçekten havadaki karamsarlığı yumuşatmak dışında inandıklarımı mı söylemiştim, yoksa naif yarenliklerle kendimi mi avutuyordum tam emin değilim.
İnci, kapıları sıkı sıkıya kapalı komşularımız gibi suskundu. Seniha’nın dediğine göre böyle bir muhabbet görülmüş şey değil. Diğer kafes arkadaşı ile geçinememiş, kavgaya tutuşmuşlar. Beyaz İnci, tepki olarak bir köşeye tünüp hiç ötmez olmuş. Kafesleri, odaları ayırmışlar yine olmamış. Gösterdikleri veteriner bu durumu büyük bir psikolojik çöküntü ve tepki olarak yorumlayıp, kuşların aynı evde bile kalmayacak şekilde ayrı tutulması gerektiğini tavsiye etmiş. Karım tam burada “Demek onlara da karantina önermişler” diyor muzipçe. Bu durumda birbirlerinin cıvıltılarından bile rahatsız olurlarmış. Cahilliğime verin, böyle bir durumla ilk kez karşılaştım. Ne zaman yem ve su vereceğimizi, arada onunla konuşmamızın bizim için de iyi olacağını söyledi. Tam kendi kapılarına yönelmişti ki, unuttuğu önemli bir şeyi hatırlamış gibi duraksadı, döndü. Aniden parlayan neşeli bir tebessümle “Bahçeye baktın mı Hatice Abla?” diye sordu. Karım, hazırlıksız, boşlukta yakalanmış bir edayla, ama Seniha’nın neşesinde rahatlamış olarak “Bilmem. Bakmadım galiba. Ne oldu, hayırdır?” diye sordu. Seniha Hanım, bir sürprizi gizlemenin hoşluğunu seçerek, bakınca göreceğini söyleyip gitti. Kızım, kafesi odasındaki uzun sehpaya yerleştirmişti bile. Kuşun bize gelmesine en çok o sevindi. Hep bir hayvanımız olsun istiyor. Buyur bir süre idare et bakalım. Hatice bahçeye bakan pencereye yöneldi.
Hatice’nin çocuksu bir sevinçle “Ay ay ay Rahmi gel bak sana ne göstereceğim” davetiyle dışarıya bakmasaydım, bir aydan fazla zamandır eve kapandığımızdan, dışarıda cıvıl cıvıl coşkusuyla akıp giden baharın bile farkına varamazdık. İnsan hayalinde uzağı merak ediyor da yakınına bakmayı ihmal edebiliyor çoğu zaman. Çoğu zaman da çok yakınımızda olanları, çok yakınımızda oldukları için mi fark edemiyoruz bilmem. Yaklaşık beş yıl evvel, saksıda filizlenip fideye dönüşünce bahçeye göçürdüğümüz kayısı fidanı çiçek açmıştı. Geçen yıl da üç beş çiçek açan, tamı tamına üç adet de meyve veren bu fidanın, neredeyse boyuma yükselen bütün dalları, sabun köpüğü gibi açan çiçekleriyle coşmuştu. O da hayata dokunmanın, tutunmanın cezbesine katılıyordu.
“Görüyor musun ne güzel olmuş”
“Muhteşem” dedim, “ İnsan çekirdekten yetiştirince, başka duygulanıyor. Ne zaman açtı acaba? Dün de böyle miydi?”
“Bilmiyorum. Şimdi fark ettim.”
Yüzüne yayılan o memnun tebessüm. Nereden, nasıl fark edecek? Nasıl fark edeceğiz? Son zamanlarda öyle musibetlerle uğraşıyoruz ki herkes sadece evlerine değil odalarına çekildi. Evimize değil de içimize kapandık. Televizyonlardan, radyolardan, üzerinde ses cihazları olan resmi araçlardan, her vakit ezanı sonrasında minarelerden anons üzerine anons yapılıyor. “Kendinizin, aileniz, sevdikleriniz ve ülkenin sağlığı için evde kalın” Güzel de bir slogan bulundu “Hayat eve sığar”
Çin’de Wuhan Kentinde çıkan Korona virüsün ölümcül sonuçlarıyla solunum sistemini etkileyen salgın, görülmemiş hızla bütün dünyaya yayıldı. Virüse yakalanan beş milyon insanın üç yüz binden fazlası öldü. Salgın bundan sonra nasıl seyreder bilinmiyor. Türkiye salgını kontrol altında tutan en barılı ülkelerin başında gösteriliyor. Bakanlık ve bilim kurulunun önerisiyle, önce evde gönüllü izolasyon uygulandı. Bizim kahraman, korkusuz milletimiz dinler mi? Bakıldı ki olmuyor, çaresiz sokağa çıkma yasağı getirildi. Hadi şimdi çık bakalım. Okullar tatil, toplantılar, organizasyonlar ya iptal ya tehir edildi. Eğitim bilgisayar ortamında elektronik olarak yapılıyor. Bir anda hayatın ritmi, dünyanın düzeni değişti. Karşı komşum Veysel Bey’e bakılırsa esasen böyle bir düzene geçilmek için bu virüs laboratuar ortamında üretilip dünyanın başına bela edildi.
“Yani virüs gerçek bir tehlike değil mi? Bu kadar can kayıpları, hastalananlar yalan mı?” diye sordum.
“Hayır” dedi. “Ben yalan demiyorum. Korku da tehlike de gerçek. Ancak bu fırsat veya kurguyla amaçladıkları da gerçek.”
Kafam karıştı. Oldubitti böyle alengirli bağlantıları anlayamıyorum. “İyi de kim ya da kimler ne amaçlamış olabilirler bu şeytanlıktan? Bunun için bu kadar katliama ne gerek var, yazık değil mi?”
“Rahmi Bey, sen iyi niyetinden, insan yanın ile böyle düşünüyorsun veya başka düşünemiyorsun. Dünya tarihini, zaman ve mekân olarak yakınımızda olanları şöyle bir göz önüne getir.”
Bu Veysel Bey ilginç, derin adam doğrusu. Avrupa Birliği Bakanlığından emekli oldu. Şimdi de bir toplum araştırmaları merkezinde çalışıyor. Pek aklım basmıyor ama onun söylediği her şeyi önemsiyorum.
Amcam evde otururken birden fenalaşmış. Kuru kuru öksürmüş, durduk yere ateşi yükselmiş. Zaten hastaydı. Geçen yıl kalpten ameliyatı olmuştu. Doktorlar birkaç ay evde kalmasını, dinlenmesini, stres yapmamasını söylediler. Mübarek adam 72 yaşına rağmen yine de yerinde duramıyor. Evde bunalıyor. Doğru atölyeye. Mobilya atölyesi. Atölyenin kokusunun, gürültüsünün bile kendisini rahatlattığını söylüyor. İyi ama amcacığım, büroda otursan bile ahşap, reçine, tutkal, vernik, boya kokusu; malzeme gelmedi, ödeme yapılmadı stresi insanı harap eder… Buna bünye mi dayanır? Onun da dayanamamış, nasıl olmuşsa virüsü kapmış! Ondan da hanımına oğluna bulaşmış mı? Al sana bunalma! Ayıkla pirincin taşını. Şimdi ikisi de yoğun bakımda, solunum cihazına bağlanmışlar. Kimseyi yanlarına bile yaklaştırmıyorlar. Yahu arkadaş kimi insanlara laf anlatamıyorsun. Veysel Bey’in dediği gibi veya değil, bir musibet geldi bizi buldu işte. Bu kadar bilgi bu kadar haber yalan mı? Ölüme karşı, salgına karşı kabadayılık olur mu? Gel de anlat. Adam dinlemiyor. Dinlemesi bir şey değil, başkalarını da tehlikeye atıyor. Aileden herkes kara kara düşünüyor şimdi. Acaba bize de bulaşmış olabilir mi? Bilmem! Bu zıkkımın da nasıl bulaştığı tam manasıyla çözülemedi. Maskelerin koruyup koruyamayacağını da bilemiyoruz. Hem bulaşmışsa maske ne yapsın?
Beyaz İnci, dünyasına küstüğü köşesinden hareketlenerek bir sinyal işaret verdi. Cik cik. Cik cik cik!
“Ah benim cici kızım da ne güzel ötermiş” diye muhabbet etmeye başladı kızım. Kafesin telleri arasından uzattığı parmağı ile gagasını, gerdanını okşadı. Seninki hiç oralı olmuyor. “Benim kar çiçeğim de ne kadar nazlı imiş”
Pencere kenarında çiçeklenmiş kayısıya bakıyorum. Televizyon davul çalmaya devam ediyor. O sırada bahçenin diğer köşesinden dalını bu tarafa doğru uzatmış Japon eriğinin de pembe coşkun bir havalanmayla bahar şölenine katıldığını temaşa ediyorum. Çiçekleri kendine özel rengi ve kokusuyla leylak, kusursuz ihtişamı ayrı bir canlılıkla tamamlıyor.
“Hatice” diyorum “Ne olursa olsun ben bugün yarın bahçede kahvaltı yapalım diyorum.” Yönetimin yasakladığını söylüyor. Yahu bu kadar korkmaya ne gerek var, virüsten ziyade yayılan korkusu daha tehlikeli diyen Veysel Bey’e hak vermek istiyorum. Ama birdenbire amcam aklıma gelince vaz geçiyorum.
“Amcandan haber var mı? Son durum nedir?”
“Yoğun bakımdalar. Aileden, iş yerinden irtibat kurduğu herkesi tıbbî takibe almış test yapmışlar.”
“Biz de bir görünsek mi?”
Hastaneler çok yoğunmuş. Olur olmaz hastalıklar için servislerin meşgul edilmemesi, bir şikâyet varsa Sağlık Bakanlığının 184 numaralı hattının aranmasının söylüyorlar.
Odaları havalandırmak için pencereleri açtık. Pırıl pırıl havanın mis kokuları yayıldı içeriye. Pencerenin sövesine dirseklerimi dayayıp azdan dışarı sarkarak, içine girecekmişim gibi yeşeren toprağı, bütün dallarıyla ağaçları, uzak dağları, dağların arkasından yükselmeye başlayan bulut harmanını, serin rüzgârlarla taptaze göğü, ufukları seyrediyorum. Fonun taze yeşil ve duru mavi tonları kuş cıvıltılarıyla canlanıyor. Saksağanlar, kumrular, güvercinler, bıldırcın, serçe kuşları her biri ayrı makamdan senfoniye katılıyor. Çam, ıhlamur, iğde, söğüt, akasya, leylak dalları, yapraklar, çiçekler arasından büyülü bir uçuşma, oynaşma. Ev içimize oradan ruhumuza kadar yayılan kuş cıvıltısıyla bestelenmiş canlı müziğe İnci de ilgisiz kalmıyor. Bu da ne? İnci inadından vazgeçti, artık küskün değil! Önce şaşırıyor. Şaşkınlığını sevinçle parlayarak açılan gözleri, yerinde duramayan kıpırdayışları, kanatlarını oynatışı ile hemen belli ediyor. Cıvıltısı şakımaya dönüşüyor.
Dışarıdan, meçhulden, öteden gelen çağrıya, seslenişe cevap veriyor. Cik ciklerinin ritmi, rengi tonu değişiyor hemen. Ses dışarıdan mı içeriden mi, uzaktan mı yakından mı bilmiyor. Bilmiyor ama içinde o kuş kalbinde yankısını buluyor. Bu ses kendi sesi. Kendi kalbi. Öteden, meçhulden ama bu kadar da gerçek. Sanki unutulmuş bir geçmişin, hayal olan bir yaşanmışlığın hatırası canlanır gibi oluyor. Belki de içindeki kamaşma böyle bulanık bir yansımaya dönüşüyor. Heyecanı artıyor. Kafesin bir bu yanındaki bir diğer yanındaki tellere sıçrıyor, salıncağında salınıyor, yem kutusuna konmuş elma, havuç dilimini gagalıyor. Ötede bir şey var. İçinde varlığını, anlamını bilemediği bu hayata ilişkin bir kıpırtı kanatlanıyor. Dışarıda sırrını, sınırını bilmediği, bilemeyeceği bir hayat var. Var mı, yok mu, dışarı nedir, içeri neresidir onu da bilmiyor. Sanki kendi sesine, müziğine de dışarıdan cevap alıyor. İçi ferahlıyor, genişliyor. Canlanıyor. Cik cik cik. Uzak geniş yanlarını, bağları, bağlantılarını fark edecek gibi oluyor. Duyuyor ama ne duyduğunu tam bilemiyor. Bütün gerçekliği varlığını içine alan muğlâk bir salınımda eriyor. İçinde büyüyen bilinmezliğe doğru kanatlanıyor. Canhıraş bir coşkuyla kendini başka bir tele atıyor. Telleri, aksesuar olarak konmuş ahşabı gagalıyor. Cıvıltısı bütün odayı dolduruyor.
Kendimce mesajı almıştım. “Kızım” dedim, kafesi salona çiçeklerin arasına koyun.” İnci’nin salonda bayağı da boylanmış olan Benjamin, Marginata, Paşakılıcı, Dua Çiçeği, Begonya yaprakları arasında kendini daha mutlu hissedeceğini düşündüm. Öyle de oldu. Hareket ve şakımasına daha sakin, huzurlu bir coşku geldi.
Üçüncü gün Seniha Hanım temizliğini yapmak üzere kafesi almaya geldi.
“Nasıl oldu, huzursuzluk çıkardı mı?”
“Yoo çok iyiyiz. Canlandı. Bize alıştı. Ötüşü bile değişti.”
“Nakış nasıl oldu?”
“Sorma Hatice Abla. Nakış kötüleşti. Hiç sesi soluğu çıkmıyor. Kaç gündür hareket etmiyor, yem yemedi, tüyleri kabardı. Veterinere sordum. Vitamin verdim almadı. Aspirini sulandırıp içirmeye çalıştım, olmadı.”
Kaşla göz arası önce Sevgi Hanım ardından kocası Ali İhsan Abi, Veysel Bey de kapıda belirdiler. Millet içeride patlamış anlaşılan. Dışarıdan gelen bir sesi merak ederek kapımızı açıyoruz. Ooo meğer bütün dostlar dışarıya ilgiliymiş. İyi oldu. Kat koridorunda sohbet başladı.
Önce hanım soruyor,
“Nasıl gidiyor İhsan Abi?”
“Bacım vallahi patlayacağım.”
“Niye patlayacaksın Abi, ne güzel evde çocuklarımızla birlikteyiz işte. Ben iyiyim. Bir ömür dur durak bilmeden çalışmanın yorgunluğunu çıkarıyorum” diye söze karışıyorum.
“Yahu Rahmi Bey senle Veysel için belki öyledir. Siz evde eğlenecek, oyalanacak bir şeyler buluyorsunuz ama benim için öyle değil. Kahveye gidiyordum kapalı. Camii kapalı, dernek kapalı. Dışarı çıkmak yasak. Yasak olmasa bile doğrusu dışarı çıkmaya da korkmuyor değilim. Malum risk grubundayız. Allah korusun bir virüs mirüs kaparız. Neme gerek. Bunalıyorum ama hiç değilse yaşıyorum, hayattayım.”
“Evde Kal, Hayatta kal”
Mesaj, herkeste ince tebessümler uyandırıp gidiyor.
“Kitapları okuyor musun Ali İhsan?”
“Siz bu kitapları nasıl okuyorsunuz vallahi helal olsun. İki sayfa okumadan bir uyku bastırıyor ki sorma.”
“Ne kitabı? diye soruyorum.
Veysel Bey Ali İhsan’a, bu sıralar okumak için büyük bir imkân diyerek kitap verdiğini söylüyor. Hüseyin Karatay’ın ‘Sürgün Öğretmen’i ile Peyami Safa’nın ‘Fatih Harbiye’si. Peyami Safa’yı biliyorum ama diğerini çıkaramadım.
“Artık sana sormaya gerek yok Veysel Bey. Sen zaten hep böyle bir imkânı kollardın. Mümkün olsaydı normal zamanlarda inzivayı yaşama biçimine dönüştürürdün, biliyorum.”
Baş hareketiyle onaylıyor.
“Kapı komşumuzla bile görüşemez olduk. Bu bize bir ceza mıdır nedir?”
“Ceza tabi ne ya” diye karşılık verdi Ali İhsan. “Bu kadar nimete karşı şükretmeyi bilmedik”
“Dostluğun, muhabbetin, kucaklaşmanın, yakınlığın, yardımlaşmanın değerini daha çok bilmek lazım” dedi Veysel Bey. Veysel Bey filozof gibi konuşuyor. Bu adamın yeri başka.
“Bu gözaltı, bu karantina ne zaman biter ?”
İsmail’de katılıyor. Meclis tamamlandı. En belirgin huyu sessizlik olan İsmail de meraklı bakışlarla cevabı bir müjde gibi bekliyor.
“Önümüzdeki ay biter mi Abi?”
“Bana sorarsanız daha yeni başladı” diyor Veysel. Desene daha çekecek çilemiz var. Veysel Bey dediğine göre bir bildiği vardır. Bir yeni dalganın olabileceğini bile söylüyor, Allah korusun.
“İyi ama Virüsle mücadelede Türkiye başarılı diyorlar Veysel Bey”
“Artık bu dünyada tek başına bir başarı veya başarısızlık yok. Biz sadece önleyici tedbirlerle salgının artış hız ve oranını kontrol altında tutuyoruz. Olay büyük. Oyun büyük. Bundan böyle başka bir dünya tasarlanıyor”
“Sen de mi öyle düşünüyorsun Veysel Abi? Ne olacak Abi göğün yeri, suyun rengi mi değişecek?”
“Olaya öyle bakma. Daha dijital, daha gözetlenen, denetlenen bir dünya kurmak istiyorlar.”
“Bu gâvurdan her şey beklenir” diyor Ali İhsan.
Az önce yeğenleri ile konuşan Hatice, hepimize bir ümit bir müjde verir gibi “Yarın amcam taburcu ediliyormuş” diye duyuruyor. Amcam tehlikeyi atlatmış. Tedavisine evde devam edilecekmiş.
Dışarıdan kuş cıvıltılarını da nefesine katıp gelen serin, ılık hava, rüzgârına İnci’nin neşesini de katarak katın ortak alanına üflüyor. Tam bu sıra, İsmail’lerde sanki içli bir hıçkırık, buraya kadar yayılıyor. Nakış’ın öldüğü haberi hepimizi üzüyor. Çocuklar bir aile ferdini kaybetmişler gibi sessiz sessiz ağlıyorlar. Her ölüm sarsar, ürpertir insanı. İsmail’in küçük kızı “Baba Nakış salgından mı öldü?” diye soruyor. İsmail cevap veremiyor. Onun da içi kabarıyor, gözleri buğulanıyor. Bu durumlarda ne denir bilemiyoruz. Geçmiş olsun diyerek yine evlerimize, odalarımıza çekiliyoruz.
Pencere kenarında bahçeye bakarken değişik duyguların yoğunluğunu aynı anda yaşıyoruz. Hava kapatıyor. Kayısı dalları, çiçeklerini dökmüş. İçimden inşallah havalar soğumaz, tomurcukları don vurmaz diye geçiriyorum.
Televizyondan dışarı çıkmama uyarıları, havanın kapalı fonu altına kasveti daha da artırıyor. Son vaka sayıları, ölüm ve iyileşme sayıları veriliyor. Hatice Hanım amcasının tehlikeyi atlattığına, eve gönderileceğine seviniyor. Çocuklar Nakış’ın ölümüne üzülüyor. Beyaz İnci yeni bir umut gibi şakıyor.
İkindiye doğru hava iyice kapattı. Her yere, her şeye kurşuni bir ton karıştırıldı. Usuldan bir yağmur başladı. Yağmur acelesiz ince ince adeta dokuma tezgâhının çözgü ipleri gibi iniyordu. Serinlik, açık bir şekilde gökten inen huzurla birlikte yayılıyordu. Bereket, ağaçları, çimenleri, bütün börtü böceği ile yeryüzünü, sakin bir coşku, derin huşusuyla sarıyor, kucaklıyordu. Yaprakların kıpırdayışında ayrı bir alemin memnuniyeti vardı. Değişik bir yağmurdu bu. Topraktan yükselip her yana yayılan koku, daha ossaat içimi rahatlattı. Hemen Hatice’yi ve kızımı çağırdım.
“Hanım bak yağmur başladı. Ne zamandır böyle bir yağmur yaşamadım. İyi izle, iyi dinle. Bir başkalık var. İpek gibi iniyor. Adeta her şeyi okşuyor, varlığın her zerresine buseler konduruyor. İlahî bir nefes, ilahî bir koku yağıyor üstümüze. Mucize yağıyor.”
Şehir baştan ayağa yıkanıyor, arınıyor.
“Bereket ve şifa olur inşallah” diyor Hatice.
“Sanki iman, sanki ötelerden bir haber yağıyor üstümüze” diyor kızım.
Havayı içimize çekiyoruz. Oh ne güzel. Var mı taze, temiz bir nefes gibisi! Boğazımda mı genzimde mi olduğunu kestiremediğim tozdan kurtulduğumu hissediyorum.
O sırada amcam da aynı esenliği hissediyor. Bana telefonda “Nicedir ilk kez bu kadar rahat nefes alıyorum” dedi. Tekrar şifa dileklerimi bildirdim. “Yine de dikkatli ol. Kendini bırakma. Hayatı bırakma”