Şeftali çiçeğine benzeyen, küçük, çelimsiz ve güzel kızın kasabaya gelişi, kasabada öyle çok büyük bir değişikliğe sebep olmadı. Hatta onunla yalnız ben ve garajdaki değnekçilerden biri karşılaştık. O kadar… Büyük bir ovanın ortasına kısılıp kalmış; küçük, ağaçlı, yeşil ve çevrede her mevsim sıcak olmasıyla tanınan bir kasabada yaşıyordum. Hala da öyle…
Yazları, bunaltıcı bir sıcaklık sarıyor dört yanı. Yakıcı bir sıcaklık değil bu, keşke öyle olsa dedirtecek cinsten; boğucu, yapış yapış, gölgede dahi insanı rahat bırakmayan bir sıcak. Canınızdan beziyor, yaşamaktan sıkılıyorsunuz. Bu yüzden de kasabalı, haziran dedi mi yayla yollarına düşüyor ve şehir talana uğramış gibi bir iki gün içinde hızla boşaltılıyor.
Ben gidemiyorum. Zaten sadece memurlar, işçiler, bakkallar gibi geçimleri kasabaya bağlı insanlar gidemiyor. “Nimet Lokantası” da çalışmak zorunda olan yerlerden. Lokanta, yaz kış, her sabah altı buçukta açılıyor. Şaka maka kırk yıllık mazisi olan bu lokantada çalışmak, benim için baba mesleğini sürdürmek demek. Bir yerde mecburiyet… Hep bu işin başında değildim. İstanbul’da okuyordum. Üniversite yıllarında boyumu aşan hayallerim vardı; kendimi değiştirmek, şehrimi değiştirmek, insanlığı değiştirmek… Şimdi dönüp bakınca hepsi ne kadar da uzak görünüyor. Hayallerimin peşinde kitaplarıma gömülmüşken gelen bir telefonun ardından, o hayallerin yerini “Nimet Lokantası” aldı. Babam rahatsızlanınca İstanbul’dan çağırıyor, gel işin başına geç, diyor. “Artık ihtiyarlık iyice yokluyor beni, işlere yetişemiyorum.” Bu yakarış karşısında savunmasızım. Hiçbir şey söylemeden, başka bir soru sormadan, bavulumu, kitaplarımı toplayıp alelacele yola çıkıyorum. “Niye ben?” diye düşünmüyorum. Biliyorum ki bu soru bir sürü kırgınlığı ve kızgınlığı da taşıyacak beraberinde. “Niye abim değil de ben?” diye durup düşünmek lazımdı belki, ama kararlıyım, bu türden soruları aklıma yaklaştırmıyorum.
İstanbul’u ve okulumu arkamda bırakıp kasabaya döneli üç yıl oluyor. O gün bugündür lokantadayım. Kışları ve baharda günün hemen her saati lokanta dolup boşalıyor. Yaz aylarında ise işler sadece sabahları yoğun oluyor. Eş ve çocuklarını yaylalara göndermiş memur ve esnaf taifesi kahvaltısını bizim lokantada yapıyor. Onlara yetişmek için beşte kalkılmalı illaki, altıda çorbalar ve kahvaltılıklar hazır edilmeli. Mahalledeki camiin imamı takılır bazen; “Bizim dükkânı da sen açıver” diye. Güler geçerim. Onca sıradan meslek içinde bir sıradan meslektir benimki. Üzerinde kafa yormaya gelmeyen bir sıradanlıktır bu.
Lokanta açılıyor, müşteriler geliyor. İstisnasız hepsinde sebebini anlayabildiğim bir telaş; herkes bir yerlere gidiyordur muhakkak, herkesin yapılacak işleri vardır. Onlar gidiyor, garson tabakları topluyor, ben taburemi dışarı çıkarıyorum. Yapacak pek bir şey yok bu saatlerde. On ikiye kadar gelen giden olmuyor. Kendimle baş başa kalınca da her şey daha bir sıkıcı, boğucu, bunaltıcı ve yorucu görünüyor gözüme. Zaten hava da Allah’ın her günü sıcak. Bu yüzden, bu anlamsızlığı kırmak, bu sıradanlığın sonu gelmez çemberinden sıyrılmak için okuyorum. Hayallerimin denizinde çırpındığım mesut günlerden geriye bir bu alışkanlık kalmış ne de olsa. Elime bir Dostoyevski romanı alıyorum. Ev Sahibesi, Beyaz Geceler, Karamazof Kardeşler… Bugün sıra Ev Sahibesi’nde. Seviyorum Dostoyevski’yi. Kaybeden adamdır, vazgeçen adamdır, nehrin akışını değiştirmeye gücü yetmeyen adamdır. Petersburg’un sisleri arasında, adaları birbirine bağlayan taş köprülerden birinde durmuş; kanalın bulanık suyuna, bu suyu çalkalandıran mavnalara bakarken hayal ediyorum onu hep. Bakıyor… Bakıyor… Bakışlarından anlıyorum ki hayat karşısında elinden bir şey gelmiyor. Onun yazgısıyla kendi yazgım arasında benzerlikler görüyorum. Onunla aramda ortak bir bağ kurabilmek beni mutlu ediyor, rahatlıyorum biraz daha.
Camekânın önünde oturuyorum. Öğleden sonra. Temmuz ortasındayız. Buna rağmen hava alışılmışın dışında bir ılıklıkla kıpırdanıyor. Kasabanın sırtını dayadığı Akçadağ’dan serinletici bir ikindi rüzgârı kopup gelmiş:
“Yavaş yavaş sallanıyor yapraklar ağaçlarda”
Meşgalesiz şairin mütebessim mısrası benim de yüzümü güldürüyor. Etrafımı görmek için başımı kaldırıp bakmama hiç gerek yok. Her gün bu saatlerde seyrettiğim manzaranın rutini belli: Karşımda garaj… Garajın bitişiğinde küçük bir park… Parkın ortasında bir havuz… Havuzun tam kalbinde eski, paslı, titrek bir fıskiye… Fıskiyeye pike yapan güvercinler… Islak çimenler üzerinde bedenlerini dinlendiren kumrular… En çok da bu kuşlara şaşarım zaten. Kanatları var, isterlerse uçup gidebilirler. Ama gitmezler daha güzel, daha sakin bir yere. Neden gitmezler? Ben neden gitmem? Bu lokanta… Elimi kolumu bağlayan babam… Okaliptüs ağaçları ve serviler. Yollar tenha; suyun sesi, güvercinlerin sesi… Ağaçların yapraklarında rahatlamış bir hışırdama… Dostoyevski’yi okuyor, hastalıklı âşıklarda, umursamaz sevgililerde içimden bir şeyler buluyorum. Ne bulduğumdan emin olmasam bile, bu romanların kahramanlarıyla yaşadıklarım arasında tarifi zor bir yakınlığı ta iliklerimde duyuyorum.
Bir otobüsün havalı kornasının ürkütücü sesiyle irkiliyorum. Vilayetten gelen otobüs garaja giriyor. Heyecan verici olmasa da onca rutin arasında garaj her zaman telaşlı, her zaman hareketlidir. İnsan bu tozlu ve gürültülü yeri seyrederken mümkünü yok sıkılmaz. İşler hep ucu ucuna yetiştirilmektedir. Hiçbir şeyin zamanı belli değildir; bütün olaylar vakti gelince gerçekleşiverir. Kasaba içinde yaşadığına inandığım yegâne yerdir. Değnekçiler, otobüs şoförleri, muavinler, yazıhaneciler… Koşuşturmaktan yorulmayan, telaştan zevk alan, aceleyle beslenen insanlardır bunlar. Bunca telaşın ortasında sakin, ürkek birini görünce dikkatimi çekiyor. Otobüsten bir kız iniyor. Üzerinde şeftali pembesi uzun bir elbise. Elbisenin üstünde beyaz, ince bir hırka. Hemen omzunda biten düz, siyah saçlar. Beyaz, sıcaktan pembeleşmiş bir ten. Çelimsizlik derecesinde zayıf; bu yüzden olsa gerek olduğundan daha bir küçük gösteriyor. Etrafa bakışından kasabanın yabancısı olduğu anlaşılıyor. Acaba kim? Kime…? Nereden geldi? Neden?
Küçük, çelimsiz kız, kaldırım taşlarına adımını atarken eteği hafifçe sallanıyor. Rüzgârda süzülen bir şeftali çiçeğine benziyor bu haliyle. Saflığına, temizliğine ve güzelliğine hayranlık duyarak takip ediyorum onu: Değnekçiye yaklaşıyor, çantasından bir kâğıt çıkarıp bir şeyler soruyor. Belli ki bir adres ya da bir isim. Değnekçi benden yana dönüyor. Koluyla havada artistik bir kavis çizerek caddenin benim oturduğum tarafını gösteriyor. Kız gülümsüyor, teşekkür ediyor. Elindeki kâğıdı çantasına koyuyor. Sakin adımlarla, süzülerek caddeyi geçiyor. Değnekçi uzaktan eliyle işaret ediyor: “Seni soruyor!” Ben, ayağa kalksam mı kalkmasam mı diye tereddüt ediyorum; o tereddütsüz, caddeyi geçmeye başlıyor. Bir de bakıyorum yanıma gelmiş. Kalkıyorum ayağa; “Afedersiniz” diyor, “Kılıçtar ailesinden birini arıyorum, bana burayı gösterdiler”. Yüzüne bakıyorum. Göz çukurları ve yanakları yaşını daha da küçük gösteriyor. “Evet” diyorum. “Nasıl yardımcı olabilirim?” Seviniyor, mutluluğu gözlerine yansıyor. “Böyle bir anda sizi bulmak çok sevindirici” Beni, ya da Kılıçtar ailesinden birini böyle çarçabuk, zahmetsizce bulduğu için memnun. “İsterseniz oturalım” diyor, “Söyleyeceklerim ayaküstü anlatılacak şeyler değil.” Boğazımdan aşağı büyük bir hava kabarcığı iniyor, midemin orta yerinde patlıyor. Heyecan, merak, telaş… Duygulara isim arayacak kadar çok zamanım olmuyor oysa.
İçeri buyur ediyorum, klimanın tam önünde bir sandalye çekiyorum. Oturuyor, klima ağır ağır çalışıyor. İçerde yapay bir serinlik dolaşmaya başlıyor. Ona bakıyor, anlatmasını bekliyorum. Dudakları hafifçe aralanıyor, derin bir nefes aldıktan sonra; “Fuat…” O daha cümlesini tamamlamadan saygısızca kesiyorum sözünü: “Abim olur kendisi.” “Ya…” diyor, bunu beklemiyordu şüphesiz. Şaşırdı, şaşkınlığı ellerine sirayet ediyor. Masadan aldığı bir peçeteyi evirip çevirmeye, heyecanını bu şekilde yenmeye çalışıyor. Ne düşünüyor şu an? “Acaba sesimdeki heyecanı duydu mu? Ne düşündü benim hakkımda? Ne kadar kaba, küçük kasabalı bir esnaf… Taşralı? Zaten ne olacaktı bu küçük tozlu kasabada?” Bir sürü şey, bir sürü olumsuz cümle geçmiş olabilir aklından. Toparlıyorum kendimi; saygılı görünmem lazım: “Hayırdır inşallah. Fuat abimle ilgili bir sorun mu var yoksa?” deyip konuşmayı ve dikkatini abimin üzerine çekmek istiyorum. “Önce kendimi tanıtayım” diyor; “Adım Nursema.” Duruyor, derin bir nefes alıyor. “Şey… Biz, Fuat’la üniversitede tanışmıştık.” Üniversite… Abim… Dükkân… Abim üniversitede kalmaya devam ediyor, ben okulu yarıda bırakıp dükkânın başına geçiyorum. Aman ne saadet! Ona tekrar bakıyorum. Konuşmanın başından beri ilk kez, gözlerim gözlerinin içine değiyor. Anlatıyor her şeyi, niye geldiğini, nasıl geldiğini. Telaşı ve heyecanı o anda bir kararlılığa dönüşüyor. Omuzlarındaki yükü bir anda atıp kurtulmak ister gibi bir hali var. Dersine iyi çalışmış bir öğrenci gibi baştan başlıyor; abimle nasıl tanıştı, nerde gördü, nasıl gördü… Her şeyi nizami bir sıra içinde anlatıyor. Fakültede konusunu anlatan kızlardan biri gözümün önüne geliyor o konuşurken. Dışarıda sis var, içerde belki on, on beş kişiyiz. Mehmet Akif’i anlatan bir ses; ince, derinden gelen, küçük pınarların çıkardığına benzeyen sakin bir musiki. O kız da, hayallerimin başköşesine milyon kıratlık bir pırlanta gibi kurulan o kız da, o gün beyazlar giyinmişti; beyaz bir bluz, altta siyah, kadifemsi bir etek. Üzerine kar yağmış sonbahar yapraklarını anımsatan bir görüntü. Kalemi elime alıp defterimin kapağına ne yazdığım bugün gibi aklımda: “Ellerinden belli olur bir kadın, Denizin dibinde geziyor gibi…” Nursema’nın sesi tekrar kendine çağırıyor beni. Anılar denizinden kaldırıyorum başımı. Sesindeki kararlılık değişiyor birdenbire, sesinin tonunu düşürüyor. Bir başkasının duymasından çekinerek: “Size bunu söylerken biraz utanıyorum ama… Nasıl söylesem… Ben… O zamanlar deliler gibi âşıktım Fuat’a…” Onu anladığımı göstermek için başımı sallıyorum. “Ona açılma fırsatım olmadı. Hayır. Yani, belki çok fırsatım oldu ama utandım, cesaret edemedim. Aradan iki yıl geçtikten sonra bir de baktım ki bunu yapmazsam, Fuat’ı bulup her şeyi anlatmazsam çıldıracağım. Bu düşünce bir ömür boyu takip edecek beni. Ömrümün sonuna kadar pişman yaşamaktansa tüm cesaretimi toplayıp bu yolculuğa çıkmak, böyle bir maceraya atılmak daha az korkutucu geldi bana.” Demek benim yapamadığımı yapabilen insanlar gerçekten var! Genç bir kız için büyük cesaret, takdire şayan bir davranış. Hayallerinin peşine düşmesi ne güzel şey…
Bir müddet karşılıklı susuyoruz, garsona bize meyve suyu getirmesini söylüyorum. Vişne suyunu yavaş yavaş yudumlarken biraz daha duruluyor. “Beni kınamadınız, değil mi?” diye soruyor. Hayır, kınamadım. Neden kınayayım ki? “Onu görebilir miyim?” diyor mahçup bir sesle. Meyve suyunun soğukluğunu, bardağın kıvrımlarını, klimanın serinliğini, şeftali çiçeğine benzeyen küçük, çelimsiz kızın sürdüğü ince, hafif parfümün kokusunu… Dikkatimi dağıtan onlarca şey var; bir anda bir rüyanın içine atıyorlar beni: Kalabalık bir meydandayım, etrafımdan hızla insanlar, arabalar geçiyor. Yüksek binalar var dört yanımda. İnsanlar görmüyor beni, o kadar telaşlı, o kadar aceleciler ki. Sonra kalabalık bir anda dağılıyor; yapayalnızım. Korkutmuyor bu yalnızlaşma beni. Güvercinler, şadırvan…“Fuat” diyor Nursema. Abimin adı, Nursema’nın sesi. Kendime geliyorum. Ne yapmalı? Abim burada değil, gelmesi için yarını beklemeli. Kızı alıp bu gece kalması için otele yerleştirebilirim, yarın da abimi çağırırım o konuşur Nursema’yla. Diyeceğini deyiverir. Aradan çekilmek; bu küçük, güzel, çaresiz varlığın hayallerini alt üst etme işini abimin üzerine yıkmak istiyorum.
İçimden bir şey dürtüyor beni. Ben anlatmalıyım her şeyi Nursema’ya. “Anlatacaklarım hoşuna gitmeyecek maalesef, ne yazık ki seni sevindiremeyeceğim.” Yüzüne bakmıyorum, bakarsam bu kadar cesur, böylesine acımasız olamayabilirim. Abim okuldan sonra evlendi, diyorum pat diye. Üzülüp üzülmeyeceğine aldırmıyorum bile. Biliyorum ki üzülecek, bu kadar yolu boşuna gelmiş olmayı kim ister? Kasabanın yerlilerinden bir esnafın kızıyla evlendi, diye devam ediyorum. Tepkisini görmek için gözlerine bakarken darbenin şiddetini biraz daha artırıyorum: Yengemle tuhafiye dükkânı işletiyor. Şaşırdı, bu kadarını beklemiyordu şüphesiz. Daha da acımasızlaşıyorum, yine de görmek isterseniz sizi götürebilirim, diyorum. Utanıyor, sıkılıyor, kızarıyor. Sesi titriyor. Sadece, hayır, gerek yok, sözcükleri dökülüyor ağzından.
Yenildi, dünyası başına yıkıldı. Ayaklarının altında devasa bir boşluk belirdi birden. İçine doğru çekiliyor ama umursamıyor artık böyle şeyleri. Ben kalkayım, diyor. Bir teselli cümlesi ne çok yakışır bu konuşmanın finaline: “Keşke daha iyi şeyler söyleyebilseydim size… Ama maalesef…” bu gerçekten ağır oldu. Yanağındaki kaslar seğirmeye başlıyor. “Önemli değil, sizin elinizde olan bir şey yok.” Bir bilse her şeyin nasıl da benim elimde olduğunu… İçimde uyuyan şeytani tarafın şu anda nasıl da vicdansızca çalıştığını… “Ben zaten böyle bir sonu bekliyordum. İki yıl, kulağa kısa gelse de bir insan için çok uzun bir süre aslında.” Kalkıyor. Ben de kalkıyorum, iyi bir ev sahibi olmalıyım. Teşekkür ederim her şey için, diyor. Keşke daha farklı olsaydı, diyorum. İçimdeki şeytan gülümsüyor; yalandan kim ölmüş! Kendimden utanıyorum. O ise yine bir şeftali çiçeği gibi süzülerek yürüyor hızlı adımlarla. Garaja doğru gidiyor. Caddeyi neredeyse koşar adım geçiyor, kalkmak üzere olan otobüse biniyor. Savaş meydanını terk eden bir kumandana benzetiyorum onun bu son halini. Her komutan zafer için girer savaşa, kaybetmek için maceraya atılmaz kimse. Onu anlıyorum. Ama biliyorum ki anlatsam, onun beni anlaması mümkün olmayacak. Otobüs giderken içimde garip bir ferahlama oluşuyor. Suyun akışını değiştirmiş adam… Kanaldaki bulanık suyu seyretmekten fazlasını yapmış adam… Dostoyevski’den bile daha büyük bir iş başarmış olarak hissediyorum. İçimdeki şeytani taraf intikamını aldığı için mutlu. Vicdanım huzursuz ama ne önemi var bunun?
Lokanta gözüme daha az sıradan, daha az düşman görünüyor. İçeri gidiyorum, koltuğa kuruluyorum. Abim geliyor bir iki arkadaşıyla, gayet de mutlular. Hoş geldin, diye karşılıyorum. Ne var ne yok diyor, arayan soran oldu mu? Hayır, kimse gelmedi, kimse sormadı seni. Dairede işler nasıldı diyorum, soru sormuş olmak için. “Pek yoğun sayılmazdı” diyor, “Bu yaz sıcağında kimsenin mühendislik bir işi olmaz zaten.” Onlar yemeklerini yiyor, benimse gözüm abimin yüzük parmağında. Alyansının yerinde hiç dolmayacak, büyük, kocaman bir boşluk açtım az önce. O bundan habersiz ne kadar da neşeli. İntikam değil diye düşünüyorum yaptığım işin fenalığının farkına vararak. O okudu mühendis oldu; ben okulu bıraktım, lokantacı oldum. O hayallerine kavuştu, benim hayallerimden vazgeçmemin sonucunda. Hayatın adaletini sağladım şimdi de. Kaybeden yalnız ben değilim. Bunu bilmek ne kadar da rahatlatıcıymış meğerse! Hava biraz daha serinliyor, yapraklar biraz daha sallanıyor ağaçlarda. Parkın güvercinleri biraz daha mutlu, kumruları biraz daha âşıklar bu saatte. Şehir beni boğmuyor, boğamıyor. Ev Sahibesi’ni açıyorum; şeftali çiçeğine benzeyen, küçük, çelimsiz, güzel kızın parfümünün kokusunu ta yüreğimde duyarak, kitabın satırları arasında kayboluyorum.