Nasıl anlatmalı? Doyurulmayı bekleyen küçümen gözlere bu nasıl ifade edilebilir? Bu zamana kadar birisinin kendisine ıhlamurun ne olduğunu soracağı hiç aklına gelmezdi. Çocuğu değil de bir başkası sorsaydı ne cevap verebilirdi? Herhalde sıcak suyun içine poşet içinde sallandırılan güzel kokulu, gribe iyi gelen, rahatlatıcı bir bitki diye karşılık verir, geçiştirirdi. Geçiştirmesi uygun olandı. Utandı ama sorgulamaktan da geri durmadı. Maalesef kendisi hiç ama hiç ıhlamur ağacı görmemişti. “Ağaç mıydı?” diye sordu. Sonra babasının kendisine bir zamanlar öğrettikleri aklına geldi: “Yerde yetişenlere sebze; dalda yetenlere meyve denir.” Ihlamur, sebze olamayacağına göre dalda yetişir; meyve de olamayacağına göre bir cins ağaçtır diye akıl yürüttü.
Ne var ki ufak bir çocuğa bu şekilde açıklama yapamazdı. Meraklı tomurcuğu, “Poşet ne anne? Neden sıcak suyun içine koyacaksın anneciğim?” diye bitmek tükenmek bilmeyen sorulara başlayacaktı. Varsın sorsun, bunlara bir cevap bulabilirdi. Poşeti alır gösterirdi. Sıcak suyun içine çay atar, çayı örnek vererekten sıcak suyun işlevini anlatabilirdi. Peki ya, ıhlamuru nasıl anlatmalıydı?
Düşünüyordu. Sabah bulaşığını yıkarken, elinde maket bir bebekle koşa koşa gelen yavrucağının ansızın, “ Anneciğim ıhlamur ne?” sorusunu sorduğu andan itibaren düşünüyordu.
Sorusunu ilk önce pek önemsememişti. “Güzel bir şey!” demişti. Dar zamanların kelimesi “şey” çocuğunun kafasının içini doldurmaya yetmemişti. Çocuk, gözlerini şaşkın şaşkın büyütünce, “Kızım!” demişti: “Çiçek gibi bir şey.” Perçemlerini iyice gözünün önüne düşüren biricik kızı, elini kurulamasına fırsat vermeden küçücük elleriyle annesinin işaret parmağını kavramıştı. Bir taraftan “Ama anneciğim, ıhlamur çiçeğe benzemiyor ki” demiş, bir taraftan da tuttuğu parmağı oturma odasına götürmeye çalışmıştı.
“Bak anneciğim!” demişti. “Bak, ıhlamur bir çiçek değil; o konuşan bir canavar. Bak anneciğim, ne de kocaman gözleri var. Elleri kupkuru. Dudakları aşağıya kadar sarkıyor. Saçlarında büyük büyük yapraklar var. Hem rengi gece rengiiii…” Çocuk ağzının uzattığı “i” harfinin yankısı odadan kesilmeden annesi veryansın ederek televizyonun açma kapama düğmesine hışımla basmıştı. Çocuk, annesinin kızgınlığını anlamakta güçlük çekmişti. Yazık kelimesini anlamıştı, kendisi de bebeğini severken yazık diyordu, ancak “Şu çizgileri doğru dürüst yapsalar ölürler sanki… Bilmiyorlar mı ki çocuklar pisi de misi de bundan öğreniyor.” cümlesine bir anlam verememişti.
Düşünüyordu. Bir taraftan öğle uykusuna yatan yavrucuğunu izliyor bir taraftan düşünüyordu. Pişman olduğunu hissetti. Keşke sinirine mukayyet olsaydı. Keşke televizyonu bir anda kapatmasaydı. Bu davranışı, çocuğunun dikkatini daha çok çekmişti. Zaten dikkatini çekmemiş olsaydı dizine alıp uyutmaya çalıştığı ana kadar çocuğu, ıhlamurun ne olduğunu sormazdı. Kaş yapayım derken göz çıkarmıştı. Pişmanlığı katlandı, süzülen gözleri nemlendi.“ Ah! Üzdüm, güzelim benim üzdüm seni.” dedi minicik baştaki kıvırcık siyah saçları sıcak merhametiyle okşarken.
Bir şey yapmalı. Evet, bir şeyler yapmalıydı. O uyanmadan önce en azından biraz ıhlamur bulmalıydı. Bulabilirse ıhlamuru gösterecekti. “Bak!” diyecekti “Güzel kızım benim, bu ıhlamur işte. Annen sana çiçek olduğunu söylemişti. Bak kokla çiçek gibi kokuyor” diyecek, ıhlamur demetini onun yokmuş izlenimi veren basık burnuna götürecekti. “Hele bir şu ıhlamuru bulayım birazını da demler içiririm.” diye planlar yaptı.
Bulayım kelimesi, planının üzerine bir top ışık saçtı. Işığın içinde ise Şerife Teyze… Şerife Teyze’den başka kimde ıhlamur bulunabilirdi ki… Ne de olsa Şerife Teyze, mahallede Lokman Hekim’in kızı diye nam salmıştı. Kat kat apartmanlar içinde kişi, kapı komşusunu tanımazdı ancak Şerife Teyzeyi bilmeyen yoktu. Gripten romatizmaya, yara bereden ülsere, uykusuzluktan havaleye kadar birçok hastalık için merhem, macun yapar, ihtiyaç sahibine verirdi. Kimi koca karı ilacı dese de doktor doktor gezer yine de tavsiyeyle ya da son bir ümitle Şerife Teyze’nin bodrum katındaki evinin kapısını çalardı.
Miniciğinin uykusu hafiflemişti. Uyanmadan bir an önce ıhlamuru alıp gelmeliydi. “Evet, Şerife Teyze’de mutlak vardır.” diyerek yekindi.
Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak karşı apartmanın bodrum katında nefesini zor aldı. Şerife Teyze’nin kapıyı geç açmasını yaşlılığına verdi. Selam bile vermeden “Teyze bana biraz ıhlamur” demesi, Şerife Teyzeyi endişelendirmişti. Tombulluğunun verdiği topallıkla çeyizlik Maraş sandığına ilerlerken tiz sesini yükseltiyordu, “Hayırdır Fatıma kızım yavrucak mı hasta? Çiçeğinden mi istersin yaprağından mı?” Fatma, son sorudan başlayıp, “Fark etmez” dedi ve Şerife Teyze gelene kadar olanı biteni anlatmıştı bile. Şerife Teyze’nin ıhlamurları itinayla yerleştirdiği beyaz çıkınını alınca hemen veren eli öpüp ıhlamur kokusunun rahatlığında koşar adım evine yöneldi. Canını sıkan tek durum ise bilgisizliğinin verdiği, fark etmez sözcüğüydü. Ama olsundu. Bilmiyordu ki ıhlamurun yaprağının da kaynatılıp şifa niyetine içildiğini.
Baba kucağında bir küçük beden… Gözlerde akmayı bekleyen iki damla yaş, sünen pembemsi bir dudak ve içine çekilen bir burun… Açıkça ifade edemezdi ama bu görüntüden her zaman hoşnut olmuştu. Demek Hasan, kendisinin kısacık yokluğunda gelmiş ve evliliklerinin meyvesini ağlar bulmuştu. Kısacık zaman diliminde neler de olmuştu. Çocuk aklı bu, unutmuyor ki… Uyanır uyanmaz ıhlamurun ne olduğunu ancak bir çocuk sorabilirdi. Hasan’ın güçlü bacaklarında şefkat bulmuş minik dimağ, anlatılanlarla hayal dünyasını çiziktirişlerle dolduruyordu. Fatma’nın gelmesi anlatılanları bir an sekteye uğratsa da Hasan’a devam etmesi için yapılan gizli bir işaret Hasan’ın, kaşlarını daha bir kaldırmış, çocuk lisanına öykünen mimik ve ifadelerini daha bir abartılı yapmıştı. Fatma, tomurcuğunun berrak gözyaşlarını siliyor Hasan ise anlatmaya devam ediyordu:
….
“O köyden gökyüzüne bir baksan bakışların donar kalır. Masmavidir. Maviş göğe çakılı sen kadar beyaz bulutların altından türlü, cıvıl cıvıl kuşlar kanat çırpar. Bulutlara bata çıka sürü sürü dolaşan allı morlu kuşlar…”
Küçük kız, bir anda yaşıtlarının bütününde görülen göbeği belirgin bedenini babasına çevirdi: “ Kargalarda var mı babacığım?” Hasan, artık alışmıştı beklenmedik sorulara. Kızının alnına bir öpücük kondurdu. Kızını bilgisinden ötürü daha bir şefkatli kucaklayarak devam etti:
“Aaa! Evet. Nasıl oldu da kargaları unuttum. Evet güzel kızım. Kargalar da var; ama onlar daha çok patates, domates, salatalık gibi sebzelerin arasında dolaşmayı severler. Çünkü onlar için en güzel yemekler, sebzelerdir. Sonra ağaçların dallarında seke seke dolaşmaktan çok keyif alırlar.
Orada şırıl şırıl akan bir suyun etrafında sıra sıra dizilmiş cici mi cici ağaçlar vardır: Senin yanağın gibi kıpkırmızı elmalar, şekerden de tatlı armutlar, balı damlayan kaysılar, yere düştüğünde içinin doluluğundan takırdamayan cevizler, mis kokulu sık söğütler… Benim güzel kızıma söyleyeyim ki mis gibi kokan sadece söğütler değildir. Toprağın kokusunu içinde eritip türlü türlü kokular veren çiçekler vardır. Senin gibi güzel mi güzel kokan çiçekler: Papatyayı biliyor musun sen?” “Evet babacığım. Bir de gülü biliyorum.”
Hasan’ın sorusu kızının dikkatini daha bir toplamıştı. Usulca, göstermeden Fatma’nın elinde ki beyaz çıkını aldı.
“Hani şırıl şırıl soğuk su vardı ya. İşte o suyun karşısına geçtiğinde papatyalar şu halı gibi önüne serilir. Aralarına bir sürü çiçek saklanmıştır: Nazeninliğiyle menekşeler, gelinliğiyle zambaklar, sevinciyle gelincikler, zarafetiyle sümbüller, candanlığıyla sarmaşıklar, alçak gönüllüğüyle çiğdemler, sana “Hoş geldin” der. “Bizler çok güzel kokuyoruz; ama şu ileride bizden daha güzel kokan bir tanıdığımız var” derler. “Bak fazla uzakta değil. Onu da ziyaret et.”derler. İşte sana gösterdikleri ıhlamur adlı ağaçtır. Eğer gidersen çiçeklerini üzerine serper. Gidemezsen sana hediye olarak işte bunun gibi beyaz bir örtünün içinde çiçeklerini hediye olarak gönderir.
Hasan yorgunlukla beyaz çıkını açtığında beklenmedik bir cevap alır: “Ama baba, bunlar çöp ki!” Hasan kızının beklenmedik cevabı karşısında beklenmedik bir karar alır: “Fatma hazırlan, hadi akşam olmadan köye gidiyoruz.” Hasan, yirmi bir sene önce çıktığı köyüne gidip yavrucağına, ıhlamurların çiçekli dalından koparıp vermeyi hayal ederek ani bir karar vermişti. Fakat…
Pantolonunun paçalarının bataklık çamuruna bulanacağını, kuşların yerini alan üvezleri ve çiçeklerin yerini alan dikenleri göreceğini bilseydi, dahası “Ihlamur bu mu?” diye elini uzatan kızının parmaklarına bir deli çalı dikeninin batacağını kestirseydi ne kan ter içinde anlattığı mekânı kızına hayal ettirir ne de ani bir karar verirdi.
Nereden bilecekti ki Şerife Teyze’nin kokulu ıhlamurlarını demleyip ıhlamurları hayal etmenin o an için yapılabileceklerin en iyisi olacağını.