İnsan hep gitmek ister. Başka yerlere gidemeyenler kendi içine gider. İçine şeytan kaçmış insanın kendinden, başkalarından ve her şeyden kaçmasıdır asıl hikâyemiz… Yüreğin damarları kıyama kalktığında ten küçük, arzu büyük deyip yola dökülmek… İşte bu ileri gidilmez geri de dönülmez bir yer…
Herkes için ve hiç kimse için çıkılmış bir yolculuktur bu. Yol üzerinde içimizde agoralar ve arenalar kurmuşuz. Birilerini birileriyle dövüştürüp birilerini aslanlara kurban vermişiz. Yollarda olur böyle şeyler deyip bir perdeyi kapatıp ötekini açmışız. Hep bu yolda başkasının penceresinden baktıkça kendi penceremizi de buhar kaplamış. Görmemişiz işte asıl görmemiz gerekeni, bakmamışız asıl kendi bastığımız yere…
Hep başkalarına şuraya git, buraya git, şu yoldan yürü, bu yoldan yürü derken kendimiz olduğumuz yerde durmuşuz. Başkalarının ayağında olan mafsal kireçlenmesi bizim kafamızda olmuş…
Eli kolu ve yüreği ile şehre bağlanan insanın kendi içinde yürümesi koşması ve hatta uçmasının hikâyesi bu. Bu hikâyenin kahramanı hem var, hem de yok. Hem hepimiz, hem hiçbirimiz… Bütün kavgası çırpınışı ve umuduyla insan bu… Bizim hikâyemizdi bu ve bizden de çok önce başladı. İnsanın içine şeytan kaçtı bir kere, çıkarmak için hep kendini yumruklayıp duruyor. Karanlık yerlerine kibrit çakıp arıyor kendi şeytanını… Çıkarmak söküp atmak için belki ama değil. İnsan işte eti kemiği ve ruhuyla alıştığı bir şeyden kendi isteğiyle bile isteye ayrılacak gibi değil.
İlk gençlik yıllarında insan kendi içinde bir bebektir, emekleye emekleye düşe kalka yol almaya çalışan. Yolda dikenlere çarpıp yüzünü gözünü yaraladıkça yolda yürümesini de öğreniyor. Sonra koşmayı, sonra uçmayı öğreniyor belki. Kendi içinizdeki bu yolculukta yol güzergâhınızı siz değil hep başkaları tayin eder. Başladığınız yere dönmeyi isteseniz de mümkün değildir. Çünkü siz artık başladığınız yerdeki o siz değilsiniz. Değişmiş dönüşmüş başka olmuşsunuz. Bir garip hal olmuş size. Aslında hiç olmadığınız bir şey olmuşsunuz.
Yol boyunca uğradığınız her yerde bir şeyler eklemişsiniz kendinize. Yakasına çeşit çeşit rozetler takan maskotlar gibi… Bazen birbiriyle tezat düşen rozetler de takar yakasına insan. Bazen kalbinizin kapısına kara mühür vurdurmuş, bazen kendi elinizle zabıtaya sormadan bu mührü söküp atmışsınız. Kalp dediğimiz o kâğıt hiçbir zaman bembeyaz duramamış, yaza sile hep bir iz kalmıştır üzerinde.
Yenilmiş orduların dağa çekilmesi gibi insan kendi iç dağına çekiliyor. Çok büyük stratejik hesaplar yapmak için de değil sadece kendini korumak için. İçimizin o güvenlik kalkanı bizi muhafaza edecek kadar güçlüdür. Biz içerden açmadıkça o kalenin kapısını kimse açamaz. Bu kale düşecekse yine içinden düşer. Büyük ve çetrefilli meselelerin altında bile tek cümlelik bir hakikat yatar. Burada da insanın tek macerası kendini korumak… Kimden mi yine kendinden… İnsan kendini kendinden korudukça ara korunaklara ihtiyacı olmuyor.
Bir vahşi hayvan insanın sadece etini yaralarken insan kendi ruhunu yine kendi yaralıyor. Etteki yarayı dikmek pansuman etmek kolayken, insan ruhunun yırtılan yerlerini dikmek o kadar kolay olmuyor… Aslında insan olarak içimizde yanan ateşin etrafına kendimizi topluyoruz. Kendi olmakta çıkan her parçamızı bu ateşe atıyoruz. Her bir parçamızı kurban verdikçe işte o dayanılmaz katlanılmaz boşluk başlıyor. Olmuyor işte olmuyor, diyoruz içimizde havlayan bu köpeği susturmak bir kapıya bağlamak lazım, diyoruz. Başıboş dolaştıkça bu köpek hep kendini yaralıyor. Hani Kangal köpekleri vardır Sivas’ın… Kendi doğal ortamından sökülüp alınınca kendini parçalayıp yaralayan insan ruhu gibi… İnsan ruhu da kendi doğal ortamından alınınca duvarlara çarpa çarpa kendini yaralıyor.
İçimizde dağılan yanlarımızı toplamak için kendimizle bir vahdete ihtiyacımız var. İçimizde kendimizle aramıza ördüğümüz duvarlar bizi bizle buluşturmuyor. İsteyerek de kaldırmıyoruz bu duvarları. Çünkü karşılaşacağımız şeyden kendi gerçek yüzümüzden korkuyoruz. İçimizdeki aynada göreceğimiz yüz utanacağımız ya da gurur duyacağımız yüz mü, bunu bilemiyoruz. Bu da bizi korkutuyor. Oysa korkulacak çok da bir şey yoktur. Bize sen işte busun diyecek çok ayna var içimizde; çünkü içimizde tek bir kişi tek bir yüz değiliz. Bir aynamız içimizde boy aynası bir aynamız yüz ve bir aynamız sirk aynası…
Bu aynalar hep bizi başka başka gösteriyor. Bu yüz benim diyeceğimiz o tek yüzü arıyoruz. Birini atıp ötekini alıyoruz. Biraz sonra ondan da sıkılıp başkasını arıyoruz. Olmuyor işte tutunamıyoruz. Kendi içimizde bir sürek avı başlıyor. Kendi içimizde Diyojen misali insan arıyoruz. Mecburen maske tutuyoruz kendi yüzümüze… Elimize alelacele tutuşturulan maskeleri başkalarına gösterirken tereddütler yaşıyoruz.
Başkalarıyla yan yana yaşadığımız bu dünyada hiçbirimiz tek bir kişi değiliz. Her birimiz iç içe geçmiş matruşkalar gibiyiz adeta… İçimizde yürüdükçe kendimize benzeyen pek çok yüzle karşılaşıyoruz. Birbirine benzemeyen birçok sayfayı tek bir dosyada topluyor, üzerine kırmızı kalemle çok gizli dosya yazıyoruz. Dosyamızın adı: İNSAN…