4.
Azmetmişse insan tüm engelleri aşar, aşar da varır varacağı yere; hiç düşünmeden bir adım sonrasını. Uzun vadede plan yapmak sadece kurnazların ve tehlikeli olanların meşgalesi iken, yüreğine siyah nokta henüz düşmemişler anı yaşamanın ötesine ancak pembe düşler kurarak geçebilirler. Ayşemin duvar dibinde ilerleyebilme gücünü, sadece bulacağından emin olduğu şeyin heyecanından alır. Beklemek bu yüzden zor gelmez, beklemek bu yüzden ne kadar ağır olursa olsun taşınabilir ağırlıktadır, beklemek bu yüzden hep sürer, beklemek bu yüzden hem yıpratır hem de can katar, beklemek beklemeyi bilenlerin yapabileceğidir ancak. “Bulacağız Daye…” sözleri Ayşemin’in ne kadar emin olduğunu gösteriyordu. Daye de emindi elbet bir yer bulacaklarından. Ama kuşkulu olduğu nokta da daha ironikti, “bulduğumuz memnun edecek mi bizi?” Soluk soluğa çalıların arasında, sağ eliyle duvara hep tutunarak bayır yukarı tırmanıyordu Ayşemin ümitle. Eli duvara sürtünmekten beyazlaşmış, omuzu çantasının yükünden çökmüş, bakışları baygınlaşmış, adımları sürtüne sürtüne toprağa güçlükle taşıyorken onu… ilerlemek azimle; geceye yem olmamak için, karanlıkta yutulmamak için, daha beter kaybolmamak için direncin doruk noktasında artık son can kırıntısına pamuk ipliğiyle bağlı, güzeller güzeli nazenin Ayşemin yığılıverdi, kul dara düşmeyince Hızır yetişmezmiş hesabı Elif Kapısı’na. O an açıldı Elif Kapısı. Daye, çaresiz pamuk ellerini aldığında avuçlarına, Ayşemin’in soğuyan bedenini hissedip bir an titredi. “Çok üşümüş” diye mırıldandı. “Bu ceza ağır değil mi bu inceliğe, bu zarâfete, bu nazlığa?” Hemen arkasından cevap geldiğinde, “kimin ne taşıyabileceğini kim bilir ancak?” Daye ansızın dönüverdi yüzünü geriye. Ayşemin’in soluğu zayıf, bedeni zayıf… “Kimsin?” hırıltısı dişlerinin arasından dökülüverdi, ancak dökülür dökülmez utandı Daye. İnsanın kim olduğu çoğu vakit gözlerinden bellidir, insanın neye kul köle olduğu sözlerinden bellidir, insanın yeri yurdu üzerinde taşıdıklarından bellidir. Bellidir de önce görmek gerekir. “Kim, kim olduğunu söyleyebilir?” karşılığı Daye’nin mahcûb gözleri önünde asılı kalıverdi. Beyaz tennûresi uçuşurcasına geçip giderken açık kapıdan içeri, “kapı açılmışsa eğer, kapanmadan geçmek gerekir” sözlerini son anda yakaladı Daye. Hafifçe okşayıp yanaklarını Ayşemin’in, kulağına fısıldadı: “Kalk da girelim, az biraz doğrul da varıp dinlenelim.” Birbirlerine tutuna tutuna küçük yeşil kapıdan geçiverdiler iki yabancı. Ayşemin gözleri açılmadığından göremedi ne neresi, kim allı yeşilli; çünkü uyanmak için henüz çok erkendi. Toz mavisi geniş elbiseler giyinmiş üç genç kız onları karşılamaya geliyordu uzaktan. Kapının açılmasına sebep zat gözden yitmiş, hiçbir iz bırakmadan çekilivermişti yurduna. “Yardım ediverseniz” diye inleyiverdi durduğu yerde Daye ve hızla Ayşemin’i üç güzel kızın ellerine bırakıverdi. Yorgunluk misliyle Daye’nin üzerindeydi, misliyle taşıyordu sorumluluğunu Ayeşemin’in… Kucaklayıverdiler Ayşemin’i, Daye arkalarından yetişmek için çabaladı bir süre. “Onu kaybedemem, onu yitiremem…” diye inliyordu. Taş odaların yanyana dizildiği taş bir binaya vardıklarında, bütün kapılar kahvenin değişik tonlarını taşıyorlardı. Hepsi kapalı, hepsi ardındakini örten kalın bir perdeydi. Kızlar yedinci odanın kapısını açtıklarında hoş bir koku kaçarcasına dışarı süzülüverdi. İçi ferahlatan, insana canlılık veren bir koku. “İnsan burada kendini bulur” dedi Daye derin derin kokuyu içine çekerek. Kızlar ufak tebessümlerle karşılık verdiler ve Ayşemin’i yumuşacık bir döşeğin üzerine yatırıp üzerini örtüverdiler. Daye, üç güzel kız odadan çıkar çıkmaz diğer döşeğin üzerine atıverdi kendisini. Ne zaman gözlerini kapattı, ne zaman rüyalardan rüyalara geçti, kaç vakit bu rüyalar peşinde gezindi hiç bilemedi Daye. Uyandıklarında her ikisi de kaç zaman sonra, sanki günler haftalara birleşmiş, haftalar aylara eklenmiş ve sanki aylar yılları kovalamış gibiydi. “Neredeyiz?” diye mırıldandı Ayşemin gözlerini açar açmaz. İnsan düşle gerçeği karıştırır bazen.Bazen düşü gerçek, gerçeği düş sanır.Açıldığında gözleri gerçeğe, düşün peşine elinde olmadan takılır.Bir ömür işte, bu düşün ardında yiter gider sonra.İnsan zayıftır; düşün düş, gerçeğin gerçek olduğunu kabul edebilmek için. Yerinde doğrulan Daye küçük pencereden sızan ışığın parıltısına baktı tülün ucunu hafifçe kıvırıp. “Bilmem” dedi usulca. “Ne geldiğimiz yönü, ne geldiğimiz yeri hatırlıyorum.” Ayşemin halsiz düşmüş, yatağında kıvrılmış uzanmaya devam ediyordu. “Açım” diye mırıldandı. “Şimdi sarayda olsaydık önüme konan kırk çeşit yemeğin birine bile dokunmazdım. Onlardan sadece biri olsa…” Daye’nin bakışlarından bir alev geçti o an. “Sarayı anmaktan bile korkman gerekirken, daha ilk günden hayâlini kurar oldun. Yok artık saray. Sen o sarayı terkettin. Sen o saraydan kurtulmak istedin. Sen o sarayı sildin. Vazgeçmek yok.” Ayşemin şaşkın bakakaldı Daye’ye. “Neden?” diye soruverdi. Hiddet dudak uçlarında hafif bir titremeye neden olmuş, üslûp sertleşivermişti. “Sen dadımsın. Ben bu yolculuğu yönlendirenim. İstediğim yerde vazgeçer, istediğim yerden geri dönerim. Kararlarım bana aittir. Sonunda ölüm bile olsa, aldığım kararlara karşı çıkamazsın. Gece, yolculuğun en başında bana “artık eşitiz” demiştin de ben sana karşılık verememiştim. Vermem gereken cevabı ben sana şimdi veriyorum. Hayır, eşit değiliz. Ben Şah’ın kızı, sen Şah’ın kızının dadısı… bunu hiçbir şart, hiçbir durum, hiç bir olay değiştiremez. İtirazın varsa şimdi sen yoluna, ben yoluma tam şu odada hemen ayrılabiliriz.” Daye sus pus. Daye üzgün. Ne büyük bir diklenişti bu böyle. “Her kelimesi doğrudur dediklerinin” diyerek başını sert yastığın altına gizleyiverdi. Ayşemin öfkeden hızla soluk alıp verirken, uzun bir dinlenmenin ardından kim olduğunu sanki hatırlayıvermişti. En ufak bir pişmanlık hissi dahi geçmedi içinden. Neden? İnsan zayıfladığında sus pus olur da çekilir kabuğuna.İnsan kendine geldiğinde acımasızlaşıverir kendi çapında.İnsan unutuverir acılarını anında.Ve insan çaresizlikle çırpınırken söz üstüne söz verir yaradanına. “Açım” diye inledi yeniden. Ölçüsüz sözler uçup gitmişti hiçbir boğuma takılmadan, acımasız vurgunun kimin yüreğinde derin yaralar açtığına aldırmaksızın çarpıvermişti karşıdakinin yüzüne ve her söz yerini bulmuştu da kelamı uçuran daha söylerken unutuvermişti öfkesinin nedenini. Biraz pişmek mi lazımdı, biraz yoğrulmak mı şarttı, biraz tokat yemek insan olduğunu mu hatırlatırdı şah kızına da şahın zatına da… Az uyumak, az yemek ve az konuşmakla terbiye haddinden fazla zarurî miydi? O an kapı açılıp da iki güzellik bu sefer toz pembe entarileriyle içeri süzülüverdiğinde Ayşemin aç olduğunu tekrarlamaya devam ediyordu. O ne güzel bir gülüş, içlerinden uzun boylu olanı iki adım yaklaşarak, tüm narinliğiyle hürmetini gösterip; “dergâhımıza hoş geldiniz” dedi. “Burada herkes kendi aşını hak eder; küçük büyüğün, sağlıklı olan hastanın, güçlü olan zayıfın yardımcısıdır. Herkes gönlünden geçen ile yaşar, herkes kelâmıyla ölçülür, herkes burada kalmayı da gitmeyi de tercih eder. Eğer dergâha alınmışsanız sebebi mutlak özeldir ve sırdır…”