Kelimeler, aklın bir ürünü olarak üretilirse kavramlar halinde dışa yansır ve soyut düşünceyi oluşturur; bilim ve felsefe bu tarz düşüncenin ürünüdür. Eğer sezgisel bir tarzda gönülden dile gelir ve söze aktarılırsa bu sezgiler, ya izlenim ve algıdan kaynaklanan dolaylı sezgidir, ya da doğrudan doğruya sezgidir. Algıya dayalı sezgi, gerçek dünyadaki nesnelerin izlenip algılanmasına dayalı olarak ifadeye dönüşür ve kavramların yerini duygular alır. Bu yüzden sezgiye dayalı ifadeler, duygulandırır. Bu tür sezgide hayale yer yoktur. Algıya dayalı olmayan sezginin ise gerçeklikle ilintili olma zorunluluğu bulunmamakla beraber hayallere önemli bir pay düşmektedir. Bu türden sezgi, ‘salt sezgi’dir ve tam anlamıyla gönülden kaynaklanır. Artık bu sezgi, bir anlamda ‘gönül mantığı’ veya ‘gönül dili’dir. Bu sebeple düşünmeye de sevk eder. Gerek algı/izlenimden kaynaklanan sezgi ve duygular, gerekse salt sezgiden gelen duygu, hayal ve düşünceler, çeşitli sanat eserleri çerçevesinde biçimlendirilerek ifadeye aktarılır ve somut bir şekilde dışa yansır. Şiir, böyle bir duygu ve düşüncenin ürünüdür.
Belki şiir, düz yazıdaki gibi nazariyeler üretmeye elverişli değildir, ama kendi içine dönmüş ruhun, kendini ve nesneleri temaşasından doğmuş bir mükemmelliktir; ruhun kendi kendisiyle konuşması, şairin hür bir şekilde kendisini ve nesneleri algılaması, hayal etmesi, düşler dünyasında gezmesi ve tüm bunlardan sezdiklerini, içine doğanları gönül süzgecinden geçirip sözcüklere aktarmasıdır. Büyük fikir adamı ve şair Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “şiir, bir iç kale sanatıdır.” Şair de bu içte hissettiklerini kelimelerle nakış nakış işleyendir.
Günümüz şairlerinden değerli dostum İsmail Bingöl de “Ay Düşleri” adını verdiği şiir kitabında adeta Tanpınar’ın kanaatini paylaşıyor: “Şair; içini şiirlere döken, şiirden aldıklarıyla içteki kozasını ören… Ördükçe örmek isteyen… Ve bir çemberin etrafında dönüldüğü gibi; ‘bir mısra yakalamak uğruna’ kelimelerin, seslerin ve de duyguların etrafında dönüp dönüp duran… Kavgalara, zıtlıklara, çekişmelere, kirliliklere; şiirin yardımıyla kayıt düşen… Hürriyetini, rahatını, düşünmemenin kaygısızlığını mısralar için terk eden belki de…” Yine İsmail Bingöl’e göre “şair; ayrılığı, aşkı, sevdayı, dostluğu, ölümü, doğruyu, yanlışı, geleni, gideni, seveni, sevmeyeni ve daha bir çok temayı mısralarla kendince işleyen ve sorgulayan…”dır.
Bir şairi tanımanın yolu nasıldır? İsmail Bingöl’e göre “asıl anlamıyla şair, zaten hissettikleriyle, duyuşlarıyla, düşünceleriyle ve daha pek çok yönüyle, yazdıklarında gizlidir.” “Ay Düşleri” kitabının şairini tanımanın yolu da Ay Düşleri’ni okumaktan geçiyor. Ama yine de ben, onun şiir yolculuğundan kısaca söz etmeden geçemeyeceğim.
Kadim dostum İsmail Bingöl, daha lisenin ilk sınıfından itibaren şiirle dost olmuştu. Güzel şiir okur, şiir yazma denemeleri yapardı. Bizlerde de benzer çabalar olmuştu, ama biz çabuk pes ettik. Çünkü şiir yazmak isteyen ya da şiir yazan herkes şair olamaz. Her şeyden önce şair tabiatlı olmak gerekir. İşte İsmail Bingöl, şiire istidadı olan ve hatta şair tabiatlı doğanlardan biridir. O, şiirlerini oluştururken ‘bir mısra yakalamak uğruna’ rahatını hiçe sayıp sancılar çekenlerdendir. Bu sancılarını, kitabının “Şiire ve Şaire Dair Birkaç Söz” başlığı altında “karın lapa lapa yağdığı gece yarılarında ya da yağmurlu bir günde; sokakları, caddeleri arşınlarken; aklında, fikrinde şiir olan… İç burkuntuları büyüdükçe, şiiri de büyüyen… Gördüklerinin, bildiklerinin, yaşadıklarının ışığında şiirin dünyasını kavramaya çalışan…” ifadeleriyle anlatan İsmail Bingöl kardeşim, çokça şiir sancıları çekmiş ama bu sancılar, birçok şiirin doğmasına sebep olmuş ve bu gün zevkle okuduğumuz bu müstesna şiir kitabı ortaya çıkmıştır.
Yukarıda da belirttiğim gibi kitabının adını, “Ay Düşleri” olarak belirlemiş. Alıntılardaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere bir gece vaktinde düşler dünyasında gezinti yaptığı bir zamanda yazdığı şiirinin adını vermiş kitabına. Herkes karanlık bir gece vaktinde ortalığı aydınlatan o parlaklığa bakıp geçer. Çoğumuz, Ay olmasaydı yolumuzu nasıl görürdük diye düşünürken aynı Ay, onu düşlere daldırmış ve bu izlenim, onda şairce algılar meydana getirmiş, onun duygularını hareketlendirerek bu şiiri doğurmuş. Kim bilir kitaptaki şiirler, herkes için fazla bir anlam taşımayan hangi ortamlarda ve hangi duygularla doğdu? Mutlaka her şiirinin kendine özgü bir öyküsü vardır. Bunları bilemeyiz, ama ortaya çıkan şiirler, onun halet-i ruhiyesini az çok ifade ediyor. Hepsine ciddi emek verdiği anlaşılıyor. İsmail Bingöl’ün bu duygularına yön veren sezgilerinin kesiştiği gönlüne ve bu duyguları somutlaştıran kalemine ve emeğine sağlık.
Okuyunca göreceksiniz ki “Ay Düşleri”(s. 78-79) ve “Bir Adam Vardı”(s. 35-38) şiirleri, İsmail Bingöl’ün şiir oluştururken neler çektiğini, ne tür iç sıkıntıları yaşadığını, duygularını kelimelere dökerken geçirdiği ruh hallerini anlatır gibidir.
Bunca yıllık şiir sancısı, hissettiklerini, hislerine tercüman olacak en güzel kelimelerle ifade etme çabası, onu yormuşsa da yıllar içinde yazmış olduğu şiirlerinden seçtiği 98 şiir yer almış bu kitapta. Kitap; Ares Yayınları arasında 2009 yılının Temmuz ayında çıkmış. Okurken insana Temmuz sıcaklığını aktarıyor.
Kitaba alınan şiirlerde, hangi şiirin, hangi tarihte yazıldığı belirtilmemiş. Bu bir eksiklik değil, belki de şair bunu bilerek yapmış, bu kitaba kaç yıldır emek verdiği ve yılların izi belli olmasın diye. Bu tarih belli etmeyiş, belki şiiri yazmaya başladığı tarihle bittiği tarih arasında uzun bir zaman olduğu içindir; belki de bir tek şiir için aylarca, belki yıllarca sancı çektiği bilinmesin diyedir. Büyük şair Yahya Kemal de bazı şiirlerini uzun yıllar içinde yazmamış mıydı? Şiir bu, ne zaman içe doğacağı bilinmez. Bazen erken doğuverir, bazen de tam şeklini bulmak için yıllarca sancı çektirir.
Kitapta en kutsal varlığımız analarımıza yazılmış şiirler, inandığımız değerleri anlatan şiirler, şairlerin ilham kaynağı aşk’a dair şiirler, şehir ve özellikle de Erzurum üstüne yazılmış şiirler ve daha nice temalar üzerine mısralar var. Birkaç örnek vermek istiyorum:
“Anama” (s. 18-19) adını verdiği şiirinde analığın kutsallığını;
“Hangi oğul bilir
Anasının hikâyesini
Hangi dil anlatabilir
Anaların çilesini
Kim bilir hangi çizgi/
Hangi hüznün eseri” dizeleriyle başlamış ve devam etmiş anaları anlatmaya.
Aşk, şairlerin esin kaynağıdır. Aşk, yaşama gücüdür. Nitekim İsmail Bingöl de “Aşk / İşte O Büyük Kuvvet” (s. 85) adlı şiirinde;
“Aşk
İşte o büyük kuvvet
Yeniden ve daha bir dirlikle dönmelidir
Yeryüzüne” mısralarında aşkı bir güç olarak betimlemiş.
Sevgili dostum İsmail Bingöl, doğup büyüdüğü, yaşadığı şehir olan Erzurum’u unutmamış şiirlerinde. “Yaşadığım Şehir İçin…” adını taşıyan bölümdeki “Erzurum” (s. 144) adlı şiire;
“Karlar ülkesinin çocuğuyum
Beyazın nam saldığı
Çilenin buram buram tüttüğü
Bir diyardır benim yaşadığım
İçli sevdalarla yüklü
Yüreği türkülere vurgun
Sabırlı insanlar yurdudur
Erzurum”
dizeleriyle başlamış ve bu nefis şiirini, eskilerin ‘mısra-i berceste’ dediği,
“BU ŞEHİR, SESİDİR BAŞTANBAŞA BİR MİLLETİN
BU ŞEHİR, BEKÇİSİDİR YÜZYILLARDIR HÜRRİYETİN
Belki hiçbir zaman
Kadri bilinmeyecektir Erzurum’un
Ama vatan uğrunda terk-i can etmek
Hep muradı olacaktır Erzurumlu’nun”
mısralarıyla bitirmiş.
Bazı şiirlerinden kısa alıntılarla kitabı tanıtmaya çalıştımsa da, anlatması uzun sürer; en iyisi okuyarak tanımak ve anlamak. Kitapta lezzetli şiir aramaya gerek yok, çünkü hepsi birbirinden nefis ve lezzetli. Bu güzel ve manalı kitabın devamını getirmesi dileğiyle İsmail Bingöl’e teşekkür ediyorum.