Devr/Eden Özgürlük

Kulak zarına saplanan keskin uğultudan anladı. Şarkı sustu derin kesikler bırakarak: Yüzünde müşteki bir ifade… Oturduğu taburede rahatsız kıpırdanışlarla kıvrandı. Damağına tuzsuz bir tat değmişçesine yüzünü ekşitti. İğrentiyle karnını tutarak öne doğru eğildi. Genzine dokunan mide bulantısı oturduğu taburede rahat bırakmamıştı. Sokaktan geçen seyyar satıcının çığırtkan sesi kulağının örsünü dövüyordu acımasızca. Zorlukla yerinden kalktı. Balkon kapısını hızla çarpıp koşarak lavaboya gitti. Öksürükler ve öğürtüler arasında içini çıkarırcasına kustu. Gözlerinden ateş fışkırırcasına gözbebekleri yanıyordu. Bir süre öylece kaldı.

Serin suyu avuçlarına doldurup birkaç kez yüzüne çarptı. Rahatlamıştı şimdi ama biliyordu, bu rahatlık yaz günü nerden estiği belli olmayan serin rüzgâr gibi geçiciydi. Doğrulurken ıslak elleriyle atkuyruğu şeklinde bağladığı saçlarının alnına doğru düşen tellerini arkaya doğru yapıştırdı. Aynada gördüğü yüze ne kadar da yabancı olduğunu o anda derinden hissetti. Tuhaf bir dürtüyle iliklerine kadar irkildi. Aynadaki yüzle ilk defa karşılaşmış gibi merakla ve endişeyle aynadaki yüzü uzun uzun seyretti. Beyaz yüzü, zeytin gibi simsiyah gözleri, kumral saçları, kemerli burnu…  Janus gibi iki yüzü vardı sanki; tıpkı kendisi gibi biri diğerini tanımıyordu. Gözlerinde gördüğü yaban ışıltıdan korktu. Allak bullak olmuş suratında tanıdığı ama nerden tanıdığını hatırlayamadığı birini arıyordu sanki. Hatırlamak için hafızasını zorladı. Gülümsedi. Kaybettiği bir yitiği bulmuşçasına içten içe sevindi. Ama bu mesafeli bir sevinçti. Kimi aradığını bilmediği için bulmuş olmanın verdiği sevinç, tuzsuz pilav gibi boğazına oturmuştu. Midesi hâlâ bulanıyor, kusmuşluğun kekremsi tadı boğazını yakıyordu. Tiksintiyle yutkundu birkaç kez. Hüzünlü bir melodiyle çalan cep telefonunun sesiyle irkildi. Koşar adım salona doğru yöneldi. Arayan kocasıydı. “Akşama bir şey lazım mı Selma?” “Lazım değil” dedi kuru bir sesle ve isteksizce. Sesi kendine ait değilmiş gibiydi. Etrafına bakındı merakla. Sonra bu hareketini yadırgayarak “Deliriyor muyum ne!” diye düşünürken gülümsedi sinirle. Kocasının sesiyle toparladı kendini. “Akşama görüşürüz, hoşça kal hayatım.” ‘Hayatım’ kelimesinin içinde bıraktığı sahteliği düşündü yıldırım hızıyla. Kocasına mırıltıyla “Görüşürüz, hoşça kal.” derken neden böyle düşündüğüne anlam veremedi. Evleneli 2 yıl olmuştu henüz. Ali’yle ikisi de üniversite 4. sınıftayken biyoloji kulübünün bir konferans organizasyonu esnasında tanışmışlar, 3 yıl süren bir flörtten sonra ‘aşk evliliği’ yapmışlardı. Evliliğin ardından Ali’nin memleketi Kahramanmaraş’a yerleşmişlerdi. Selma İstanbul’da doğmuş büyümüştü. Küçük, şirin ama kendisine yabancı gelen bu şehirde kocasından ve kocasının ailesinden başka kimseyi tanımıyordu. Biraz da bu yüzden “Kadının yeri evidir.” diyerek çalışmamıştı. Bu, Ali’nin işine gelmişti aslında. Çünkü Ali ailesinin, “Kadın çalışmaz, evinde kocasını bekler.” diyerek baskı yapmalarını hiç istemiyordu. Selma’nın sayesinde bu kaygıdan kurtulmuştu. Evliliklerinin ilk yılı coşkuyla geçmiş, sonraki yıl monotonlaşmıştı her şey. Hâlbuki Ali romantik, dürüst, sadık ve koruyucu olmuştu her zaman. Üstelik yakışıklıydı. Kısacası bir kadının bir erkekte aradığı bütün hasletlere sahipti. Deyim yerindeyse Selma’nın gözünün içine bakıyordu. Selma içten içe bunalıyor, tarifini yapamadığı, adını koyamadığı sıkıntıların pençesinde kıvranıyordu. Az önce Ali’nin ‘hayatım’ kelimesini sahtelik olarak algılayışının kaynağı, içine düştüğü –sebepsiz- buhranlardı aslında. Herkese ve her şeye karşı ilgisini yitirmiş, çevresini algılayamaz olmuştu. Başka bir hayatın kollarına düşmüş gibi dünyadan soyutlanmıştı. Bu durumdan kendisi bile korkuyordu. Kendini yeniden tanımlamaya çalışıyor, sorular beynini kezzap gibi kavuruyor, sorularına cevap bulamayınca da kendi boşluğuna daha beter saplanıyordu. Vakit ikindinin koyu gölgesinin eşiğine düşmüş, güneş ışıklarını yeryüzünden çekmeye hazırlanıyordu. Selma bu düşüncelerle akşam yemeğini hazırlamaya koyuldu. Ali işten gelmiş, akşam yemeğini rahatsız bir suskunlukla yemişlerdi. Ali kanepede gazete okumuş, Selma ise bulaşıkları yıkadıktan sonra gündelik şeylerden konuşmuşlardı. Ali her şeyden habersiz gibi gülüyor, iş yerinde yaşadıklarını heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. Selma ise katlanmak zorunda kalmışlığın keyifsizliğiyle Ali’nin sorularını kısa cevaplarla geçiştiriyordu. Bir an, “Gerçekten hissetmiyor mu içine düştüğüm bunalımı ya da beni kendi hâlime bırakıp durulmamı mı bekliyor acaba? Böylesine ilgili bir adamın eşinin yüzüne bakınca sıkıntılarını görmemesi imkânsız.” diye düşündü Selma. Israrla Ali’nin gözlerine baktı. Kocasının gözlerinde bilen ama zamanını bekleyen insanlara has sükûtun izlerini aradı. Bulamayınca hüsranın tadını ağır ağır yudumladı. Ali esnemesini durdurmak için bir yandan ağzını sol elinin tersiyle kapatmaya çalışırken, “Hadi yatalım geç oldu artık, çok yoruldum bugün.” dedi. Mağlubiyetin girdabında sürüklenen Selma bir robot edasıyla Ali’nin arkasından yatak odasına doğru yürüdü. Kayıtsızlığı kendisini bile ürkütüyordu. Ali karısına arkadan sarılmış, Selma vav harfinin içine düşmüş harf gibi Ali’nin vavlığına kıvrılmıştı. Düşünceler beynini kuşatmış uykuya mahal vermiyordu. Ali horlamaya başlamıştı bile. Kendini sokağın köşesine kıstırılmış bir köpeğe benzetiyordu. Nefes alış-verişleri düzensizleşmişti. Her şey etrafında dönüyordu. Gecenin karanlığı ruhunu daha çok sıkıyordu. Ali’nin kolları yük olmaya başlamış, bedenini saran bu bedeni uzaklaştırmak, “Def ol!” diyesi gelmişti. Kendisini zorlukla durdurmuş, sesi gırtlağını aşmamıştı. Gayri ihtiyari elini boğazına götürüp sesini ta diplere sakladı bu hareketiyle. Ruhlarla oynaşıyordu rüyasında. Ruhlar daire olmuşlar, Selma’yı ortalarına almış alkışlıyorlardı. Gözlerindeki kocaman boşluk dikkatini çekmişti. Onları görüyor ama neye benzediklerini bilmiyordu. Sonra rüyasından uyandı bin bir güçlükle. Ruhlar mutfağa gitmesini salık veriyorlardı. İstemiyordu ama ayaklarının mutfağa doğru gittiğini biliyordu. Elinde nerden aldığını bilmediği kocaman bir bıçak vardı. Mutfakta Kerime Yenge’si ile karşılaştı. Elinde tava vardı yengesinin. Tam kafasına vuracağı sırada yine yatağına kaçtı. Ruhlar ayaklarından ve kollarından tutup sürüklemeye çalışıyorlar, Selma yatağın kenarına tutunarak direniyordu. “Ali uyaaaaan!” diye bağırıyor ama Ali uyanmıyordu. Bütün sesler kesildi, her şey susmuştu. İniltiyle karışık bir ağlama sesi duydu. Kuyudan geliyormuşçasına önce derinden geliyor sonra yankılanıyordu: “Ruhumu rahat bırak!” Uyanmak istiyor ama uyanamıyordu. Uyanmak istedikçe gözleri şaşılaşıyor, kayıyordu. Yatağından hızla kalkıyor ama nereye gideceğini bilmediği için gerisin geri yatağa dönüyordu. O ses kulaklarını tırmalıyor, beyninde helezon şeklinde dönüyordu; iliklerine doluyordu. “Ruhumu rahat bırak!” Ses damarlarına varana dek bütün hücrelerine işleyerek yankılanıyor, sonsuz bir çıldırma içgüdüsüyle sıkıştırıyordu kalbini. Tehlikeyi yeni sezmiş insanların ürkmüşlüğüyle irkildi. Bu ses kendi sesiydi. Çıldırmamak içten bile değildi. Gözlerini zorlukla açarak uyandı. Ne zaman uyumuştu hiç bilmiyordu. Rüyasında ne yaptıysa gerçekte de onu yapmıştı farkında olmayarak. Dişleri birbirine vuruyor, titriyordu. “Gidip su içsem…” diye düşündü ama bu düşüncesinden vazgeçti, çünkü çok korkmuştu. Gözlerini diktiği karanlık aklını oynattıracak cinstendi. Ne yapacağını bilmez vaziyette yatağın içinde dönüp duruyordu. “Allah’ım yardım et bana, yalvarıyorum!” diye soluk soluğa dua ediyordu. Sağ elini kalbine götürüp kalbinin çarpıntısını dinledi. O an kafasından şimşek hızıyla bir düşünce geçti. Neden mutsuz olduğunu, neden her şeyden soyutlandığını, neden insanlardan kaçtığını anladı. Korku bütün düşüncelerini berraklaştırmış, gecenin ortasında aydınlıklar serpmişti içine. Gülümsedi korkusunu yalnızlaştırarak… Valizini sessizce hazırlamış, evden çıkmaya hazırlanıyordu. Kapıyı ses çıkarmamaya özen göstererek açmış, hızlı ama dikkatli bir şekilde ayakkabılarını giymiş apartmanın merdivenlerinden iniyordu. İçi sızladı bir an. Sevdiği, her şeyini verdiği adamı vedasız terk ediyordu. Çağırdığı taksiye binerken döndü, evlerine baktı. Yanağından süzülen yaşlara engel olamasa da ağlamak bir ömrü heba etmekten iyiydi. Vicdanı sızlıyordu ama bunu yapması gerekliydi. Çünkü bu şehirde duramaz olmuş, boşluğa saplandıkça çırpınıyordu. İzini kaybettirecekti herkese. Kendi ailesine bile nereye gittiğini söylemeyecek, yeni bir hayat kuracaktı. Kocasının ailesi “İstanbullu Gelin” diyerek dışlamış, Selma’yı sevmediklerini her halükârda belli etmişlerdi. Kültürlerini, örf-âdetlerini bilmediği bu ailenin içinde kendini her zaman sığıntı gibi görmüştü. Oysa Selma rahat yetişmiş, her istediğini her zaman elde etmişti. Çocukluğundan beri bu böyleydi. Evlenecekleri zaman kocasının ailesinin onu istemediklerini biliyordu ama işlerin bu raddeye varacağını kestirememişti doğrusu. 2 yıldır kapanıp kaldığı evde kapana kıstırılmış hissinden kurtulamamıştı. Çalışsaydı bu kadar olmayabilirdi. Özgürlüğün vaadine koşan ruhun pranga altına alınamayacağını çok acı bir şekilde öğrenmişti. Analizler, tezler, anti-tezler, savlar üretirken otogara gelmişti bile. Saat 03.50’yi gösteriyordu. Ayaklarını sürükleyerek taksiden indi ve otogarın giriş kapısına yöneldi. Gecenin bu vakti bir kadını yalnız başına otogarda gören erkeklerin gözleri şehvetli bir ışıltıyla yandı. Selma iğrenerek baktı onlara. “Sapık hergeleler.” diyerek içindeki nefreti yılan tıslamasıyla dışarı kustu. Bir otobüs firmasının yazıhanesine önünde durdu. Biletçi adam uyumakla uyanık kalmak arasında gidip gelirken, oturduğu sandalyede bir öne bir arkaya sallanıyordu. Selma’yı görünce rahatsız bir tavırla gözlerini iyiden iyiye açtı.

“Buyur abla” dedi biletçi adam. “İlk otobüs ne zaman kalkıyor?” “On dakika sonra kalkıyor.” “Bir bilet keser misiniz?” “Otobüsün nereye gideceğini sormayacak mısın abla?” dedi adam bileti keserken, merakla ve şaşkınlıkla. Selma anlaşılmaz bir sesle “Fark etmez.” diye mırıldandı. Biletçi adamın duyup duymadığını bilmiyordu. Biletini alıp perona yönelmişken adamın “4 numaralı peron abla.” dediğini duydu. Yüzüne acemi bir gülümseme yerleştirip adama baş işaretiyle teşekkür etti. Biletçinin gözlerindeki acımayı işte o zaman gördü. Adam belki de peşindeki adamlardan kaçan hayat kadını zannetmişti. İçini alevden bir rüzgâr yalayıp geçti. İçindeki sese aldırmamaya söz verdi kendi kendine. Hızlı adımlarla perona yöneldi. Bineceği otobüsün önünde ‘’KAYSERİ’’ yazıyordu. Üç-beş yolcu koltuklarına oturmuş, otobüsün hareket etmesini uykulu gözlerle bekliyorlardı. Selma yüzünü Ahır Dağı’na çevirip karanlığı sokaklarına çekmiş şehre baktı. Sokak lambalarının ışığı dağın eteklerine kurulmuş şehri bir nebze olsun aydınlatıyordu. Çantasından sigara paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Elleri titriyordu. Sigarasını dudağına götürüp iç sızısıyla ciğerlerine kadar çekti. Duman dudaklarının arasından beyaz bir bulut gibi çıkıyor, yüzünü maskeliyordu. Sigarayı ayaklarının altına alıp izmaritini ezdi. Hüzünlü gözlerle şehre son defa bakıp içten gelen bir yangınla söylendi: “Kaçabilmenin bedeli özgürlüğün fiyaskosudur!”

Otobüse binip koltuğuna oturduğunda meçhule giden yolcunun kaderini Allah’a çoktan emanet etmişti bile…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

119. SAYI / TEMMUZ-AĞUSTOS 2010 / Ay Vakti
Yaz Okumaları / Ay Vakti
İnsanlığın Ortak Vicdanı / Üzeyir Süğümlü
Cezada Elif Sözü / Naz
Sancı Kuytu / Alâaddin Soykan
Tümünü Göster