New York’ta Beş Minare

“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Yeterince kullanılmış bu tür klişelerin modasının geçtiğini, sinema filmlerinde yer bulamayacağını düşünüyordum. Yanılmışım… İçinde barındırdığı birçok klişe söz/sahne/sekans ile New York’da Beş Minare’yi izlerken içimden salonu terk etmek geçmedi değil. Ancak filmin sonuna kadar tahammül ettim. Sırf Türkiye sineması adına duyduğum heyecan için. Ve İslam fobi meselesine olan merakım adına. Bir de tabiî ki popüler eserlere göz atmanın, pencereden dışarı bakmanın bir cezası olarak…

I

Mahsun Kırmızıgül, Beyaz Melek’de vıcık vıcık duygu sömürmüştü. Sinemanın kendi varoluşunu görmezden gelerek, arabesk kültüründen gelmenin talihsizliği ile estetiği bir kenara bırakmakta sakınca görmemişti. Aynı üslup(suzluk) Güneşi Gördümde devam etmiş, film Kürt sorununa çözüm aramak adına realizmin sınırlarını zorlayarak, hikaye açısından oldukça sorunlu bir hal almıştı. Bu iki başarısız deneyimin ardından yüksek bütçeli(10 milyon $) bir film olarak New York’da Beş Minare gösterime girdi.

Önce fail-i meçhul bir suikast anı… Ardından hücre evi baskını… Bu arada Amerikan FBI güçlerinin bir operasyonu… Bir yandan camide zikir çeken insanlar… Filmin girişinde karşılaştığımız bu sahneler geçidi ardından, filmin Paul Thomas Anderson’un başyapıtı Manolya gibi bir yol izleyeceğini düşündüm. Tabiî ki yanıldığımı anlamak zor olmadı.

II

İslami terör örgütü lideri olmakla suçlanan Hacı Gümüş’ün (Haluk Bilginer) Amerika’da ortaya çıkması üzerine iki deneyimli polis olan Fırat (Mahsun Kırmızıgül) ve Acar (Mustafa Sanal) Hacı Gümüş’ü teslim almak için Amerika’ya giderler. Ancak Hacı Gümüş tam ülkesine iadesi olacakken arkadaşlarının yardımı ile kaçmayı başarır. Ardından Fırat ve Acar Hacı’nın izini sürerek saklandığı yere ulaşırlar. Hacı onlara kendisi ile birlikte yaşayıp gerçeği görmelerini teklif eder. Fırat ve Acar, Hacı’nın aile çevresi ve yaşayışına tanık oldukça aslında terörle ilgisi olmayan bir Hacı görürler. Ve FBI onları bulduğunda Hacı’yı Türkiye’ye getirirler. Sorgulamaların ardından Fırat, Hacı’nın suçsuz olduğunu, asıl suçlunun Deccal’in başkası olduğunu söyler. Hacı serbest kalır. Fırat ve Acar, Hacı’nın memleketi olan Bitlis’e doğru yola çıkarlar. Bu arada bir gerçek ortaya çıkar.

Tüm bu olayı kurgulayan, Hacı’ya terör örgütü iftirasını atan Fırat’tır. Çünkü Hacı’nın, babasını öldürdüğünü düşünmektedir. Bitlis’e gelince Hacı’nın aslında babasını öldüren olmadığını anlar. Ama çok geçtir. Çünkü Fırat’ın dedesi Hacı’yı vurmuştur bile.

III

New York’da Beş Minare her şeyden önce film olmayı başaramıyor. Sinema sanatının belirli çizgilerinden gitmiyor, gidemiyor. Daha da kötüsü alternatif bir şeyler de üretemiyor. Filmin daha ilk dakikasından başlayarak her yanı sarmış klişelerle karşılaşıyorsunuz. New York’a denizden girişi, kilisede evlenme töreni, daha önce belki bin kere duyduğumuz aynı replikler, klasik Amerikan polisleri, suçlu kaçırma operasyonu ve daha birçok sahne…

Klişeleri bir yana insan zihnini zorlayan hikâyesini salt kurgu olarak izah etmek güç. Fırat babasını öldürdüğünü düşündüğü bir zanlı (Hacı) için İslami terör örgütü liderliği suçu ortaya atıyor. Bu yalana Türkiye Cumhuriyeti Emniyet Müdürlüğü, teşkilat olarak kanıyor. Ardından Interpol’de arama emri çıkarılıyor. İslami terör denilince tüyleri diken diken olan FBI da bu yalana uyanmıyor… Gerçeği bu derece zorlayan Mahsun Kırmızıgül, 11 Eylül sonrası Amerika’nın Müslümanlara yönelik tavrından acaba haberdar mı? Bu konuda nasıl hareket ettiğini biliyor mu?

İslam fobi gibi esaslı ve zor bir konuya kamerasını odaklayan yönetmenin, filmin finalinde tüm bunların aslında Bitlis’de yaşanmış bir kan davasına bağlaması ise tam bir felaket. Filmin talihsiz bir diğer yanı ise karakterlerin boş olması. Hacı Gümüş’ü gerçek bir Müslüman olarak göstermek için ne yapacağını şaşıran yönetmen, alakasız bir karakter ortaya çıkarıyor. Hacı Gümüş’ün eşinin Hristiyan olması, kızının yine bir Hıristiyan ile evlenmesi (hâlbuki İslam’da Müslüman kadının Hristiyan erkekle evlenmesi haramdır), aile yaşamının İslam’dan çok uzak olması ilginçtir. İslam fobiye karşı olduğunu söyleyen filmin bu karakteri aslında oryantalist mantığa uygun bir söylem. Müslüman denilince sadece Hacı Gümüş mü akla gelecek yani?

Yönetmenin sıkça aksiyon sahnelerine geçmesi belki de bir heyecan merakı. Ama bol efektli bu sekansların sinema açısından öyle çok da bir değeri yok. Türk sinemasının Hollywood standartlarını yakaladığını söyleyenler, Hollywood’un ürettiği filmlerin hepsini bir sanat harikası olarak mı görüyorlar? Bütün bunları dikkate alarak New York’da Beş Minare’yi vasatın altında bir aksiyon olarak görmek mümkün olabilir.

Türkiye sineması film bütçelerini artırmaya başladı. Bunun sonucu olarak üretilen filmlerin de belirli bir standartta sanatsal bir kimliği olmalı. Bunu başaramadıktan sonra gerisi pek bir şey ifade etmiyor.

New York’da Beş Minare, film olarak değil ideolojik olarak tartışılıyor. Bu da bir talihsizlik. Filmi eleştirenler “Beyaz Türk” destekleyenler ise sade vatandaş damgasını yiyor. Bu algı son derece yanlış ve tehlikelidir. Bizce Mahsun Kırmızıgül’ün kim olduğu ya da hangi millete mensup olduğu önemli değil. Önemli olan yaptığı işler ve onların sanat açısından değerleridir.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

123. SAYI / ARALIK 2010 / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -62 / Şiraze
New York’ta Beş Minare / Abdullah Ömer Yavuz
Necmüddin Kübra’nın Şiir’î Mirası... / Aziza Bektaşeva
Terapi / Okan İlhan
Tümünü Göster