Fark edememek atıl zihinlerin yeteneksizliğidir.
Fark ederek hayatı anlamlı, ayrıcalıklı kılmak kalbinizi terletebilir.
Hakikati, fark etme becerisi ve istidadıyla düşünmek ne güzeldir. Varlığın, bilincin güzelliği!
Ne kadar fark ediyorsan kendini, o kadar dolu yaşıyorsun demektir.
Kendini ne kadar fark ediyorsan o kadar bilinçlisindir.
Fark ettiğin kadar seviyor, fark ettiğin ölçüde biliyor veya acı çekiyorsun.
Gaflet ağır bir fark edememe hastalığıdır.
Benliği körelten bu hastalık manik ataklarla ilerleyebilir.
Giderek yaşama biçimine dönüşebilir.
Fark etmek, kalbini hayata iliştirerek yaşamak demektir. Fark etmek zihnin hayata, şehre, nesnelere dokunması demektir. Aklımız, ruhumuz fark ederek değdiği yeri adeta onarır. Yeniden kurarız dünyayı, toplumu. Her gün her an, dünyanın yeniden düzenlendiğini anlarız. “Şarkıları fark etmekle yeniden bestelemiş, yeniden yorumlamış oluruz. Fark etmek sizi yenileyişe, yenilenişe götürür. Bir şey, fark ettiğiniz zaman gerçeğe, yaşantıya dönüşür. Fark edilmeyen sizin için yok hükmündedir.
Fark etmediğiniz, dokunamadığınız hayatın kalabalığı içinden ufalana ufalana geçip gidersiniz. Bir yere değmeden, sürtünmeden. İncinmez hiçbir yeriniz, kanamaz. Yaşamın sivri uçları batmaz bir yanınıza. Kalbiniz terlemez, sancıya sancıya büyümez. Büyüyüp büyüyüp ona dar gelen göğüs kafesini parçalayıp uçmaz. Nerdesiniz? Neredesiniz? Ne son, ne sonsuzluk vardır sizin için. Son haberlerin, son durağın, sonbaharın, son çağrının neresindesiniz? Hangi sükûnette, hangi telaşta, hangi aceledesiniz?
Kendinizi fark etmeksizin dünyayı fark edemezsiniz. Aslında dışınızı fark etmek, oraya kadar uzayıp değen, değişen, değiştiren içinizi fark etmektir. Fark edişin yönü ister içimizden dışımıza, ister dışımızdan içimize olsun karar kıldığı yerde bilinci ve benliği inşa eder.
Kim fark eder?
Yaşamı bireysel ayrıcalıkla özelleştiren. Farkındalık, insanın ‘kendi’ bilincini çoğaltır. Kendinde olan, kendisi olan kişi, varlığının ilk önemli hazzına, benliğini fark ederek varır. Varlığa bireysel özelliklerle bağlanış, benliğin sınırsız anlamını coşkuyla hissetmektir. Yani kendi gözüyle bakan, aklıyla gören, kendi ayaklarıyla yürüyen kişi fark eder. Fark etmek için sınırları geçmek, sıra dışı bakmak gerekebilir. Kendimizi veya dışımızı fark etmek için sürüden ayrılmak gereklidir. O yapı içinde kendi duyarlığımızı, kendi bilincimizi edinmek imkânsız ölçüde zordur. Çünkü kendi başımıza var olamıyoruz. Ben! Ben kimim? Kendi başına bir ben olabilir mi? Kimileri için ürküntü daha bu soruya cevap ararken başlıyor. Ben ancak “biz” içinde bir anlam ifade ederim. Öyleyse biz’e katılmalıyım, ‘biz’den ayrılmamalıyım. “Biz” düşüncesi bireysel varlıkları zayıf kişilere bir güvenlik alanı açıyor olabilir. Güvenli fakat özgürlükten yoksun! Doğaldır ki kendi başına var olamayan insanın fark etme yeteneği zayıflar. Hatta özgür birey olmaya cesaret edememek gibi tuhaf, varoluşsal bir refleks bile gelişebilir. Fark etmek tek başına var olmayı göze almakla kazanılan bir meziyettir; özel bir çaba gerektirir. O nedenle, genellemeler ortamı içinde fark etmek de fark edilmek de güçtür. O yapılar içinde fark edilecek özelliklerden yoksun kaldığınız gibi, fark etmek için gereken bakışınız, duruşunuz da sınırlandırılmıştır. Sınırların dışına çıkmak, sınırların ötesini düşünmek sizi o genel yapının dışına iter. Zayıf benlikler, çoğu zaman kenara itilmeyi göze alamayacak kadar, yalnızlıktan çekinir. Var olmak için genel kanaate, genel arzuya, genel iradeye, “uygun adım marş” düzeninde katılmanın zorunluluğu telkin edilir. O yapı içinde ancak özel varlığınızı yok ettiğiniz ölçüde var olursunuz.
Mutlak varlığı nefsimizde müşahede etmek; en derinimizdeki yetkinleştirici nüve ile sağlanan fark edişledir. İnsan varoluşunun nüvesi. Bize canlılık veren, anlam kazandıran ruh. Bizi biricik, bizi ayrıcalıklı kılan cevher. O cevherin yoğunluğu kendimizi bilme yeteneği verir. Usanmayan, uslanmayan bir yetenek! İnsanda kendini kendinde fark etme bilinci vardır. Bu bilince sadece insan sahiptir. Kendi içinden çıkan, kendinde çoğalan, yine kendine boşalan, kendini boşalan bilinç. Bu derin iç devinimler, bilinci her defasında büyütür, yüceltir. Kendini kendinde hissetme coşkusu bir öz saygıyı gerektirir. İnsanın kendine olan saygısı bütün bir evrene, bütün bir varlığa olan saygıyı zorunlu kılar. Böylece her bir saygının içsel bağlamı, temeli oluşur. İçimizdeki yönelimlerle dışımızdakileri fark eder, sever, saygı duyarız. Yine dışımızdan yansımalar içimizdeki o cevheri parıldatarak bütün varlığımızı titretir. Cezbe haliyle bir titreyiştir bu. Kendimizden hareketle bütün varlığı, bütün varlıktan hareketle kendimizi fark ederiz. İşte o nedenle kendini bilmeyenin bilebileceği hiçbir şey yoktur. Bildiklerimiz kendimizi onarmıyor, doğrultmuyorsa kıymeti yoktur. Ölü benlik, varlığı ve canlılığı fark edemez. İçinde karanlıklar büyüyen dışarıdaki aydınlığı fark edemez. Onun için kendini bilmeyen Rabbini bilmez, bilemez. Aslında insanın Rabbini bilemeyişinin ontolojik açıklaması insanın kendini bilememesidir.
Ontik cevherimiz tüm içsel, dışsal boyutlarıyla fark etmeye yönelir. O cevher varlığın benliğimizde gizli nüvesi olarak diğer varlığa, mutlak varlığa doğru seyir ve salınım içindedir. Cevher azalmış, cevvaliyetini yitirmişse hakikatin künhüne vakıf olamazsınız. Fark edişle yaşanacak coşkunluğun ruhta istenen uyarıyı ve uyanışı yapmaması, benliğin duyarsızlaşması sebebi iledir. Siz herkesin olduğu yerde herkes gibi bulunursanız fark edemezsiniz. Fark etmeniz için duruş yerinizi, bakış açınızı, değerlendirme biçiminizi değiştirmeniz, sıra dışına, çizgi dışına çıkmanız gerekir. Başkasının gözüyle, başkasının istediği yere bakan kişi kendine ait, kendine dair bir şey gördüğünü iddia etmesin. Bu saygı duyulacak bir aldanma bile değil, basit bir aldatmadan başkası değildir. Fark etmek kendisi olan, kendisinde olan adam işidir. O insanlar her gittikleri yere kendilerini götürürler. Kendi varlıklarının yükünü taşırlar her zaman. Çektikleri kendi çileleri, duydukları kendi coşkularıdır. Her an kendileri, her yerde kendileri. Canları yük gibidir bedenlerine. Kendilerini taşımaktan yorgundurlar. Ama bu yükten kurtularak hafiflemeyi de düşünmezler hiçbir zaman. Çünkü onlar, benliklerinin ve bilinçlerinin tam orta yerinde; öz sorumluluğu özgürlüğe denklemiş bir kişiliğin sahipleridir. Oysa öbür tarafta fark etmeyişler üzerine kurulu, fark etmeyişin kuru yatağında akıp giden bir yaşam var. Huzurlu olmayı fark etmeyişe borçlu bir akış. Hatta bu akışa ancak fark etmeyişlerle kapılırsınız. Gündelik hayat, göz önünde akıp giden fark etmeyiş ırmağıdır. O ırmağa fark etmeyi dert etmemekle girilir ancak. Fark ediş ve onunla gelen fark ettiriş, akışı fena bozmaktadır. Kurgular, planlar, tasarılar bozulmaktadır. Üstün idealler, kurtuluş reçeteleri, karizmalar, yüceltmeler bozulmaktadır.
Hep fark edişlerle yaşadım. Belki aynı şeylere baktım her gün. Her defasında farklı şeyler gördüm onlarda. Gördüğüm farklılıklar değişik düşünceler uyandırdı kafamda. Dönüp, değişik düşüncelerle farklı bakmayı öğrendim. Bunun gibi, belki her gün aynı insanlarla birlikteyim. Ama her defasında farklı yanlarını görüyorum onların. Gördüğümü fark etmezler bile. Köşemde bir Dostoyevski ilgisiyle onların ruhlarını dikizlerim. O aynı dostların her gün gözlerinde bulduğum farklı renkler, bakışlarındaki perdeler, parıltılar, aslında her gün yeni gördüklerim sayesindedir. Her gün yeni. Her gün yeni bir imkân, yeni ufuklar, yeni mevsimler. Yeni bir yaratma, yeniden yaratılma, Sürekli yaratılış!..
Hayatın sırrı, tılsımı, bilmecesi her gün değişiyor. İyi ki de değişiyor. Biz de bıkmadan usanmadan o değişken zenginliğin büyüsüne katılıp gidiyoruz. Her gün farklılaşan varlığımla, her gün farklılaşan bir hayata dahil olmanın; zor, yorucu, ama tadına varıldığında vazgeçilmez olduğunu anladım. Anladığım fark edilmedi. Edilmesin. Görülmeden görmenin avantajı sizin olsun. Öyle bir noktaya geliyorsunuz ki; sahipleneceğiniz, ısrarla arkasında duracağınız bir benliğiniz, daha doğrusu ‘benim’ diyeceğiniz bir varlığınız bile olmuyor. Sahiplendiğiniz değerler, dalgaları çekilen bir denizin köpüğü gibi, dağılıp gidebilir. Gidebileceğini fark edemeyişleri, gelişini de fark edemediklerindendi. ‘Benim’ diyebileceğiniz kanaatiniz, mevcut koşulların geçerlilik kazandırdığı uygun yanlışlar gibi oluyor. Bütün bunlar, hiçbir şeyde sabit kalmayan oyunbozan vasfınızla, hele bu vasfınızı iş olsun kabilinden sürdürmenizle asla alakalı değildir. Hayat içinde bir akıştan, dahası hayatın akışından söz etmek, bizi, doğallıkla pratik yaşanmışlıkların işleyişi içinde düşünmeye götürüyor. Daha doğrusu, sahip olduğumuz hakikatlerin, sahip olduğumuz doğrular üzerinde görmezden gelinemeyecek ağırlıkta etkilerinden söz ediyoruz. Mücerret karşılıklar yönüyle anlam; biraz da, zihni değerlendirmeler prizmasından hakikat üzerine yansımalarla oluşur. Zihin kendisine bu bağlamda bir ‘an’ oluşturur. Bu doğrudur ama zihinsel değerlendirmelerin yaşanan an’larla oluştuğu da doğrudur. Hayatı çoğu zaman bu anlarla ve bu anlamlarla yaşarız. Akış dediğimiz biraz da bu anların ve anlamların süreklilik gösteren toplamıdır. Burada, zekânın anlık sıçramalarla aktüelleştirdiği anlama, bir bakıma yaşanan günlerin anlamına karşılık, aklın oluşturduğu anlamı, birbirinden özenle ayırmamız gerekir. Kaldı ki ne kadar özen gösterirsek gösterelim yine de sabit ve değişken alanlar ve anlamlar arasında birbirine geçişler ve karışmalar her zaman olmuştur, olmaktadır. Bu, sizin, statik olmayan koşullar nasıl değişirse değişsin, onları itibara almayan ‘doğru’ telakkilerinizi yerinden kımıldatmaya yetecek sonuçlar değil.
Değişimlerden olabildiğince az etkilenen, muhkem anıtsal yapılar gibi örülü doğruların olduğunu biliyoruz. Bu önceden belirlenmiş doğruların, size, önceden belirlenmiş yanlışların yıkıcılığına karşı, güvenli korugan olmasından başka işlevi yoktur. Oraya girildiğinde daha doğrusu hiç çıkılmayan o yapı içinde, dünya yansa, yıkılsa umurlarında olmaz. Nuh’un Gemisi gibi kendilerini o yapıya atarlar ve kurtulanlardan olurlar. Şimdi istendiği kadar akış olsun, sular yükselsin veya çekilsin; nasıl olsa selamet içindeler. Kimse helak olmayı istemez. Ancak çoğu helâkler de insanları gülerken, eğlenirken, kendilerini güvende hissederken yakalamıştır. Bir son ses, dokunduğu her şeyi tuz buz etmiştir. Bir rüzgâr, o albenili o görkemli şehirleri toz yığınıymış gibi savurup süpürmüştür. Bir yağmur, ne kibir, ne ihtişam, ne iktidar ne zenginlik ne emniyet bırakmış hepsini yok etmiştir. Rahatlık beni alttan alta hep tedirgin etmiştir. Çünkü o acı sonuçlara yol açan sebepleri de içeren bir yaşantımız vardır. Fark etmeyiş üzerine kurulu gaflet! Gaflet, hakikat ve gerçekler üzerine benliğin büyük yanılgısıdır. Gafletin olduğu yerde, değerlerden önce değerlendirme melekesi düzgün işlemez. Gerçekten korkunç bir yer değiştirme, normal olmayanı aklileştirmiştir. Hakikatle batıl, iyi ile kötü, gerçekle yalan yer değiştirmiştir. Gaflet, kendinden habersiz benliğin varlığa ve anlama bilgiç körlüğü olarak da var olabilir. Hem bakar, hem görmez. Duyar, işitmez. Bilincin görmezlik, duymazlık üzerinde inşa edilmesi sizi şaşırtmasın. Fark etmemek kutsanmamış olsaydı cehalet nasıl bilgeliğe dönüştürülecekti. Gaflet, her şeyi bildiklerini sanan cahiller marifetiyle, kurulduğu tahtında hayatın keyfini sürüyor. Kendini bile fark edememenin keyfi! Durmayın, keyfinizi çoğaltmak için uzaklaşın kendinizden. Gafil, hiçbir şeye yakın olamayacak ölçüde kendine uzak düşebilir. Bu ona zevk de verebilir. Fark edilmeyen çoğu zaman göz önündedir. Göz önünde olanları kanıksanarak yaşanıp durduklarından fark edilmezler. Bir yanda her noktasına dokunduğumuz, her çizgisini yoklayıp tuttuğumuz nesnel gerçeklik dünyası, diğer yanda inandığım bir görmediğim vardır. Dışarıda sakin duru bir deniz, içimde selameti arzulayan girintili çıkıntılı dalgalı sahiller. Ah bir de o sahiller kesin selameti uzasa. Yine de bütün bunlar yan çizmemi gerektirmiyor hakikatten. Hatta böyle yaşanırsa, hakikatin, zevkine somutlaştırarak varacağımız bir hazzı da var. Yöneldiğin hakikatin kendi varlığında vücut bulan mahiyetinde, özün yoğunlaşıp zenginleşmesi ile duyulan zevkin hatırına, çatlayan kabuklarının acısına dayanmak vardır. Her gün farklılaşmak, her gün yenilenmek, her gün bakışının, baktığının değişmesi kolay olmayan bir zevktir. Yüce ruhlar; kolay, ucuz zevklerin peşinde olmamışlardır zaten. Hep kalkmak için oturursun. Yorulmak için dinlenirsin. Kelimelerin susmayı över. Sanki seni yersiz, yurtsuz bırakan bir savruluş içindesindir. Ne bileyim sanki gurbet vatanın olmuştur. Ey geçici vatanların, kalıcı gurbetlerin garibi! Sen yine de kolay basit zevklerin aldatıcı sükûnetine kapılma. Var olmak özü sürekli yenilemeyle, özün yenilenmesiyle mümkündür. Varlığı kısıtlamayı amaç edinmiş her çaba, doğallıkla yenilenmenin önünü kapamaya yönelir. Varlığını yenileme gereği duyanlar, değişen durumlar karşısında hakikati yeniden algılama ve yorumlama gereği duyanlardır. Bu onların ayak basacakları hiçbir sabitelerinin olmadığı anlamına gelmez. Senin sabiten göçükler toprağında değil gökyüzündedir. Kutup yıldızıdır. Dönenleri, değişenleri ona istinaden fark edeceksin.
Değişimi kavrayanlar ve onu ölçme, değerlendirme hakkı elde edenler aslında değişmez değerleri olanlardır. Hakikat değişmez değerdir. Doğrular, hakikatin değişen durumlara göre farklı algılanışları ile ortaya çıkıyor gibidir. Hakikat, değişken karakteri ile doğruları anlamada, anlama dönüştürmede temel kalkış ve referans noktamızı oluştururlar. Diğer yandan doğrularla hakikati sürekli güncellemiş oluyor gibiyizdir. Statik yapı bu kadar açılımdan bile evhamlı ürküntüler duyabilir. Her bir değişimin onların varlığını yok edeceği korkusu, aslında içlerine düştükleri ve içlerine düşen boş evhamların güven sarsıcı değersizlikleri sebebiyledir. O sebeple kapılarını, pencerelerini başka ve farklı olana sıkı sıkıya kapatmışlardır. Orada doğru, “değişmez hakikat ölçüsünde doğmaya” ve tüm duyarlıkları köreltici taassuba dönüşür. Bu tutumu en uç örneği ile sözde akılcı, modernist adamlarda görürsünüz. Kapalı, tahammülsüz, anlaşılması imkânsız ölçüde zor dünyalarında ve geleceklerinde kurtulmuş insanlardır. Kesin, tartışmasız doğrudurlar ve mutludurlar. Bunlar ideolojik Mesihlerdir. Beri yanda bütün bir varlıklarını ve bütün ömürlerini tâ yolun ve akışın başında edindikleri kabullerle sürdüren mutlu kişiler vardır. Bunlar da dışarının yağmurundan, şimşeğinden, kendilerini, içlerinde huzur buldukları emniyetli anıtsal yapılara atmışlardır. Anıtsal deyişimin sebebi, bu yapıların onların gözünde manevi ve ruhani yüksek bir değer de taşıyor olmalarındandır. Bunlar da, varsa eğer kayda değer bir maneviyatları, onu ideolojikleştirmişlerdir. O yapıya ait inanç ve tutumların kritik edilemeyişi biraz da bu değerleri sebebi yüzündendir. Oradakilerin eksistans anlamda ‘var oluşları’ ait oldukları yapı ile öyle bağımlı bir özdeşlik oluşturmuştur ki, en ufak bir eleştiriye bile tahammül edilmez. Özgür düşüncenin, kabuller ve koşullanmalarla korunmaya alınmış rahat dünyalarının huzurunu kaçırmasına izin verilmez. Bu huzuru (rahata düşkün bir yanımla) arzulamadım desem yalan olur. Kim istemez ömürde bir defa bir hakikat edinmeyi ve tüm olup bitenleri o mihenge vurarak değerlendirmeyi? Kim istemez her şeye uygulanabilecek bir cümlesinin, bir doğru formülünün olmasını? Kim istemez bir defa yuttuğu hapla zihninin, ruhunun ütülü bir mendil gibi pürüzsüz, ıstırapsız, neşe dolu olmasını? Söyleyin kim ister her gün yüzmeyi yeni öğreniyormuş gibi o akışa girmeyi ve her gün çırpınıp bocalamayı?
Her gün dünyaya yeniden savruluyorum. Sanki her gün kelimeleri, sesleri, renkleri yeniden öğreniyorum. Her gün dünyayı, kendimi yeniden keşfediyorum. Varlığı, henüz aydınlığa kavuşan yeni yanları ile fark etmenin heyecanını tadıyorum. Kendimi, yeni yanlarımla fark etmenin taze, aydınlık heyecanı ile varlığa katı(lı)yorum. Her gün bana yeni heyecanlar veriyor. Doğal olarak her gün hayata karşı yeni sorular oluşuyor zihnimde. Hayata yeni sorular sorduğumda, bu, her gün yeniden inandığım Allah’a sorulmuş bir soru olduğunu biliyorum. Bu bile irkiltiyor kimilerini. “Allah’a soru sorulur mu?” der gibi olduklarını hissediyorum. Kul ile Allah arasındaki iletişim hususunda, Allah’ı sınamakla O’na soru sormayı karıştırmamalıdır. Ben Allah’ı hiç sınamadım. Onun takdir ettiğini, taktir ettiği kadar kabullenmeyi inancımın gereği bildim. Ben ona teslim olmuşum. Ve sınamak konumunda olan Rabbimizdir. İnancımız biraz da sınanmak konumunda olduğumuzu bilmekle anlam kazanıyor olmalıdır. O bizleri biraz açlıkla, biraz korkuyla, maldan ve candan eksiltmelerle sınamıyor mu? Seçenekleri çeşitlendirebilirsiniz. Bir imkân olarak erdirildiğimiz her yeni gün, doğan güneş, yağmur gezdiren bulut, birer sınav ve sınama değil midir? Duyduğumuz bir söz, bize yönelen bir bakış, tanık olduklarımız, hissettiklerimiz, kalp atışlarımız bir sınama değil mi? Ben teslim oluyorum. Teslim olarak sınanmaya hazırlıklı olmak, bir akışa katılmayı da kabullenmek demektir. Sınanmak, bu akış içine girmekle mümkündür. Bir yönüyle akışı hayatın sürekliliği olarak algılarsak, bilmemiz gereken ilk şey, hayatın sahibinin Allah olduğu hakikatidir. O El Hayy’dır, hayat sahibidir. Bütün hayat onun külli iradesinden neşet ve tecelli eder. Hayata soru sormak, bir bakıma onun sahibine soru sormaktır. Hayatın sahibi, sünnetullah genel çerçevesi içinde değişenlerin, değişiyor gibi gözükenlerin muğlâklaştırdığı aciz zihnimizin değişmez işaretlerini de vermiştir. Hayata sorulan sorular gerçek cevaplarını Rabbimizin beyanlarında aramak bulmak durumundadır. Bu soru-cevap hattındaki yoğunlaşmalarımızla; hayata ve hayatın akışına katılanlara, hayat ve hayatın akışı da çok şey katacaktır. Bu nüansla akışa katılanlar hayat bulacaktır. Hayata katılmanın gerektirdiği varoluş ciddiyetinden uzak bir yaşamı seçenler, akışa kapılanlardır. Akışa katmadan katılacaklarını sananlar, kendilerini kaptırdıkları akış içinde anlamsal varlıklarını eriyor bulacaklardır.
Yabancılaştıkları benlikleri ile fark edemedikleri bir hayatın rüya aralıklarında, gölge gibi kayıp gidiyorlar. Hiçlik, bunlar sayesinde kazandığı itibarla çarşı pazar salınıp durmaktadır.