Muhsin İlyas Subaşı ile “Hür Tefekkürün Kalesinde”

İnsan ruhu keşfedilmeyi bekleyen kayıp bir medeniyet! İnsanoğlunun yaratıldığı günden beri kendisine sorduğu en kadim soru belki de “ben kimim” sorusu. Bu sorunun cevabı öyle bir çırpıda kolaylıkla verilebilecek gibi de değil. Kendimize anlam ararken etrafımızdaki her şeye değer biçiyoruz. Tüm bunları zihin dünyamıza göndermeler yaparak değerlendirebiliyoruz.

Zihnimizin kıvrımlarında birer yıldız gibi parıldayan isimleri şöyle bir temaşa ettiğimizde, merhum Mehmet Akif, Necip Fazıl, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Dilaver Cebeci gibi büyük şahsiyetlerle karşılaşıyoruz. Onları bu derece değerli ve anlamlı kılan yeni, yerli ve aksiyoner oluşları aynı zamanda kültürlerine karşı vefalarıydı. Bu güzide şahsiyetlerin ortak özelliklerinden biri de vatan ve vatansever gençler adına kaygıları, hafızaları “Yoran- Onaran- En Usta Tamirci” edasıyla babacan tavırlarıydı.

Erciyes eteklerinde gönül insanı, ağabeyimiz Muhsin İlyas Subaşı’nın neredeyse duvarlarında taş değil kitap kullanılmış! Evinde misafiriz. Söyleşinin çok keyifli olacağı “Biz, yangını gül bahçesi yapmış deliyiz” mısralarından o kadar belli ki.

Kıymetli Hocam, Ay Vakti’nin gönül sayfasına hoş geldiniz. Eski bir dergicisiniz, bu sebeple sizin büyük evladınız “Küçük Dergi” ile söze başlamak istiyoruz. Geçmişte dergilerin ve yayınlanan şiirlerin gençlik üzerinde büyük tesirleri olduğunu görüyoruz. Günümüzde bu etki azalmış görünüyor. Dergilerin misyonu nedir? Dergicilik size ne kattı ve sizden ne aldı?

Şiir, gönlümüzde, duygularımızda iz bırakır, ama kendisi izi olmayan umman gibidir, hudutları yoktur, olmamalıdır da. Çünkü manayı taşıyan ve genişçe izah eden şiirin ‘kabuk’ ve ‘öz’ü arasında hudut çizgisi bulunmaz. Bu bakımdan, iyi şiir her zaman müşterisini bulur ve tesirini gösterir. Şu var ki, o yıllarda televizyon yoktu, hele hele ınternet yoktu. Dolayısıyla kişisel maskaralıkları şiir diye ortaya sürecek alan da yoktu. Yaptığınız kaliteli ise, birçok elekten geçip öyle yayınlanıyordu. Yayınlanınca da, bir yer ve değer buluyordu. Bakın ilginç bir uygulamadır, ama doğru bir şeydir: Attila İlhan, bir ara bir derginin (Sanırım Milliyet Sanat) yönetmenliğini yürütüyordu. Kendisine yurdun çeşitli yerlerinden şiirler gelir. O da, bu şiirler içerisinde nitelikli bulduklarını ayırır, şiirin sahibinden yeniden en az beş şiirinin olacağı bir şiir dosyası ister. Diyor ki, “Böylece, bu genç şair, kendi şiirini mi, yoksa bir başkasını taklit ederek aktarma şiir mi göndermiş oluyor onu tespit edebiliyordum. Bana gelen şiirleri güven veriyorsa, onu yayınlıyordum.” Muhsin İlyas, Nurettin Topçu’nun, Osman Turan’ın, Fevziye Abdullah Tansel’in, Mehmet Çınarlı’nın, Mehmet Kaplan’ın, Orhan Okay’ın, Ahmet Kabaklı’nın ve arkasından gelen bir yığın ustanın onayını alamasaydı, bir yerde tökezleyip kalacaktı. Önemli olan da bu.

Başkalarıyla değil, kendinle yarışırsan kazanırsın. Bu çok önemlidir! Küçük Dergi’den alıp verdiğime gelince: O dergi, çıktığı 1980’li yıllarda (1979-1981) İstanbul’un edebiyat egemenliğine kafa tutan bir yayın yaptı. Kendisini de kabul ettirdi. Dergi hakkında yazılan yazılar, derginin yayınladığı yazılar kadardı. Bu, derginin kendi misyonunu ifadede başarılı olduğunu gösteriyor. Ben sadece emeğimi ve paramı verdim. Küçük Dergi ise, bana çok şeyler kazandırdı. Benim “Güç” ve “İddia” penceremdi.

‘Şunu o zaman cesurca yazarak ortaya koysaydım, keşke susmasaydım ne pahasına olursa olsun konuşmalıydım’ dediğiniz bir konu hiç oldu mu? Bizim için açar mısınız?

Ben inandıklarımı ve sahiplendiklerimi yazdım. Savunduğumun arkasında durmayı bilen bir insanım. Bunun için de, bugün “keşke susmasaydım”, diyeceğim geçmişe bıraktığım bir zaaf tortusu yoktur. Bakınız mesela, Merhum Cemil Meriç’le tartışmam ciddi bir cesaret işidir. O güçlü bir kalem ve popüler bir isim, biz Anadolu’dayız ve çevremiz İstanbul’a karşı adeta izole edilmiş. Buna rağmen, “hayır” diyebildik.

Bu mesele neydi?

Merhum Cemil Meriç, “Mağaradakiler” kitabında, “Türk şiiri Nazım (Hikmet)’la biter” şeklinde bir yargısından söz eder. Bunu okuyunca kabullenecek bir tespit olmadığını düşündüm. Bir adamı yüceltmek için bir milletin var olan değerlerinin hepsini yıkıp gidiyorsunuz. Bu konuda hem yazı yazdım, hem de kendisiyle mektuplaşarak, böyle bir yargıya varmanın doğru bir şey olmadığını, Türk şiirine ve yaşayan şairlerimize büyük haksızlık edilmiş olacağını söyledim. Öyle ya, bir dost kayırma uğruna bir toplumun kültür damarlarını nasıl kesersiniz? Buna kimin hakkı var?

Bu tepkimi, bana gönderdiği mektubunda haklı bulduğunu söyledi. “Jurnal” isimli kitabının ikinci cildinde de bu mektuba yer verdi. (Bu meseleyi Dücane Cündioğlu, Cemil Meriç’i anlattığı “Bir Mabed Savaşçısı” isimli kitabında bütün ayrıntılarıyla anlatır.) Burada özellikle şu hususun altını çizmek isterim: Bizim insanımız, bir şairi ya da yazarı tabulaştırdı mı, onun kusurlarına karşı körlük illetine sürükleniyor. Bir insanın iyi şair ya da iyi yazar olması, yanlışını görüp göstermene, eleştirip tepkini ortaya koymana engel olmamalıdır. Büyümenin yolu budur. Bu tartışmamızdan dolayı bana saldıranlar, oturup böyle bir hakikate kıyma hakkının kimsede olmadığı erdemliliğini gösteremediler. Gösterseydiler, gayretim anlaşılabilirdi. Ki, bakın Türk Dil Kurumu’nun kapatılmasında doğrudan rolüm vardır: 1980 İhtilalinden hemen sonra, Türk Dil Kurumu, o yılki şiir ödülünü, ihtilal öncesi yazılmış Marksizm’i öven, güvenlik güçlerini suçlayan bir şiir kitabına verdi. Bu, nedense kimsenin dikkatini çekmemişti. Oturup bu kitaptaki şiirleri irdeleyen “Dil Kurumu Ödül Verirken Neye Talip Oluyor?” (Türk Edebiyatı, Kasım-1980, s.88.) başlığıyla bir yazı yazdım. Yazımı “Türk Edebiyatı” dergisine gönderdim. Bu yazımın yayınlanmasından önce, merhum Ahmet Kabaklı, o zaman sağın en popüler gazetesi olan “Tercüman”da yazıyordu ve bu yazımdan söz ederek makaleler yazdı. Yazım da yayınlandıktan sonra, askeri yönetim Türk Dil Kurumu’nu kapattı. Bugün hâlâ sıkıntısını çektiğimiz ilkel bir dili arılaştırma mücadelesinin böylece önüne geçilmiş oldu ve şairin malzemesi dil de bağımsızlığına kavuştu…

Bir rubainizde şöyle diyorsunuz:
Ben kendi içimden kovulan bir yalnızım,
Kendimde bilinmez nice denklemdir sızım,
Bir ihtişamın rengini göstersem de hoş;
Ben gökte ışıksız unutulmuş  bir yıldızım!

“Ben gökte ışıksız unutulmuş  bir yıldızım” derken adeta sitem ediyorsunuz. Bu sitem kendinize mi, okurunuza mı?

Kendisine sitem eden kalemi atar, günlük telaşa kendisini kaptırır ve rahatlar. Bunun için kendime sitem olmamalı, bu sitem bizi ve çalışmalarımızı anlamayanlaradır. Gecelerinizi veriyorsunuz, emeğinizi, zamanınızı, sağlığını, paranızı veriyorsunuz. Bir eser ortaya geliyor, insanlar ellerine alınca; ‘Acaba hatası nerede?’ gayretine düşüyor. Yazarlar parsellenmemeli, yazar bir tarafa zorlanmamalı. Yazar bağımsız düşünür ve üretirse ülkeye ve ülke insanına katkı sağlar. Bu inancın hayatımızda yer alamadığı ıstırabının ifadesidir o satırlar. Gerçekten ihtişamlı bir tarih ve kültürün, bir inancın rengini hâkim kılma çabasında, yanınızda kimseler olmuyorsa, önünüzü kapatıyorlarsa, ışığınızın bir anlamı yok demektir, bunun için de yalnız kalmış, daha doğrusu sönmüş bir yıldız haline geliyorsunuz. Bu, hemen bütün şair ve yazarlarımız için geçerli bir ciddi problemdir.

Bir şair gözüyle Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Yemen’de yaşanan dram şiirinize yansıdı mı? Bizim bakış açımız nasıl olmalı?

Bu sözünü ettiğiniz yaralı bölgelerin ve insanlarının hepsi için şiirlerim vardır. Bu konudaki hassasiyetimi yakından tanıyanlar bilirler. Hatta bunlarla da yetinmem, Kamboçya’ya, Eritre’ye, Bakü’ye, Semerkant’a, Buhara’ya uzanırım. Şair kendi toplumun diliyse, bunlara mesafeli duramaz. Duranlar, zaten kimlik krizine düşenlerdir. Onların bırakın ülkeyi, başka ülkelerin kardeş insanlarını, kendilerine bile faydaları yoktur. Bir başka ülkedeki kardeşinin ayağına taş değse, yüreği sızlamayan insanla bizim farkımız işte budur. Edebiyatı bu tür meselelerin dışına taşıp gevezelik ve sayıklamaya dönüştürenlerden keyfiyet bakımından da farkımız bilinmelidir. Meselesi olmayan şairin, ufku da olamaz!

Hakkınızdaki bir yazıda çağdaş insanın bunalımlarına mistik çözümler getirdiğiniz söyleniyor. Nedir bu çözümler, kısaca bahseder misiniz? Bu çözümler ne derece başarılı oldu? Siz de bu ifadenin açık bir yorumu gibi şiirde insanın yaratıcısıyla “iç kontak kurması” gerekliliğini söylüyorsunuz bunları biraz açar mısınız?

Kâinat tablosu içerisinde tek farklı canlı insandır. İnsan Yüce Yaratıcı tarafından “Kendi halifesi” dolayısıyla “Eşref-i mahlûkat” olarak vasıflandırılıyorsa, şair ve yazarın görevi bu idrake insanları taşımak olmalıdır. Bugün insanlık manevi çöküşün bunalımına sürüklenmektedir. Batı’da aile bitti. Güven bitti. İnsani duygular öldü, hayvani talepler ön plana çıktı. Materyalizm, emperyalist çabalarla kendini beslemeye çalışıyor. Bu dehşetli bir çözülme ve çöküştür. Gidiş vahamet arz ediyor. Şair ve yazar bunlara duyarsız kalamaz, kalmamalıdır. Bana düşeni inancım ve yeteneğimin sınırları içinde yapmaya çalışıyorum. Bunun için hakkımda yazılanlarda böyle bir yorum, anlaşıldığımın ifadesidir sanırım. Şimdi iç kontak meselesine gelince, şair manevi duyarlılıkta olmak zorundadır. “Şair dindar olmasa bile Tanrı’ya en yakın insandır.” Çünkü şiir biraz ilham işidir. İlham’ın vahiyden beslenmediğini düşünmemek gerekir. Bu da insanı ister istemez Yaratıcısıyla bir iç kontağa götürür. Kim yazarsa yazsın, şiirlerin hepsinde rahmani bir öz vardır. Bu özden kaçanların yazdıkları ise kadavra şiirlerdir, bir dönem parlasa da saman alevi gibidir, parladığı gibi söner ve unutulup gider. İnsanın uhreviyetini besleyen özü olmasaydı, Yunus ve Mevlana hâlâ milyonlarca insanın dili ve gönlü olabilirler miydi?

Bugün genç şairlerde böyle bir kaygıyı görüyor musunuz?

Bütünü içinde bakarsak ‘evet’ diyerek memnuniyetimi ifade etmeyi çok isterdim. Buna rağmen, bu işi ideal edinen ve hatta bunu bir sorumluluk gibi algılayan birçok genç arkadaşımız güzel şiirler yazıyor. Mesela sizlerin ikinizin de geleceğinden çok umutluyum. Deniz Dengiz Şimşek, geleneksel şiir tarzına yeni yorum kazandırma çabasında oldukça başarılı. Bülent Gündoğan’ın çağdaş şiir anlayışı içinde kendine özgü sesiyle kalıcı olacağına inanıyorum. Zamanla, diğer genç şairlerimizin de kendilerine iyi bir yer edineceğini umuyorum. Biliyorsunuz, şiir genelde kuma istemiyor. Bir insan, hele hele ilk gelişme döneminde tek meşgale olarak şiiri seçerse o önemli eserler üretebilir. Ama kendi duygu dünyasını diğer türlerle, mesela, romanla, hikâyeyle, denemeyle zenginleştirmeye kalkarsa, şiirin onların arasından sıyrılıp çıkması biraz zor olur. Ha, bunu başaranlar yok mu? Var elbette. Ancak özel yetenekler genelin yönlendiricisi olamaz, olmamalıdır. Bakınız, şiire başladığım ilk yirmi yılımda şiirden başka bir şeyle ilgilenmedim. Bunun içindir ki, ülkemizin birçok saygın dergisinin önemli şairleri arasında yer alabildim. Buna rağmen, yalnızca şiirde ısrarlı olsaydım, mutlaka çok daha popüler olurdum. Gerçi, Türkiye’de şiir kitabı 10 bin satış çıtasına uzanan şair çok azdır. Hamdolsun, o şansı yakalamış birisiyim. “Sevdakâr” isimli kitabımı Milli Eğitim Bakanlığı bastı ve tam tamına 8 bin adet sattı, ama yeterli değil. Kemiyetle keyfiyeti tayin edemeyiz. Bir de şöyle bir şansım var: (ki, düzyazı ile şiiri bir arada götürenlerin hemen tamamına yakını böyledir.) Son yirmi yıldır tek meşgalem edebiyat olmuştur. Böyle olunca, yani olgunluk dönemine gelince,  zamanı şiir koridoruna hapsetmek de olmuyor. Bilgi birikimi, tecrübe, kanaat ister istemez sizi yeni yönlere zorluyor. Bunun için Romana da yöneldim. İlk romanım “Ahtapot”, 1995 yılında neşredildi. Yani yaş olarak 50’nin üzerine çıktığım bir dönemdir. Beş Roman yazdım. Araştırma kitapları yazdım. Deneme yazdım. Mesela, denemelerimde özellikle edebiyat öncelikle de şiir üzerinde durdum. Bu, artık yaşın kemale ulaşmasının getirdiği bir genişlemedir. Son bir asırlık edebiyat maceramıza bakın büyük şairlerin hemen hepsinin bir yaş, daha doğrusu kemal çizgisinden sonra açıldıklarını görürsünüz.

Kalem ve kelam ehli bir insan olarak yazılarınızda sevincinizi, mücadelenizi ve kavganızı yansıtabildiğinize inanıyor musunuz? Yazılarınız, içinizde belki de kendinizden bile sakladığınız “Muhsin İlyas Subaşı’nı” deşifre edebilecek bir saflıkta mı?

Yansıtmaya çalışıyorum. Şiirde olsun, romanda ve hatta hikâyede olsun, çoğu zaman yazar kendini anlatır, yazılanlar bir anlamda şair ve yazarın kendi biyografisinin dillenen hâlidir. İşte o hâl içinde de saklanan gizli dünyanız bir yerde uç verip ortaya çıkabilecektir. Bütün bu eserlerim dikkatli bir şekilde tahlil edildiği zaman, dünya görüşüm, inançlarım, ideallerimin net bir fotoğrafını bulmak mümkün olacaktır. İşte o fotoğrafın içinde kendimden sakladığım o ‘gizli ben’in ideal ufkundaki çabası belki fark edilecektir. Burada şunun da altını çizmek isterim; kendimi anlamaya başladığım günden bu yana kişiliğimde, kimliğimde, sözlerimde ve inançlarımda en ufak bir kırılma ve hatta sapma olmamıştır. Kendime güvenimi korudum, ama psikolojinin “Süper Ego” dediği aşırı bencillik duygusuna hiç kapılmadım. Bu çok önemli bir duruştur. Dün akı savunup bugün karaya yapışan, gri gözüküp beyazı savunan bir şahsiyet profili ortaya koymadım çok şükür. Bunun için de kendimden sakladığım ikinci bir Muhsin İlyas Subaşı hiçbir zaman olmadı, sanırım bundan sonra da olmayacaktır. Mevlana’nın “Göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” esprisi hayatımın ana mihenklerinden birisidir. Benim için en büyük fazilet de bu olmalıdır.

Büyük Doğu, Diriliş, Mavera kelimeleri sizde hangi çağrışımları yapıyor. Bu oluşumların sizin yazım karakterinize etkisi oldu mu?

“Büyük Doğu” Dergisi, 1940’larda yayına başladı. Tek partili dönemin ağır baskılarına rağmen, bu milletin öz değerlerine sahip çıkmış ve bunu tek başına savunabilmiş bir ismin eseridir: Necip Fazıl’ın… Necip Fazıl, 31 Mart olaylarını İngilizlerin teşvikiyle tertipleyen Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın daha sonra yaptığı işin vahametini anlayıp Sultan II. Abdülhamit’ten özür dileyen, “Abdülhamit’in Ruhaniyetinden İstimdat” şiirini, “Neşredersen seni içeri alırlar” diyerek yayınlamaması yönünde yapılan bütün uyarılara rağmen, neşreden ve hapse giren bir iradeyi temsil eder. Bu dergi on altı defa kapanmış ve yeniden yayına başlamıştır. Necip Fazıl hakkında açılan davaların yarısında istenen mahkûmiyet verilseydi, üç yüz yıl hapiste yatması gerekirdi. Yaşlılık dönemini, daha doğrusu son nefesini de mahkûm edilmiş olarak verdi. İnanıyorsan böyle inanacaksın, inandığını böyle yaşayacaksın. Bizim neslin ideal hamuru onun mücadele ve kararlılık ruhuyla yoğrulmuştur. “Diriliş”, Sezai beyin dünyasının yansımasıdır. Büyük Doğu’nun farklı bir biçimi. Nasıl Necip Fazıl Büyük Doğu’yu tek başına doldurup götürmüşse, Sezai Karakoç da 1960’ta “Diriliş”i aynı şekilde neşretmiştir. Diriliş’te, bazı isimlerin ilk denemeleri yer alsa da, lokomotif Sezai Beydi. Dergi onun ismiyle özdeşleşmiş durumdaydı ve hâlâ öyle anılmaktadır. İkisinin dergileri de uzun ömürlü olamamış, sık sık kapanıp çıkmıştır. Diriliş, bizlerin ve daha çok bizden bir alt kuşağın beslendiği güzel bir dergidir. Düzenli takip ettiğim bir dergidir. Necip Fazıl biraz daha siyasî ve fikrî, Sezai Karakoç ise, bugün bir parti genel başkanı olmasına rağmen, daha edebî ve fikrî bakmıştır meselelere. Birinde aksiyon, öbüründe estetik etkin gözükür. Necip Fazıl, meydanları, konferans salonlarını tercih etmiş. Sezai Karakoç münzeviliği seçmiştir. Bir derviş mizacı vardır onda. Kendi uzletinde yaşayan bir düşünce adamı. “Mavera”ya gelince; bu her iki ustanın etrafında yetişmiş isimlerin kolektif tavrını yansıtır. Erdem Bayazıt, Cahit Zarioğlu, Rasim ve Alâeddin Özdenören kardeşler, Mehmet Akif İnan, Nazif Gürdoğan gibi isimlerden oluşan bir kadronun sahiplenip yürüttüğü bir dergi çalışmasıydı. 1976’da yayına başladı. Bunlar Necip Fazıl’ın aksiyonu ile Sezai Karakoç’un estetiğini birleştirmeye çalıştılar diye düşünüyorum. Uzun bir dönem yayın yaptı ve etkili de oldu. Sonra da kapandı. Bu dergilerle doğrudan bir ilişkim olmadı. Yalnız, Mavera’ya ilk çıktığı yıllarda bir şiir göndermiştim. Şiirime yer vermediler dergide teşekkür ettiler. Bu defa o yıllarda yeni çıkan şiir kitaplarımdan birkaçını gönderdim. Rahmetli Cahit Zarifoğlu uzun bir mektupla özür sayılacak bir cevap gönderdi. Sonra bu kadroyla çok yakın ilişkilerim oldu, dostluklarımız devam etti ve ediyor. Daha sonra, uzunca bir mektubumu da dergide yayınladılar. Bu üç derginin benim fikrî gelişmemden çok, edebi algılama alanıma etkileri olmuştur. Bizim neslin tamamına bunu sağladığını düşünüyorum. Yeni neslin şanssızlığı böylesine nitelikli yayın organlarına yetişememeleridir.

Günümüz şairinin ve yazarının özellikle ben merkezli ürünler verdiği, halktan uzak kaldığı eleştirilerine katılıyor musunuz?

Edebiyat adamı mutlaka farklı insandır. Bunu kabul etmek lazım, ama bu farklılık onu toplumun üstüne çıkarmamalıdır. Bugün büyük handikabımız budur işte. Öyleleri kendilerini düzeltmeden toplumu düzeltmeye kalktıkları için hiçbir zaman başarılı olamamışlardır. Şimdi Necip Fazıl’ın, “Ben halka inmem, halk bana yükselsin”, şeklinde bir yaklaşımı var. Bu, aslında halkın bilgi ve bilinç bakımından doyurularak oraya taşınması içindir. Değilse, şair ve yazarın hedef kitlesi halktır. Kendisini halktan uzaklaştıran, Cemil Meriç’in ifadesiyle “Fildişi Kule”ye hapseden hiçbir şair ve yazar geleceğe taşınamaz. ‘Ben merkezli’ eserleri verenler o kendi ilkel benliklerinin çemberi içine hapsolup giderler. Aklı başında aydın bu tuzağa düşmemelidir…

Necip Fazıl ve Cemil Meriç’le yaşadığınız birliktelikler sanırım zaman zaman zihninizde canlanıyor. Onlarla aynı mekânda bir zaman dilimi içerisinde olmak nasıl bir histi. O günlerden bize de bahseder misiniz?

Rahmetli Necip Fazıl’ın büyük önem verdiği şehirlerden birisi Kayseri’dir. Kayserili de onu severdi. Etrafındaki gençlerin önemli bir kısmı Kayseri’den çıkmıştır. Bu şehre çok sık gelmiş ve hemen bütün konferanslarını burada da vermiştir. Biz bu konferanslarda sık sık beraber olduk. Hatta bir defasındaki konferansında, “Sakarya Türküsü”nü okuması istenmişti. Kitap da bende vardı. Benden kitabını istedi ve şiiri okudu. O yüzden kendisini çok sevmiştim. Cemil Meriç ise çok farklı bir kişiliktir. Ona, 1982’de İnceleme dalında “Kayseri Sanatçılar Derneği (KASD)”ın ödülünü vermiştik. Buraya geldi. Tiyatro’da muhteşem bir tören vardı. O yıl, Meriç’le birlikte Mehmet Çınarlı, Ahmet Kabaklı, Sevinç Çokum, Durali Yılmaz, Mustafa Ruhi Şirin gibi isimler de vardı. Ben salonda şiirimi okurken, yukarıda sözünü ettiğim  “Türk Şiiri Nazım’la biter”, sözüne göndermede bulunarak salondaki bu güzel ortamın Türk şiirinin bitmediğinin bir işareti olduğuna dikkati çekip rahatsızlığına rağmen, aramızda olduğu için şiirimi kendisine ithaf edeceğimi söyledim. Şiirimi okudum, beni kalkarak ayakta alkışladı. Yanına oturduğumda, “Muhsin bey, beni ihya ettiniz, sağ olunuz, var olunuz, sizler için buraya geldim”, dedi. Kendisine ödülünü verirken, Mehmet Çınarlı, benim sözümü hatırlatarak; “Bu konuda ne diyorsunuz?” diye sorunca, bir otuz saniye kadar sustu. Cevabı bu defa Çınarlı verdi: “Üstad, siz galiba, Nazım Hikmet’in Türk şiirini bitirdiğini söylemek istiyorsunuz?”dedi. Cemil Meriç de; “Şairler akıllı adamlardır Mehmet Bey, teşekkür ederim beni kurtardınız”, diye karşılık verdi. Ödülünü alıp yerine oturdu. Bu olay, onda o sıralar değişik bir tepkiye neden olmamıştı, buradan memnun ayrıldı. İstanbul’da da Kayseri’den ve bizden çevresine sitayişle söz etmiş. Ne var ki, bu olayın arkasından Cemil Beyin bir arkadaş tarafından eleştirilmesi, onu bize kırgın hale getirdi. O yazılarında coşkun bir sel gibiydi. Önüne kattığı her şeyi kendi ummanına taşıyordu. Cemil Meriç’i öyle kabul ederek sevdim.

Son soru olarak, siz özgüven için alın teri gerekli diyorsunuz. Bir de günümüzde kelimeler artık o eski vurucu gücünü  kaybetmiş ve sanki inandırıcılığını yitirmiş duruyor. Edebiyatımızda böyle bir kan kaybı yaşandığını  düşünüyor musunuz?

Evet, özgüven için çaba gerekli. Bu olmadığı için maalesef bu kan kaybı açık bir şekilde gözüküyor. Tabii sadece bunlar da değil. Sözünüz doğru: “Bir de günümüzde kelimeler artık o eski vurucu gücünü  kaybetmiş ve sanki inandırıcılığını yitirmiş  duruyor.” Çünkü şiirin ana malzemesi dildir! Şair dil mimarıdır, dil kuyumcusudur. Dili şiirinde işleyecek, şiiriyle dile hizmet edecektir. Dil bilmeden şiir yazılmaz. Dil denince bizim şairlerimiz, konuşulan Türkçeyi düşünüyorlar, hayır değil! Dil’in etimolojisi, fonetiği, daha önemlisi lügat ve ıstılah anlamları bilinmeden şiir yazılmaz. Kelimeler şairin ruhunda kanat açacak, bizim duygularımıza bir kelebek renkliliği ve güzelliğiyle taşınacaktır. Arı nasıl bin bir çiçekten öz toplayıp onu bala dönüştürüyorsa, şair de kelime bahçesinde gezinecek iyi kelimelerle şiir balını oluşturacaktır. Şiir bu malzemeyle iyi işlenirse işte o zaman şair kalıcı oluyor, şiir toplumun ortak şuuru, hatta ruhu haline gelebiliyor… Bunu başaramazsak kan kaybı devam edecektir…

Muhsin İlyas hocam, Ay Vakti adına teşekkür ederiz.

Efendim ilginiz için ben de teşekkür eder, sizlere başarılar dilerim…

Muhsin İlyas Subaşı’dan bir şiir:

BİZ ÇİLEYİ YOL EYLEDİK

Düştü ruhumuza ismi,
Sevgisini hâl eyledik.
Baktık kainatta resmi,
Dilimizi lâl eyledik…

Hayat binbir vâveylada,
Lâ da değil, O, illâ da,
Leylâ bizde, biz Leylâ’da
Gönlümüzü çöl eyledik…

Bu bir aşktır gönle gider,
‘Aşk, nefiste ölmektir,’ der.
Ölmeyenler neler öder,
Biz o nefsi kul eyledik…

Her rengin ayrı dili var,
Her renk aynı sırra çıkar,
Sır insanı nurla yıkar,
Biz o sırrı yol eyledik…

Gönül kendince bir dildir,
Çilesiz aşk, aşk değildir,
Bu kapıdan gel, sen de gir,
Biz çileyi bal eyledik!..

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Üşüyor İnsan / Ay Vakti
Söylenenden / Şeref Akbaba
Cezada Elif Sükûneti / Naz
Gazze’nin Çocukları /
İlham ve Düş(ün)meye Açık Olmak / Necmettin Evci
Tümünü Göster