Sen de Gel

“Balıbeyi’ne”

”Sende gel” demişti. Şimdi yanımdan kalkmış gidiyordu ve o gittikçe ben ondan uzaklaşıyordum. “Sende gel” deyişi içimde tekrar tekrar boğuluyor, o gittikçe ses kısılıyordu. Artık, ses hepten kesilmiş, içimde ürpertiler uyandıran çığlıklara dönüşmüştü.

I

Bugün, Ahmet Ağabey’le neden burada oturmuş, niçin gecenin bu saatine kadar muhabbet eylemiştik?

Oturduğumuz yer, deniz kenarı değildi, -deniz gözükmüyordu bile- ağaçların gölgesine saklanan bir çay bahçesi değildi. Filmin en heyecanlı bölümü olan, çocukluğumuzun ve gençliğimizin başlayıp ama bitmediği, filmin donduğu yer olan Fatih’in o dar sokaklarındaki binaların merdivenleri değildi.

Bugün oturduğumuz yerin bizde ve kimsede bir hatırası yoktu. Burada, silik insan siluetleri dışında, canlıya ait bir şey de yoktu.

Gecenin bu çarpıntılı saatine kadar, kısa mesafelerin yolcularını taşıyan belediye otobüslerinin ve şehrin vitrini olan otobüs durağında oturmuştuk.
Bu otobüs duraklarında oturan herkes, kısa mesafelere sunulan plastik yolculardı. Herkes burada olmak için burada değildi. Sürekli gidiyorlardı ama her zaman buradaydılar.

Buraya ne zaman geldik bilmiyorum. Yıllar sonra, Ahmet Ağabey’le nasıl buluştuk, hatırlamıyorum.

Bütün ömrümü bu otobüs duraklarında kaçırmış gibiyim.

Şimdi, artık taşıyamadığım yılların o ağır acılarını bu otobüs durağına bırakıyordum.

II

Sanki filmin orta kısmında bir sorun çıkmıştı ve film birden sona atlamıştı. Ahmet Ağabey gitmişti. “Seyyid sen de gel” demiş, “Başka planlarım var” demiştim. Oysa hiçbir planım yoktu.

Ahmet Ağabey gitmişti. Bugün çok kederliydi. Sürekli, gitmekten bahsediyordu. Parmağındaki nişan yüzüğü hâlâ duruyordu. Nişan yüzüğü dışında her şeyi değişmiş, yüzük belki de parmağını sıkıyor, belki de parmağı kangren olmak üzereydi.

Nişanlandığı sene: “Seyyid, mutluyum bu beni korkutuyor” derdi. O sene ne olduysa filme bir şey oldu. Her şey çok hızlıydı ve her şey sürekli değişiyordu. Ahmet Ağabey, o sene bir kundura dükkânı açtı. Daha doğrusu kiraladı. Dört beş kişinin sığabileceği dar bir dükkân. Ben o zamanlar imam-hatip lisesinde okuyordum. Dersten sonra Ahmet Ağabey dükkânına gider, Yasin Suresi’ni okur, ezberlemeye çalışır. Ahmet Ağabey beni dinler, “Seyyid yavaş oku” derdi.

Ahmet Ağabey lise okumamış, ilkokulu bitirdikten sonra bir kunduracıda çalışmaya başlamıştı. Her akşam, benim yatılı kaldığım Kur’an kursuna gelir, gecelere kadar kitap okurdu. Ahmet Ağabey’le ayda bir Beyazıt’taki kitapçılara gider, oradaki sahaf Asım amcanın dükkânına uğrar, çayı demler, muhabbet eyler, dükkânı Asım amcayla beraber kapatırdık.

Burası kitapçıdan çok bir mektepti. Burada ilimler, burada derin tecrübeler, burada tatlı muhabbetler dışında hiç bir şeyin ama hiç bir şeyin çıtı çıkmıyordu. Sanki zaman duraklar, bütün sesler kesilir, yalnızca muhabbetten doğan harika bir musikinin dalgalanmaları hissedilirdi.

Burada kimlerden sohbet dinlememiştik ki… Hepsi büyük adamlardı, davaları kendilerinden daha da büyüktü. Ahmet Ağabey ile hicri takvime göre yaşar, her ayın on dördünde Boğaz’a gider, ay vaktini yaşardık. Kamere meftun geceler zehra olur, şiirler okur, mısralar geceyi maviye açar, biz Nefî ile öfkelenir, Fuzulî ile ağlar, Nedim ile neşelenirdik.

Ahmet ağabey, âh diye başlar İstanbul’u konuşur, İstanbul’u ahengini kaybeden bir şiir olarak görür: “Ölçüsü kendisi, ölçüsü şiir olan şehir” der sonra: Vahşi canavarların saldırılarına uğrayan narin bir kız, korkmuş kekeleyen naif bir çocuk, der ve her defasında cümleyi yarım bırakıp sessizce ağlar ve sonra: Ah şehr-i şiir, ölüm döşeğindeki şairin öksürüğü gibidir sesin, âh nerede kaldı o her günki sesin, ah…  Hep aşktan, muhabbetten, sevgiden, sevgiliden bahseden eserler bir bir boğuluyor gürültüde, gök kubbede finanstan, politikadan cereyan eden hastalıklı, boğuk, boğucu, süfli çığlıklar duyulur oldu. Ah…

III

Ne olduysa o gün oldu. Yazarın sözü kesilmiş, imgeler önce kelimeleri sonra harfleri terk etmişti ve hikâye tüm olanlara rağmen devam ediyordu. Alışveriş merkezinde patlatılan bir bomba Ahmet Ağabey’in nişanlısını ve birçok insanın hayatını katletmişti. Ahmet Ağabey’i o gün kayın babası telefonla aramış, hiçbir şey söyleyememiş, kelimeler dilinde düğümlenmiş, sözleri kangren olmuştu. O gün yaşananlar kayın babasının ağzından “Ah Ahmet” olarak çıkmış, Ahmet Ağabey şaşkın bir hâlde filmin bu donuk sahnesine ağlamıştı. Ağlamasını bastıran bir hareketlilik olmadı filmde. Ve birden filmin sonundaydık.

Ahmet Ağabey, o gün sesli harfleri hayatından silmiş ve o gün tek bir harf söylese bütün zalimler bütün alışveriş merkezleri yok olacak gibiydi. O günden sonra parmağındaki yüzük bir yara bandı oldu yarasını tazeleyen. Parmağındaki yüzük güzel günlerin ve ağır acıların imgesiydi. Alışveriş merkezini bu hikâyenin orta yerine değil kenardaki çöp kutusunun yanına koyduk. Zaten bizim hikâyelerimizde alışveriş merkezlerine yer yok. Olsa da bol ışıklı, bol gürültülü kapitalizmin, emperyalizmin kaleleri ve modernitenin putlarıdır. Ahmet Ağabey’le alışveriş merkezlerine nefret imgesini verdik.

Ahmet Ağabey o yıl çok değişti. Değişti demek haksızlık olacak, dönüştü. O günden sonra yüreği bir yere sığmaz oldu. Kundura dükkânını kapattı. Bir işe girip birinden çıkıyor, dışarıda yatıyordu. Ara sıra beraber caminin önündeki banklarda yatıyor, sabahlara kadar muhabbet ediyorduk. Ahmet Ağabey, o günden sonra bana hiç “Seyyid”, demedi. İsmimin başına, “Ah” kelimesini ekliyordu. Artık buna o kadar alışmıştım ki, birisi “Ah” deyince dönüp bakardım, birisi bana mı sesleniyor diye. “Ah” kelimesi ismimin başına geçti geçeli şiirler yazmaya başladım. Şiire meyyalim vallahi dertten.

II

Bugün Ahmet Ağabey, “Ah Seyyid”, diyor, “Neye üzülüyorum biliyor musun, zalimin zulmünden çok mazlumun gafletine.” “Ah Seyyid” diyor, “Neye üzülüyorum biliyor musun, hâlâ bu dünyanın kanla döndüğünü görmeyenlere.” “Ah Seyyid” diyor, “Neye üzülüyorum biliyor musun?” “Ah Seyyid” diyor, “Şimdi bir halifemiz olsaydı ama Ömer gibi değil bizzat Ömer olan bir halife, ordusuyla önce Kudüs’e, sonra Bağdat’a, sonra Kabil’e daha sonra tüm İslam alemine yani tüm dünyaya fethe çıksak ne iyi olurdu değil mi?” “Ah Seyyid” diyor, “Bir gün bir nur doğacak âmenna ama sefer için değil zafer için sabredilir. Biz bırak sefere çıkmayı, niyet bile etmiyoruz.”

I

Fuzuli’nin; “Var bir derdim ki bin dermandan çoktur bana, bırak beni derdimle, derman, eyleme, git, ey hekim!” dizesini bana Ahmet Ağabey ezberletmişti.

Hayat, Ahmet Ağabey’i isminin hep ilk hecesiyle andı. Ahmet Ağabey gitmişti. Ben burada, tam burada, şu hani hiçbir hatıranız olmayan, kısa mesafe yolcularının oturduğu otobüs durağında oturuyor, Ahmet Ağabey’in gittiği yöne bakıyorum.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

119. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2010 / Ay Vakti
Yaz Okumaları / Ay Vakti
İnsanlığın Ortak Vicdanı / Üzeyir Süğümlü
Cezada Elif Sözü / Naz
Sancı Kuytu / Alâaddin Soykan
Tümünü Göster