Ey okur. Ayine son katılan.
Unutma! Aynadaki yara, asla
Yaranın kendisi değildir!
V.B. Bayrıl
Yüzü beyaz tenliydi ve yüzüne bakıldığında önceleri sarışın olduğu anlaşılıyordu. Sarışın ve mavi gözlü. Şimdi, saçları aktar dükkânlarında satılan ne ota ne de kıla benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını bildiğiniz cansız, kuru, soluk, renkli bitkileri andırıyordu.
Gözlerinin içine ışık vursa aydınlık düşmezdi. Yüzünde şahrem şahrem çizgiler vardı. Yaşlılık ve umutsuzluk nedeniyle her şey, gençlik günlerindeki büyüleyici cazibesini ve güler yüzünü yitirmişti onda. Kendisiyle aynı kaderi paylaşan insanların arasına belki de bu yüzden gelmişti. Hayattan bir beklentisi yoktu artık. Tek beklentisi ömrünün bu son demlerinde biraz huzurdu.
Huzuru bulmak zordur. Kaybetmek ise burada çok daha kolay. Burada huzurun en büyük düşmanı özlem ve hasrettir. Gidenlerin özlemi, geçen günlerin özlemi, unutanların hasreti, gidip de gelemeyeceğini bildiklerinizin hasreti.
Sık sık yolculuk yapılır burada geçmişin derinliklerine. Avunmak ister insan yaşanmışların hazzıyla. Nasıl geçtiğini anlayamadığın zaman, burada geçmek bilmez. Sıcak yaraya dökülen kezzap gibi acı verir insana. Bazen ufak bir vesile bile yeter oradakilerin bayram etmesine: Sevdiklerinin ziyareti.
“Fatma Hanım ziyaretçiniz var!” deyince hemşire, şaşırdı önce Fatma Hanım. Az sonra “Oğlunuz, Ahmet Bey geldi.” sözü şaşkınlığın yerini buruk bir sevince bıraktı. Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle “Tamam geliyorum” diyebildi ancak. Güçlükle koltuğundan doğruldu. Eğilmiş belinin ağırlığını taşımakta zorluk çeken ayakları onu ağır ağır salonun önüne getirebildi.
Kapının kenarından önce oğlunu gördü. Birkaç adım sonra gelinini ve onun kucağındaki çocuğu. Ahmet annesinin elini öperken sıkılganlık ve kıvancın bir arada olduğu ruh haliyle “Sana torununu getirdim.” dedi. Bakışları torunu olduğunu öğrendiği çocuğa yoğunlaşmıştı. Yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Ahmet koluna girerek oturttu. Gelini yüzünde donuk bir ifadeyle çocuğu kucağına verdi.
Altın sarısı saçlarını okşadı çocuğun önce. Ona gülücükler yollamak, cilveler yapmak içinden geçti. Ama çocuk çökmüş kadının okşayışları, öpüp koklayışları altında ağlamaya başladı. Çocuk korkudan çırpınıyor, salonu çınlatıyordu. Gelini “Sana çocuğu getirmeyelim, korkar demiştim.” diyerek çocuğu aldığı gibi salondan çıktı, gitti.
İhtiyarcık o anda yıllanmış yalnızlığını hatırladı. Zaman yeniden belirdi, yeniden hüküm sürmeye başladı. Ne diyeceğini bilemeyen oğlunun yüzüne bile bakmadan geldiği gibi yavaş yavaş odasına doğru yürüdü. Koltuğuna oturdu. Karşı duvardaki aynada silüetini izlerken gözlerinden akan gözyaşları eşliğinde yakınıyordu: “Ah! Bizler, biz zavallı kocamış ihtiyarlar için beğenilme zamanı geçti. En temizlerimiz olan çocuklar bile beğenmiyor bizi. Sevmek istediğimiz çocukları korkutuyoruz. Artık bizim için yaşamanın ne anlamı var.”