Siz bu sokağın eski halini görmeliydiniz bir de. Aradan kaç yıl geçti…
Çocuktuk, kocaman adam olduk, yine de hatıraların derinliğine sinen ama silinmeyen sesleri, yılların değiştirdiği yüz çizgileri ile tanıdık bir simayı veya bunları çağrıştıran her bir ayrıntıyı fark ettiğimde, içimde dokunulmamış, masum bir kabarma yükselip tam şuramda düğümleniyor.Otobüsten iner inmez, acelesiz adımlarla, yanaşık düzen apartman sıraları ile dolmuş sokak ve caddeleri, oraya buraya koşuşturan insan kalabalığının, dolmuşların, otobüslerin arasından adeta akrobasi yaparak, alt geçitlerden, ışıklı kavşaklardan geçerek mahalleye doğru yöneliyorum. Çok değişmiş olsa da bu havayı, rüzgârı soluyarak, garipliğimi her şeye herkese duyduğum müthiş aidiyet hissi ile azaltmaya çalışarak yürüyorum. Eski günlerimize veya bana ait bir şeyler arıyorum. Onca zamandan sonra buraya gelişimin başka sebebi yok. Nasıl bir bağ, nasıl bir ünsiyettir bilmiyorum. Daha doğrusu hissediyor da anlatamıyorum.
Buralar ne olmuş böyle? Değişime, ne değişmesi başkalaşmaya rağmen eskinin izlerini silmek mümkün olmuyor. Bazen bir çarşı, bir arasta, ulu camii, belki bir çınar, hala kendi hallerinde ama hüzünlü bir yalnızlık duydukları belli olarak son günlerini yaşıyor gibiler. Yaşlılıktan, bakımsızlıktan kiminin beli bükülmüş, kiminin saçları, saçakları dağılmış, kimisi ilgisizliğin kucağında baygın bir hasta gibi uzanıp kalmış. Vefasız çocukları iniltilerini duymuyor bile. Arada çiseleyen o bildik yağmurlar, bildik rüzgâr da olmasa hatırlayan olmayacak. Yağmur sıvaları kabartıp, döküyor, direnci kalmamış kirişlerden biri daha poyrazın şiddetine dayanamayıp kemik gibi kırılıyor. Hastanın artan iniltisini kimse umursamıyor. Bir yapsatçı değişimi iştahla izliyor. Yine de o rüzgâr içime, ruhum mu, hafızam mı, zihnim mi nerem olduğunu tam bilemediğim bir duyarlık alanıma, dokunaklı yaşantıları vurup vurup geçiyor. İçimde kabaran o özel zamanların etkisiyle gözlerim nemleniyor. Kalbimden parçalar kopuyor, koparılıyor sanki. Anıların tüm canlılığı ve ağırlığınca bu denli üzerime abanacağını bilemedim.
Bazen anıların beni oracıkta tutup kendine çeken bağlarından zor bela kurtularak, bazen onların üzerine basa basa caddeyi geçtim. Sokağımıza yaklaştığımda kalbim güp güp çarpıyor. O eski zamanı, mekânı bulamayacağımı bilmek beni üzüyor. Beni bir an alıp çocukluğuma götürseniz, ben de gerçekten çocuk olsam, o sokağı tekrar yaşasam, size neler vermezdim. Bir sır gibi içime gizlenen, orada gittikçe büyüyen özlem; her şeyi alt ederek üste çıkıp bütün benliğimi kuşatıyor.
Kendi izimi içimin en ayrıcalıklı, en muhafazalı yerinde koruduğum çocuğa, çocukluğuma kadar sürüyorum. Salâm çocuk. İşte sokağın başını görüyorum. Ver elini hadi bizim sokağa gidelim. El ele tutuşup o eski sokağımıza, daha doğrusu sokağıma. Sende benden ne kadar iz var bilmiyorum, ama bende hiç yıkılmayan bir temelsin sen. ‘Düşsel bir temel’ mi dedin? Sen böyle sorular soracak kadar büyüdün mü? Oranın düşsel olan neyi varsa ver bana, al bütün gerçekliklerim senin olsun. Var mısın? Bunun mümkün olmayacağını sen de biliyorsun. Neyse bırakma elimi. Çocukluğuma doğru büyüyorum. Her insanın varoluşu çocukluğunda temellenir. Kimileyin o önde ben ardında, kimileyin içimde, sokağımıza yollanıyoruz.
Güneş; göğün sisli, kapalı perdelerini aralamak için zorluyor. Geriye egzoz dumanı bırakan arabaların gürültüsü; benzin, LPG kokusu ile birleşince sıkıntı artıyor. Hayret bir şekilde kimse rahatsız olmuyor. Ben de rahatsız olmuyorum. Ama çocuğun içi karışıyor. Bir defasında Şoför Kemal’in arabasına binmişti de başına neler gelmişti. İlk defa binmişti bir taksiye. Bir düğün mü ne vardı. Asıl düğün onun indi. İçinde bayram sevinci. Önce güzel başladı. Ama sonra toz, duman ve gittikçe ağırlaşan sıcaklığa bir de benzin kokusu eklenince öööö! Kendini en kestirme yoldan bir koşuyla eve veya dükkâna hatta sokağa atsa ne iyi olacak. Bütün sokağı dolduran fesleğen, reyhan kokuları, benzin kokusunu alıp götürecek. Şadırvandan su içip, yüzünü yıkayacak. Ohh dünya varmış. Şehrin gittikçe çoğalan hercümercine, uğultusuna rağmen, sorun bakalım bu adam da yeşil serin bir düşten esen, serin mis gibi taze rüzgârın rahatlığına bıraktı mı kendini? Buralar ne çok değişmiş. Sokağa kimsenin fark etmediği, edemeyeceği bir hayal gibi yaklaşıyorum.
Zeytin, incir, erik, şeftali ağaçlarıyla, zümrüt yeşili bahçelerin renkleri, serinliği ile birlikte bütün zamanların huzuru önce evlere, oradan avlu duvarlarını aşıp, kanatlı ahşap kapılardan sessizce sızarak, leylak, yasemin kokularıyla çoğalan coşkulu sırrı, hayatın içine bu sokakla, bu sokaktan karışırdı. İyi kötü her evin bir bahçesi vardı. Çıkmaz sokaklar kenarında adeta bir bilmece gibi dizilmişlerdi. Çıkmazlar işte asıl bu sokakta birleşiyordu. Çarşıya uzanan caddenin ağzından bakıldığında adeta omuz omuza vermiş, el ele tutunmuş, birbirine yaslanmış, daha çok bir ve iki katlı, eliböğründeli, çıkmalı, sofalı kâgir yapılardı bunlar. İrili ufaklı parke taşlarla döşeli, Arnavut kaldırımlı sokak, ev huzurunu bütünleyen bir uyumla en uzaklarda, bahçelerin bulunduğu yamaçlara doğru gittikçe küçülen, kıvrıldıkça belirsizleşen enginlikle capcanlı bir kartpostal gibidir.
Hayat, bütün geçmiş zamanların ağırbaşlı sessizliğini, tek kubbeli, tek minareli taş mescidin çevresinde büyülü bir coşkuya dönüşen günlere eklemiştir.
Avluda belki de en gençleri yüz yıllık olan çınar ağaçları.
Çınarın koyu gölgesi altındaki şadırvanın suyu durmaksızın şırıldar.
Bu su eşsiz bir müzikle zamanların şarkısını mırıldanır durur.
Gündüz ayrı, gece ayrı bir makamda akar.
İçenin sadece susuzluğunu gidermez. Gönlünü, ruhunu da serinletir. Sanki zemzem mübarek. Namaz vakitleri mahalle sakinleri ile çarşı esnafı, diğer zamanlar akranlarına göre arkadaşlık kuran delikanlılar, çocuklar hep bu şadırvan alanında toplaşırlar. Genellikle mehtaplı gecelerde, ay gümüşsü parlak ışıklarını yapraklar arasından havuzda biriken sulara dökünce, sen seyret muhabbeti. Her şey yerli yerinde. Orada, o zaman geçmişle bugün o suyun akışında birleşir sanki. Hayatın, tek tek her birimizin nüktelerini, sıkıntılarını, tahminini, beklentisini, aşkını, ıstırabını akışına katıp götürdüğünü anlardınız. Yıllarca mahalleli içme suyunu buradan, bu şadırvanla bağlantılı çeşmeden karşılamış. Mübareğin kaynağı şu tepelerde. Söylentiye göre Allah korkusundan çatlamış Büyükkaya’dan geliyor. Orayı hepimiz biliriz. Hangi yüksek dağların eriyen karlarıdır bilinmez, foşur foşur fışkırır. Elini dokunduramazsın, buz keser.
Bu su eskiden, adeta mahallelerin yerleşim ve yayılmasını, sokakların hatta evlerin yerini belirleyen bir şehir planı gibi, kıvrıla kıvrıla uzayan küçük bir kanalla sokakları dolanırmış. Şehir planı dedim de, hayat kendi halinde, kendi kıvamında sürüp giderken, ‘Mahalleye plancılar geldi’ diye bir şayia yayılmaya başladı. Neydi ki ola? İki üç kişiden oluşan birkaç grup; sokağın şurasına, burasına, yükseklere doğru yayılan, yayıldıkça güzelleşen bağların, bahçelerin şu köşesine, bu kenarına, hatta avlu içlerine üçayaklı sehpalar kurarak, aletlerle dürbünlerle bakarak, işaretleyip, işaretledikleri yerlere numaralar yazıp, büyük bir kâğıt üzerine not edip, çiziktirip durdular. Bu işlem günlerce sürdü. Onlar orada çiziktire dursun, biz yine suyumuza dönelim. Bu su, içinde tadımlık kiraz, erik, incir ağaçları olan evlerin dinlenmelik bahçelerini sular, içine peynir, tereyağı, salamura küpleri, yoğurt bakraçları konan küçük havuzları doldurduktan sonra komşu evi, ondan sonra diğer evleri ziyaret eder. Mübarek asıl bu şadırvanda hayatı serinletir, yeşertir.
Babam, şadırvana adeta âşık… Orta vakitlerde eşrafla mutlaka bir iki fasıl geçerler. Babama göre bu semtin asıl cazibe yeri, asıl güzelliği işte burası. İnşallah bu güzellik sürüp gider. Niçin sürmesin ki Hacı Usta? Baksanıza belediye ölçüp biçmeye başladı. İyi değil mi, mahalle değerlenecek diyorlar? Babam bu laflara pek itibar etmiyor. Onların değeri batsın.
Mahallenin caddeye yakın bölümünde havası biraz farklılaşan büyü değişik bir cazibeye, cazibe farklı bir büyüye döner. Hemen her evin alt katları dükkândır. Köşede billuriyeci Durmuş dayı. Hemen karşısında Yaylacık Kasabı. Sokağa doğru ikinci dükkân bizim. Bu sokağın en renkli dükkânı bizim mi bilmem. Hediyelik eşya, kırtasiye, oyuncak, tuhafiye, düğme iplik, her şey var. Yok yok. Tabelası her şeyi anlatıyor zaten: Kırkambar! Hatırlıyorum Babam, ‘Büyük yerlerde bir şey, küçük yerlerde her şey satacaksın’ diyordu. Okuyan adamdı. Bir dönem memurluk da yapmış. Vaktiyle Adalet Partisinde siyaset yaptığı gerekçesiyle işten çıkarılmış. Bize bu konuları pek anlatmıyor. Boş verin geçti gitti diyor. Sonra bu işi kurmuş. İmkân olmasına rağmen bir daha da memuriyete dönmemiş.
Babamı çarşıda, mahallede tanımayan yoktu. Saygındı. Şehir içinden dışından epey dostları ahbapları vardı. Hemen her gün ziyaretine daha doğrusu sohbetine gelenler olurdu. Yanımızdaki dalları üst katlara uzayıp oradan kıvrım yaparak sokağın üstünü neredeyse kapatan asma sarmaşığının koyu serin gölgesi altında hasır sandalyeleri çeker tatlı, içten bir sohbete koyulurlardı. Şimdi hatırlıyorum da o ne saygı, ne kibarlıktı öyle ya rabbim. Zaman zaman kendisi de iadeyi ziyaret yapar, beni de yanısıra götürdüğü olurdu. Mal aldığımız Kemeraltı toptancıları ve arkadaşları ile tanıştırırdı beni. Ne güzel olurdu o ziyaretler. Önceleri Kemeraltı’na ineceğimiz zamanları iple çekerdim. ‘Bak evladım’ diyordu, ‘bunlar senin baba dostların. Dünyanın türlü türlü halleri var. Yarınlarda Allah göstermesin ihtiyaç duyduğun zaman bu amcalarına geleceksin.’ Ne dostu ne babası, benim derdim başka. Ne biliyor musunuz? Gittiğimiz her yerde bir izzet bir ikram ki sormayın. Çikolatalı, meyveli dondurmalar, gazozlar, karadut şerbeti. Sonra bana verilen hediyeler; en güzel, pahalı oyuncaklar, çeşit çeşit kırtasiye. Ne kadar şanslıydım.
Sokağın içine doğru hemen yanı başımızda ikinci el eşya satan Sadık Amca var. Ehlikeyif bir adam. Babamın söylemesine göre kötü huyu yok ama ticarette bir türlü dikiş tutturamamış. Babasından kalan son araziyi de satmıştı. Babam ‘Sadık madem bahçeyi sattın gel şu parayı yağa tuza harcayıp telef etme. Şuradan bir bayilik kap, dünya değişiyor, ihtiyaçlar değişiyor’ dediyse de Sadık Amca ‘Yahu Hacı Usta’ diyor, ‘Yaşımız hitamına erdi, bundan sonra benimkisi zaman geçirmek’ deyip geçiştirdi.
Babam asıl karşımızdaki bakkalı çok seviyor. Doğrusu bakkal Recep Amca’nın neredeyse tek konuştuğu kişi babam desem yalan olmaz. Recep Usta gençken Karayollarında çalışıyormuş. Bir kaza geçirmiş o gün bugün neredeyse kimseyle konuşmuyor. Malulen emekli. Üç beş kuruş da dükkândan geliyor, İşte böyle kendi yağında kavrulup gidiyor. Küçük karanlık bir mahzeni andıran dükkânı evinin zeminindeki taşlığın tadilatı ile yapmış. Yandan kıvrılarak üst kata çıkan taş bir merdivenle eve girişin sağlandığı bir sundurmaya çıkılıyor. Burası kenarlarında her mevsim toprak saksı veya teneke kutular içinde çiçeklerin sıralandığı bir balkon gibi. Yüksel Teyze yaz günleri hep burada oturur. Bir yandan da Recep Ustaya göz kulak olur. Yüksel Abla ile aramız iyi. ‘İyi ki siz varsınız’ diyor, ‘Bu adama arada yardım edin kurbanınız olayım’ Babamın anlatmasına göre, Recep Amca’nın dünyaya küsmüş gibi derin suskunluğunun asıl sebebi, geçirdiği kaza değil. Bizim Amca gençliğinde heyecanlı bir Demokrat Partili. Sıklıkla partiye gidip geliyor, aktif olarak çalışıyor anlayacağınız. Mahalle ve kahve toplantıları düzenliyorlar. Şehirde ve yakın yerlerde yapılan mitingleri hiç kaçırmıyor. Rahmetliye âşık. 27 Mayıs ve ardından yaşanan facia sonrası, adamın dünyası yıkılıyor. O heyecanlı, coşkulu delikanlı gidiyor, yerine yüzünde hüzün eksik olmayan sessiz, durgun biri geliyor. Uzun bir süre eve kapanıyor. Ağzını bıçak açmıyor. Kimseyle konuşmuyor. Konuşamıyor. Tam o sıralar geçirdiği kaza da işin tuzu biberi oluyor. Çekingen bir susku onda benliğe dönüşüyor. Kendince memleket, millet hayrına veya zararına gördüğü kimi olaylar duyunca hemen babama geliyor. Babam her defasında moral veriyor ona. Ümit veriyor. ‘Merak etme Recep usta’ diyor, ‘Demirkıratın şahlanışını kimse önleyemez. Demirkırat ölmedi’ Tebessüm ediyor, gülümsüyor. Bu muhabbetin olduğu anlarda sanki gizli saklı şeyler konuşuyorlarmış gibi sesini alçaltıyor. İzlenmediğinden, dinlenmediğinden emin olmak ister gibi dışarıya bir göz atıyor.
Arada annem geliyor. Dükkândan ziyade Yüksel Abla ile balkonda oturuyorlar. Annem geldiğinde bir hamaratlığım tutuyor ki sormayın. Vitrin camlarını silmeler, rafları düzenlemeler, müşterilere buyur etmeler. Akşam evde kocaman bir ‘aferin’ alacağım. İşte gördünüz, bugüne bugün dükkânı neredeyse tek başıma çekip çeviriyorum!
Babam Recep Amca’nın temel komşusu Bayram Dayı’dan hiç hazzetmiyor. Karşılaştıklarında yarım ağızla selâmlaşıyorlar hepsi o. Bayram Dayı mahallemizin eski muhtarı. Anlatılana göre muhtarlığı döneminde kaymakamla birlikte envaitürlü fırıldaklar çevirmişler. Hangisini anlatsam. Mesela sen tut git epey bir hazine arazisini çevir. İçine ağaç dik, ev yap. Gel zaman git zaman Allahın dağı denilen o güzelim kıyılar değere biniyor. Bizimki de bir yolunu bulup tapusunu adına kaydettirdiği arazilere bir güzel pansiyon konduruyor. Tatilcilere kiraya veriyor. Gelsin paralar. İlk karısından boşanmış. Kadın çok dindarmış. Ben çocuklarıma haram lokma yedirmem diye Muhtar’ı bu işlerden vazgeçirmeye çalışmışsa da, adamın gözünü para bürümüş bir kez, dinler mi haramı helali. Boşanmışlar. Şimdi üvey oğlu ile beraber ikinci eşi adamın servetini har vurup harman savuruyorlar vallahi. Üvey oğlu Ender, dört katlı apartmanlarının altında konfeksiyon mağazası işletiyor. Recep Amcanın evini yok pahasına alıp oraya da apartman kondurmak istiyorlar. Ne yaptıysa muvaffak olamıyorlar. Bu işe biraz da babam engel olmuş. ‘Lanet herif’ diyor babam, ‘Bu adamın başına bir çıkacak var. Bu adam kolay ölmez göreceksiniz. Bizden uzak dursun’
Bu sokakta herkesin bir hikâyesi var. Bizim dükkân sahibimiz de ayrı bir âlem. Ömür Abla’nın başçavuş eşi bir trafik kazasında vefat etmiş. Ömür Abla eşinden miras kalan iki dükkânın kirası ve emekli maaşıyla rahat geçiniyor. Tekrar evlenmeyi düşünmemiş. Bir iki talipli olmuşsa da ‘Hiç yakışık alır mı, ayıptır. Millet ne der’ diye her teklifi geri çevirmiş. Üç çocuğunu kimseye muhtaç etmeden büyütmeyi başarmış. O’nun da büyük oğlu başına bela. Yaşı otuzu aştı. Hâlâ bir baltaya sap olamadı. Bir iki işe girdiyse de sonunu getiremedi. Tembellik ruhunda yuva yapmış çocuğun. Öğlenlere, ikindilere kadar yatıyor. Kalkar kalkmaz doğru Havuzlu Kahve’ye. Oyun masasında ekip kurulmuştur. Akşamlara ne akşamı gece yarılarına kadar al papazı ver kızı oyuna devam. Hayatını kâğıtla, okeyle tüketip gidiyor zavallı. Arada çok tutuk, durgun; gözleri baygın, bulanık bakıyor. Babam hemen anlıyor. ‘İçmiş yine dürzü’ diyor. ‘Bu ocağı da bu çocuk söndürecek’
Geldik sayılır.
İşte bizim sokak.
Neredeyse çıkaramayacaktım. Ne kadar değişmiş. Bu insanlar, bu yapılar, neredeyse eski sokaktan iz bile kalmamış. Eğer caddedeki Foto Göksel, yanındaki Çilingir Nuri olmasaydı şaşırabilirdim. Sonra Yaylacık Kasabı. Hepsi de değişmiş. Hepsi de ya emekli oldu ya vefat ettiler. Şimdi işi çocukları devraldı veya başkasına devrettiler. Gidip Göksel Abi’ye bir sürpriz yapayım. Hatırlı, hoşsohbet bir abiydi. Bütün mahallenin aile fotoğrafçısı. O hayal odasında hepimizin bir vesikalığı ve maaile fotoğrafı mutlaka vardır. Bu sokağın eski fotoğrafı da mutlaka vardır onda. Hem de kaç tane, kaç çeşit. Yaz güz, kış fotoğrafları. Rica edeceğim, eli boş dönmeyeceğimi biliyorum. Dur bakayım dükkânda mı? İçeriyi dikkatle kestiriyorum. Evet, işte o. Vay be Göksel’e bak? Vitrin camının gerisinden, onca zamanın aramıza gerdiği tül perdenin gerisinden, pembeye çalan yüzü, kır düşmüş saçları, o yitik zamanların ışıltısını yitirmeyen gözleri ile Göksel Abi, işine dalıp gitmiş. Beni nereden fark etsin? Vitrindeki numuneliklerin estetiğine bakmadan geçemeyen yüzlercesinden biri. Önemli olan bakanı durduracak ölçüde bir estetik yaratmak. Usulca içeri süzülüp, karşısına mum gibi dikiliyorum. Başını kaldırıp, ‘Hoş geldiniz Beyefendi’ diyor. ‘Hoş bulduk’ ‘Buyurunuz’ ‘Buyurduk’ diyorum. ‘Size nasıl yardımcı olabilirim?’ Oyunu fazla sürdüremiyorum. ‘Göksel’ diyor, beni hatırlama patı kadar susuyorum. Yine hatırlayamadı. ‘Bağışlayın çıkaramadım’ diyor. ‘Çıkaramazsın tabi. Kaç yıl oldu. Yirmi mi otuz mu? Şu iş güç meşgalesinden bir sıyrıl bakalım’ diyor gülümsüyorum. Eski bir fotoğrafa girer gibi dikkatini yüzüme, bakışıma yoğunlaştırıyor. Objektif iyice açılıyor. ‘Sokakta top oynarken kaleye kimi geçirirdiniz? Kırtasiyeni kimden alırdın?’ diyorum. Bilmece çözülüyor, sürpriz tamamlanıyor. Bakışı tel tel gevşeyip açılıyor. Deklanşöre bastı. ‘Vay’ diyor bir sevinç patlamasıyla, vay vay! ‘Vay benim canım kardeşim. Büyükkaya’ya pikniğe nasıl giderdik?’ İçinde coşkuyu, hüznü, burukluğu birlikte barındıran içten, katıksız gülüşlerle birbirimize sarılıyoruz.
Siz bu sokağın eski halini görecektiniz bir de.
Sokak yeni güne uyku mahmurluğu ile uyanır. Yaz başlarıdır. Sabah yeli leylakların avlu duvarlarından dışarıya sarkan salkımları, erguvan, ıhlamur, yasemin kokularıyla eser. Serin sakin bir telaş başlamıştır. Kimin ne zaman evden çıkacağı, niçin nereye yollandığı ezbere bilinir. Bu sokakta saat on yılların kurgusuyla işler. Namazdan dönen amcalar, nur yüzlü sakallı yaşlılar çoktan evlerine çekilmiş, mushaftan cüzlerini kıraat edip, biraz kestirmeye çekilmişlerdir. Anneler her günkü rutin işlerine çoktan koyulmuşlardır. İşleri bitmez. Yine çok iş var.
Sokak canlanmaya çoktan başlamıştır. Çoğu esnaf, zanaatkâr olan babalar, ustalar, çıraklar işlerine doğru taze bir heyecanla yürürler. Selâmlaşmalar, ayaküstü şakalar, arada at arabalarının, faytonların çıngırak sesleriyle birleşen ritmi, sokağın mahmur betesini bozmaz. Şoför Kemal çevreye gürültüler saçarak kanatlı Şavrole’siyle geçerken herkes uyanır. Şu arabaya bak. Gıcır gıcır. Gavur ne yapmış ama! Takım olarak taksinin arkasından koşturmak çocukların yeni eğlencesi. Ey millet uyanın. Kemal’in, caddeye burnunu sokarken, tren düdüğü gibi öttürdüğü kornadan sonra sıkıysa uyanma.
Şenlik başladı. Kepenkler birbiri ardına açılıyor. Önce dükkân önleri sulanır, süpürülür. Çıraklar bu konuda çok mahirler. Recep Amca temizlik hususunda çok titiz. Komşusu gelmeden onun da kapı önünü süpürüyor. ‘Yahu ne yapayım Hacı Usta’ diyor. ‘Hiç kapı önünü süpürmüyor. Tozlar kalkınca hep bana doğru geliyor. Hayrım olsun’ Babam hemen her gün camları siler. Durmuş Abi de dükkânını açtı. Tezgâhı kapı önüne açmaya başladı. Paşabahçe cam bardaklar, sürahiler, çeşit çeşit ibrikler, gaz lambası şişeleri, tepsiler, tabaklar, hatta naylon masa örtüleri, muşambalar her şey satıyor. Herkes illa ki, kapı önüne bir şey asacak. Babam dışarıya yayılmaktan pek hoşlanmıyor. ‘Ne var ki eğer şu yazmaları, çantaları dışarıya asmazsan kapalı sanıyorlar’ diyor. Teleke birkaç oyuncak, bir iki paket defter, birkaç çanta, birkaç çeşit ve renkte örme ve dantel yumağı sıralıyoruz.
Babam dükkânı okuldan önce açmak zorunda. Talebe çocuklar ilk müşterilerimizdir. Amca pelikan silgi var mı? Buyur evladım. Altmış yaprak kareli defter, büyük boy mu küçük boy mu olsun? Suluboya, pastel boya, Cetvel, işte resim dosyanız. Elişi kâğıdınız hazır. İyi dersler. Parasını babam verecek. Hocana selam söyle… Ders başlar. Adamcağız soluklanmaya ancak vakit bulur. Küçük hasır sandalyesini kapının önüne atar atmaz çaycı Sami, teklifsiz çayları yetiştirmiştir bile. Recep Usta’ya da ver. Durmuş damlamasa olur mu? Keşke Sadık Usta da olsaydı. Sohbete o da katılsaydı. Bazen aykırı, bazen tuhaf düşünüyor ama nedense babam onun düşüncelerine önem veriyor. Galiba biraz sosyal demokrat. Sabah mütalaası başladı. Hükümetin son icraatından ne haber? Aman şu halkçılar kazanmasın da kim kazanırsa kazansın. Gelişmelere asker ne diyor? Hayat pahalılığı ne olacak? Olmayan şeyin pahalılığı mı olur? Her şey konuşulur. Son zamanlarda imar planı üzerine konuşuyorlar daha çok. Belediyeyle karayolları birlikte çalışıyor. Yukarıdan, Büyükkaya’nın hemen yanından çevre yolu geçecek. Şu istikametlerden yollar açılacak. Biri arazi değerlenecek diyor, başkası her şey berbat olacak diyor. Mahallelide bir şaşkınlık. Sohbet güncel heyecanıyla, hararetiyle sürüp gider.
Bir gün Büyükkaya’nın suyu kesildi. Üzerinden yol geçecek ya, peki nasıl olacak? Beton döksen mübarek betonu dinler mi, patlatır yine fışkırır vallahi. Söylentiye göre büyük künklerle şebekeye katmışlar. Bir söylentiye göre de adamın biri, bilmem kaç yıllığına devletten kiralamış. Demir borularla suyu alıp bir kilometre ötede dolum tesislerine götürmüş. Şişe suyu satacakmış. Başımıza taş yağacak. Yok, daha neler, yani şu bildiğimiz suyu, Allah’ın suyunu parayla satacak öyle mi? İyi de kim alır babam? Öyle diyorlar. Sohbeti müşteriler böler, müşteriler bitirir. Bu kadar yeter haydi herkes işinin başına.
Bu kez de bayanlar damlamaya başlamıştır. Üç kat Örenbayan var mı? Çapa mı alsam daha iyi olur? Şu yazmaya yavruağzı masura iyi gider. Papatyadan iki tane. Hayhay. İşte makrome halkanız, bu da kırmızı orlonunuz. Tığınız kaç numara olsun? İşlerimiz iyi, Allah bereket versin. Muhtarın oğlu da geldi. Pantolonları, mevsimlik trikoları, penyeleri askılarıyla asıyor. Şu eteklerle gömlekler bu yıl moda galiba. Şimdi bir de moda çıktı başımıza. Manav yeni gelen malları indirmiş, meyveleri silip, sebzeleri ayıklayıp özenle tezgâha yerleştiriyor. ‘Hacı Ustaaa’ diye bağırıyor sevinçle. ‘a’yı dört elif miktarı çekiyor. ‘Gel gel gel Hacı Ustam gel. Şu mallara bak. Hey mübarek şunlara bak. Gel de bir siftah at. Senin paran iyi geliyor bana’ Babam kırmaz gider siftahını atar. Kurtuldu mu, ne mümkün. Ardından seyyar satıcılar damlar. Hele bir ikisi var ki uğramadan, illa da bir şey satmadan gitmezler. Hep aynı ayak. ‘Senin siftahın bize iyi geliyor. Sana satmazsak işimiz rast gitmiyor. Mevsimine göre, tarla domatesi mis gibi, saltalıklar, can erikleri. Yazın evde kavun, karpuz üzüm hiç eksik olmaz. Parmak gibi tahannebiler, siyah üzümler, sultaniyleler. Hele o bal damlayan incirler. Hepsi yerli. Ne güzel, ne bereketli bir memleketimiz var.
Babam şu sıralar biraz sıkıntılı. Para sayıyor. Bugün yarın dükkânın kirası ödenecek. Biraz da toptancılara para verilse iyi olur. ‘Git git her şey zorlaşıyor’ diyor. Hayatın tadı tuzu kalmadı. Şadırvanı, evlerimizdeki havuzu doldura doldura dolaşan suyumuz kesileli beri babamın kafası yerinde değil. Bağlar, bahçeler gibi onun da yüzü, rengi sararıp soldu sanki. Uzaktan kepçelerin, greyderlerin homurtulu çalışmasına sıkıntıyla bakıp memnuniyetsizliğini gizleyemiyor.
‘Kötü oldu’ diyor Recep Amcaya. Kötü olacak.
Üst kata, dükkân sahibine çıkıp kirayı veriyor.
Sıkıntısı bir kat artmış olarak döndü.
Ömür Abla tahliyemizi istiyor.
Babam anlayamıyor bunu. Niçin Ömür Hanım? Artışsa herkesten fazla artış yapıyoruz. Size bir zararımız mı dokundu? Kirayı mı geciktirdik? Hiç biri değil. Oğlu iş kuracakmış. Babam günlerce aylarca bu sıkıntıyı içinde gezdirip durdu.
Çevreyi gezdi, kiralık dükkân aradı. Bulamadı, buldukları kafasına yatmadı. Esnaf araya girmek istediyse de ‘Gerek yok’ dedi babam. ‘Vaz geçse de artık bu dükkânda kalamam’ Bir gün yine konuştular. Oğlu, bizim şu uyuşuk, aynı bizimki gibi bir iş yapmak istiyormuş. Peki dedi babam, işte size hazır bir düzen, buyurun malları size devredeyim. Müşterileri de dağıtmadan devam edin. Olmadı. Kadın çıkacaksınız diyor başka bir şey demiyor.
Babam ‘Dert gelince hepsi üst üste gelirmiş’ diyor.
Derin düşüncelere dalıyor, bir çıkış, bir çözüm arıyor.
Bulamıyor. Tıkanıyor.
‘Bizim imtihanımız da böyleymiş demek ki’
Bir süre böyle devam etti.
Şadırvan etrafındaki muhabbet halkası da, delikanlı buluşması da gün gün azaldı. Birçok ev yıkıldı. Birçok ağaç kepçelerin acımasız demir dişleri ile söküldü. Çınarlar devrildi. Kalan evler, bahçeler eski canlılığını yitirdi. Mahalle tarumar oldu.
Sokağın rengi soldu.
Esintisi kesildi.
Kokusu azaldı.
Ritmi bozuldu.
Coşkusu tükendi.
İnsanı değişti.
Bütün yapılanlara, bozulanlara bakıp ‘Mahalle değerlenecekmiş, değerlenecekmiş’ diye içli içli, hayıflı hayıflı başını sallıyordu babam.
‘Görüyorsunuz işte, bakın ne güzel değerleniyor mahalle’
Babam bir İstanbul dönüşü, ‘Hanım’ dedi ‘taşınıyoruz’ ‘İstanbul’a taşınıyoruz. Artık buralarda kalamayız. Nasibimiz bu kadarmış. Hem bu mahalle de yaşanmaz oldu. Kokmaya, kurumaya başladı. Kuruyan sadece bağlarımız, bahçelerimiz değil. Bütünüyle bir hayat koktu, kurudu. Rüzgâr, iklim bile değişti. Yine de ya bu mahallede yaşarım ya da bu şehirden giderim. İstanbul çok güzel. Ne de olsa payitaht. Evliyalar şehri. Onların himmeti yeter. Onların manevi huzuru yeter. Eyüp’te, Süleymaniye’de iki rekât namaz bir ömre bedel’
Gözleri dolukuyor Göksel’in. ‘Ah be kardeşim, ne güzel günlerdi o günler’ diye başlıyoruz hasret gidermeye. Neler anlatıyoruz neler. Ruhlarımız, hatıralar çağıldayanında yıkanıyor. Çözülüp hafifliyor. Hadi Göksel diyorum Büyükkaya’ya doğru yürüyelim. ‘Büyükkaya mı kaldı’ diyor, ‘Hm sonra oralar pek tekin yerler değil’
Dalgın adımlarla sokağa ağıyoruz.
Tanıdıklardan kimse kalmamış neredeyse.
O güzel insanlar çekip, yitip gitmişler.
Önce dükkânımıza bakıyorum.
Tazyikli, karşı konulmaz bir hatıralar seli beni alıp götürüyor.
‘Sizden sonra yürütemediler’ diyor Göksel. ‘Bir ay bile sabretmeden oğlan işi bıraktı. Ömür Abla kadın haliyle yürütmek istedi, olmadı. Sonra çocuğu kirli işlere bulaşmış, esrar, uyuşturucu işine filan. Kadının sağ tarafına felç idi. Baktılar olmuyor, evi de dükkânı da yok pahasına satıp gittiler buradan’ ‘Durmuş Abi ne yapıyor?’ ‘Sorma’ diyor, ‘Çok kötü oldular. Büyük oğlu, küçük bir alacak verecek davasından cinayet işledi iyi mi? Kredi kartı borcu mu ne varmış, oradan başlayan bir dizi karışık kuruşuk olaylar faciayla bitti. Şimdi kodeste. Müebbet yedi. Herkese yazık oldu’ Recep Amca’ya dönüyorum. Dükkân kapalı. Çinko daraba bir karış toz tutmuş. Sundurmaya çıkan taş merdiven, beli iyice bükülmüş evin duvarından ayrıldı ayrılacak. Her köşede örümcek ağları. Kırık pencere camları, rüzgârların getirip doldurduğu kuru yapraklar, kâğıt parçaları, poşetler, pet şişeleri ile tam bir çöplüğe dönmüş. Fazla yaklaşmamalı. Ne olur ne olmaz. Başka bir yere bakmaya, bir başkasını sormaya korkuyorum. ‘Şu dükkân da Ender’in değil miydi? Devam ediyor mu?’ ‘Sorma’ dedi yine. ‘Çarpmadığı insan kalmadı. Bankayı bile dolandırmış. Yüklü miktarda kredi almış. Şimdi kayıp. Kimse nerede olduğunu bilmiyor. Alacaklılar muhtarı sıkıştırıyorlar tabi. Muhtarın durumu şimdi çok kötü. İkinci hanımı da terk edip gitti. Söylenene göre muhtardan bir torba para aşırmış. Bir o kadar altın. Şimdi bakacak kimsesi bile yok. Herhalde huzurevine verdiler’ Rahmetli babamın sözü aklıma geliyor. “Göreceksiniz bu adam kolay ölmeyecek”
İçimde yükselen bir kabarma yüreğime tıkanıyor.
Rahmetlinin sözleri geliyor aklıma.
Artık fazla bir şey sormayacağım.
“Bu mahalle de yaşanmaz oldu. Kokmaya, kurumaya başladı. Kuruyan sadece bağlarımız, bahçelerimiz değil. Bütünüyle bir hayat koktu, kurudu. Rüzgâr, iklim bile değişti.”
Babamı ne çok özledim. Nur içinde yatsın.
O eski sokağı, evlerimizi, komşuları, bahçeleri, şadırvanı, suyu, çocukluğumu, dükkânı ama en çok da babamı ne çok özledim ne çok.
Ah, siz bu sokağın eski halini görmeliydiniz bir de.