5.
Ayşemin her kelimenin vurgusunu yüreğinde hissetti acıyla, ama tek söz edecek hâlde değildi. Aldığı eğitim, bütün hocaların ona verdiği has dersler ölçünün ne demek olduğunu öğretmişti ona elbet, lâkin o yine de şah kızı değil miydi? Buradakiler bilmiyorsa bile onlara bunu göstermeli değil miydi? Herkes nasıl davranması, her kelimeyi nasıl özenle seçmesi gerektiğini bilmeli değil miydi? Haddi aşmamak, nerede durulmalı bilmek şart değil miydi? Boyun eğmek lazım değil miydi şah’tan gelen her şeye? Daye’ye bakıverdi öfkeyle. O hemen ayağa kalkmış, kızları karşılamaya koşmuştu çoktan. Tek söz çıkmadı ağzından. Ayşemin gözlerini onun kısık gözlerine diktiğinde, anlamıştı tabiî Daye, onun aklından geçen her bir kelimeyi. Müdahale etmeyecekti. Gece söz vermişti kendisine. Yoldaş olacak, destek çıkacak; ama karışmayacaktı. Biliyordu Daye, bu onun öyküsü değildi. Bu öykü onu anlatmak için yazılmamıştı. Bir figürdü sadece, kenar süsü… Sustu. “Adım Sıray” dedi uzun boylu olan. “Herkes kendisini tanıtmak istediğinde adını söyler. Kimse kimseye adını sormaz burada. Kimse konuşmanın yönünü belirlemez.” Ayşemin yavaşça yerinden kalktı, bir adım yaklaştı Sıray’a; sanki bir şey verecek ya da sanki bir şey alacak gibi. “Varsa benim sorularım, cevapları kimden almalıyım?” diye soruverdi, sesinde tehdit mi yankılanmıştı biraz; bir tutam hınç mı katılmıştı bu ender bulunur kıymetteki sese, bir tutam da ene, sanki bir tutam da büyüklenme vardı. Kız gülümsedi. Öyle yumuşaktı ki tebessümü, bütün öfkeyi olduğu yerde boğabilirdi. İç konuşmaları Ayşemin’e ciddi baskı uygulamaya devam etse de şah kızı kendini dizginlemeyi bilmeliydi. Soruyu bırakmıştı havaya… “Her şeyin bir vakti vardır, vakti geldiğinde sorularını sorarsın, ama biz bu sorulara cevap verme yetkisine sahip değiliz.” Ayşemin usulca, “peki” dedi. Dedi ama içindeki volkan patlamak için fırsat kolluyordu. Daye bu patlamanın çok yakın olduğunu iyi bilse de karışmayacaktı. Karışmayacak ve izleyici olmaya devam edecekti. Karışmayacak ve düşmekte ısrar edenin düşüşünü geciktirmekte direnmeyecekti. Karışmayacak ve hâline bırakacaktı yangın alevlensin, alevlendikçe yakıp yıksın, en şiddetli anında küle döndürsün yangın yerini diye. Nasılsa ertelenen her şey gün gelecek vuku bulacaktı. Olsundu bir an önce, bitsindi çile. Karışmayacaktı. Olacakların seyrini ufak engellerle değiştirmeyecek, suyun aka aka yatağını bulmasını izleyecekti. Karışmayacaktı. Madem karışmaması isteniyordu ağzına mührü kendi vuracaktı. Sıray, “burada yenisiniz” diye devam etti konuşmasına. “Size yardımcı olmakla görevliyiz.” Sonra da kapıyı göstererek dışarı çıkmayı teklif etti. Hepsi odadan çıktıklarında sabah serinliği karşıladı onları. İki kız önde, Ayşemin ve Daye arkada yürümeye başladılar. Çiçeklenmiş meyve ağaçlarının ahengi büyüleyiciydi. Işıl ışıl bir günün habercisi gibi duruyorlardı her köşede. Çiçeklikerin, küçük bahçelerin arasından geçtiler. Yürüdükçe can geldi bedenlerine. Bütün hâlsizlik, uyuşukluk ve ağırlık işte şimdi bu taze havayla silinip gitmişti. Büyük bir binanın giriş kapısına geldiklerinde Sıray, “İlk gününüz olduğu için size yardımcı olmakla görevli arkadaşlarımız var. Bizim görevimiz sizi buraya getirmekti. İçeri girebilirsiniz” dedi ve hiçbir ayrıntı eklemeye gerek duymadan iki kız uzaklaştılar yine uçarcasına. Tam ardlarından, “ama” diyecek oldu Ayşemin o an açıldı kapı. “Büyüleyici” diye mırıldanırken olan biten hakkındaki bilgisizliğinden dolayı sıkılmaya başlamıştı. “Birşeyler yiyip buradan en kısa zamanda ayrılalım” dedi Daye’ye açılan kapının gerisinde ne var görmeye çalışırken. Daye hiç sesini çıkarmadı. Kırılmıştı. Karşısında duran şah kızına -ne cür’et- kırgındı. İçeride loş bir karanlık vardı, sadece gölgeleri seçebildi önce ve biraz fısıltı işitti. Gözleri alışınca daha netleşirken etraf çevrelerinde büyük ocaklar, dev kazanlar, taş fırınlar gördüler. Kimi ateşi yakmaya çalışıyordu, kimi kazanları karıştırıyordu, kimi yerleri siliyordu, kimi kap kacak yıkıyordu… “Yemek yiyeceğiz sonunda” diye mırıldandı Ayşemin. Bir an kendisini sarayda sanıp yüzünden keskin bir tebessüm geçti. Çalışan kızlardan birisi onları farkedince, sanki onları bekliyorlarmış gibi tanıdık, “bu taraftan gelin” diyerek hemen onlara yol gösterdi. Ayşemin’in sırtı hemen dikleşti, omuzları geriye kaydı, yüzüne bir gurur hızla oturuverdi. “Nihayet kim olduğumu anladınız” der gibi elbisesinin etek uçlarını havlandırdı ani bir dönüşle. Önlerindeki kızı takip ederken bir koridor boyunca sağlı sollu geniş salonları açık kapılarından görebiliyordu rahatlıkla. Her salonun rengi başkaydı, her salonun düzeni değişikti. Yere yakın geniş masalar etrafında yere büyük minderler atılmıştı. Şimdi Ayşemin daha da aç hissediyordu kendisini. “Bir an önce bitse de şu yürüyüş otursak” diye düşünürken kız aklını okumuş gibi, “az kaldı” diye cevap verdi. Ayşemin irkildiğini göstermemeye çalışarak küçük adımlar atmaya devam etti. Bir süre sonra binanın belki de en dip köşesinde küçük bir odaya bırakıldılar. Onları getiren kız, “geç kalmaz” diyerek yanlarından ayrıldı. Ayşemin dört duvar boyunca kıvrılan sedirin üzerine oturduğunda pencereden göz attı dışarıya çarçabuk. Yine kimseyi göremedi. Geç kalmayacak olan ne, merak ederken içi içini yiyor, her şeyin bu kadar ağırdan alınması tahammül sınırını hepten zorluyordu. Daye de ilişivermişti sedirin ucuna, Ayşemin’e epey uzak bir köşede sedirin ince işlemelerini okşuyordu. “Neden konuşmuyorsun?” diye çıkışıverdi Ayşemin. “Yok mu bana söyleyeceğin?” Kısaca, “yok” dedi Daye. Tam ayağa fırlayacakken Ayşemin, küçük bir tepsi içinde çorba kâseleri getiren çocuk denecek yaştaki kızın odaya girdiğini farkediverdi. “Neyse” diye mırıldandı. “Şimdilik neyse…” Öyle açtı ki belki de bu yüzden saldırganlaşmıştı. Belki de bu yüzden dilinin ayarı kaçmıştı. İnsanın sınırını neden hep zorlarlardı ki? Ne diyecekti şimdi bu küçük kıza? “Neden bu kadar yavaşsınız?” mı, “Beklemeyi sevmem” mi… Kimdi ki Ayşemin? Bu mekânın nesiydi? Kız odadan çıkarken, “şifa olsun” dedi, ama Ayşemin onu duymadı. Sıcak çorbanın kokusuna daha fazla dayanamayıp kaşıklamaya başladığında açlığı hiç gitmeyecekmiş gibi çorbanın bitmemesini diledi. Elindeki kaba tahta kaşık sürekli ellerinin arasından kaydı, toprak kâseler gözlerinin önüne saraydaki Çin işi porselenleri hızla getirmesine neden oldu, ama çorbanın tadı öyle nefisti ki sarayda bile böylesini tatmamıştı. “Nasıl olur?” diye mırıldandı her kaşıkta. “Saray her şeyin mükemmelini tutar elinde.” Mercimek çorbası değildi, yoğurt çorbası değildi, düğün çorbası değildi, ezo gelin değildi… ama bu tadı daha önce hiç denemediğinden emindi. Yavaş yavaş ağırlaştı kaşıkların gidiş gelişi, bu aralarda bildiği çorba isimlerini saymaya çalıştı. “O değil, bu değil, şu değil… yok o hiç değil”… Sinirleri bozulmuştu yine. Daye’ye döndü yüzünü, “bu çorbanın adı nedir sen biliyor musun dadı?” diye sordu. Yok, Daye bilmiyordu, bilse de söylemeyi düşünmüyordu. “Her elin çorbası başka tattadır” dedi sadece. Kaşığı elinden hışımla bıraktı Ayşemin, “çok sıkıldım ben” diye gürledi. Ayağa kalkmasıyla odadan koridora fırlaması bir oldu, “gidelim bu dergâhtan.” Daye çorbasını hızla kaşıklayıp ardına düştü Ayşemin’in. Uçuşan etekleri birkaç adım geriden izlerken onun yürüyüşündeki gururu farketti. “Ne siler bu büyüklüğü?” diye sordu kendi kendine. “Yalnızlık, sefalet, hastalık, gurbet, acı, elem, hüzün, aşk! Hangisi insana insan olduğunu en iyi hatırlatır?” Uyan Ayşemin, her gecenin sonunda sabah olmayabilir.Sen uyan bu derin uykudan, gerçek her istediğinde görünmeyebilir.Ayşemin uyan, sanma hep böyle kalacaksın, asâlet dediğin sadece bir isimdir.Uyan artık uyan, dil bir kılıç kadar keskindir.