Genç Yazarın Hikâyesi

Bir kapının önünde duruyordum. Kapıdan girince önüm sıra ilerleyen uzun bir koridor karşıladı beni. Titrek adımlarla yürüdüm. Bu koridordan binanın ne izbe bir yer olduğunu anlıyordum. Bu izbe bina neredeydi, kime gidiyordum? Bu bakımsız bina, bu yer yer yıkılmaya yüz tutmuş duvarlar ve toprak yığınlarıyla dolmuş bu koridor, bu yolun sonu nereye varıyor bilmiyordum…

Harabeyi andıran binanın asansörüne güvenemeyerek merdivenlere yöneldim. Merdivenler, yukarıya uzanıp giden kör bir kuyu gibi zifiri karanlıktı. Etrafta ne bir pencere vardı burayı aydınlatacak ne de bir lamba. Çocukluğumdan beri korktuğum karanlık, burada bana müşfik bir anne kucağı oluyor, beni sarmalıyor, bağrına basıyordu. Karanlık, sanki beni bir yere ulaştırması için görevlendirilmişti.

El yordamıyla soğuk duvarlardan parola sorarak, adımlarımı sayarak çıktım merdivenlerden. Ölgün bir ışık demeti selamladı önce beni. Sonra küçük bir dönemeç ve ranzalar. Ranzaları gördüm önce. Gri, yer yer paslanmış, sıra sıra ranzalar.

Bir koşuşturmanın seslerini işittim aniden. Arkamı dönünce beyaz önlüklü birkaç kişinin yüzlerinde soğuk bir ifadeyle üzerime doğru geldiklerini gördüm. Yaklaştılar, yaklaştılar… Korkudan kapadım gözlerimi. Hafif bir rüzgâr vücudumu okşayıp geçti. Gözlerimi uyku mahmurluğundaki bir kişi tavrıyla istemeye istemeye açtım. Kimse yoktu. Arkaya baktım koridoru dönerlerken gördüm.

Bir kapı fark ettim. Yaklaştım, aralığından içeriye baktım. Ranzalar ve üzerinde kayıtsız yatan insanlar vardı. Hiçbiri hareket etmiyordu. Baygınlar mıydı acaba, yoksa ölmüşler miydi? Yanlarına yaklaşmaya cesaret edemedim ve korkulu adımlarla uzaklaşmaya başladım. Merakıma yenilerek geriye döndüm. Ses çıkarmamaya özen göstererek ağır adımlarla içeriye girdim. Sıralanmış ranzalar boyu bir gelincik tarlası gibi uzayıp giden insanların yaralarına, acı okunan gözlerine korkmadan, üzülmeden baktım. Burası bir hastane olamayacak kadar bakımsız ve kirliydi. Tüm duygulardan arınmış yüzler, ıstırapla kıvrımlanmış alınlar, kasılıp kalmış vücutlar, cerahat kokan yaralar…

Toza bulanmış pencerelerden süzülen solgun güneş ışıkları günün yavaş yavaş sona erdiğini haber veriyordu. Derken ne olduğunu anlayamadan da gecenin karanlığıyla doldu oda. Karanlığa alışmakta direnen gözlerim, ay ışığının araya girmesiyle ona boyun eğdi, odadaki nesneleri tekrar seçmeye başladı. Camı kırık bir fenerin yorgun ışınlarına benzeyen ay ışığı odayı aydınlattı, geceyi gecelikten çıkarttı.

Yüzlere vurduğunda soluk bir sarı olan ay ışığı, yaraların üzerinde ise kırmızıya dönüyordu. Işık hiç görmediğim bir şekilde renk renk uzuyor, kısalıyor; zaman zaman titrek, zaman zaman kuvvetli tayflar halinde oda boyunca yankılanıyordu. Bu ışık oyunları gerçek olamayacak kadar efsunluydu. Bu yaralar, bu yer yer sarıya yer yer kırmızıya çalan renkler, bu et ve ıstırap kokan tozlu oda, gerçek olamayacak kadar büyülü ve ürkütücüydü.

Odanın sarıya çalan kuytu köşelerinden birinde bir çarşaf yavaş yavaş oynadı, bir el yardımıyla kenara itildi. Aynı el yatağa destek olarak sahibini kaldırdı, yatağa oturmasına yardımcı oldu. Başını bana çevirince küçük kahverengi gözleri gözlerime mıhlandı sanki. Küçük bir çocuktu bu. Üstü başı perişan, alnı dehşet ve korkuyla gerilmiş, yüzü sapsarı olmuş bir çocuk. Güvercin kalbi titrekliğindeki bakışlarını yüzüme çivilemişti. Sustum sustu. Ağladım ağladı. Sevgiyle dolu, riyadan arınmış bir sesle hıçkırıklar eşliğinde gözlerini gözlerimden ayırmadan seslendi: Anne.

Genç yazar, kaynayan suyun fokurtularına daha fazla dayanamadı. Kalemi bıraktı. Hikâyesini yarıda keserek çay demlemek için kalktı. Ateşten kızan demliğin sapını tutmasıyla düşündüğü hikâyesinin yerini sızı alıverdi. İnce bir sızlanma duyuldu ardından. Elini musluğun altına götürdü kayıtsızca.

Gürleyen gök gürültüsüyle irkildi. O anda elektrikler kesildi, karanlığa gömüldü etraf. Cama doğru ilerledi. Yağmur başlamıştı. Yağmur damlalarının ahenginde kayboldu. Yağmur kaçaklarında kendini gördü, hayallere daldı. Çalan telefon onu kendine getirdi. Düşünceli gözlerle çalan telefonu aradı. Gecenin bu vaktinde kim olabilirdi ki? Hikâyesindeki karanlık sahnesinde olduğu gibi bir an tereddüde düştü, gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Telefonu buldu, açtı. Karşıdan heyecanlı bir ses geliyordu.

-Oğlum! Biraz önce rüyamda seni gördüm. Bakımsız bir hastanede, karanlıklar içinde yatıyordun.

-Şaşkın, korkulu, bir o kadar da tereddütlü bir sesle genç yazar, “Amma da hikâye” dedi.

-Evladım bir şey mi dedin? Alo orda mısın oğlum? Cevap ver. Bak korkutuyorsun beni…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

119. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2010 / Ay Vakti
Yaz Okumaları / Ay Vakti
İnsanlığın Ortak Vicdanı / Üzeyir Süğümlü
Cezada Elif Sözü / Naz
Sancı Kuytu / Alâaddin Soykan
Tümünü Göster