Deniz

Denizin karşı konulmaz cazibesi, gem vurulamaz, dizginlenemez oluşundan belki. Sakin olduğu zamanlarda bile kıpır kıpır hareket halinde, dur durak bilmeyen engin mavilik. Başına buyruk çırpınışıyla halden hale sokar duygularımızı. Özlemi yaşatır uzaktakine, kıyısına varana güvensizliği. Üzerimize gelen minik bir dalganın köpüklerini izlerken içimize dolan ferahlık, kaplar tüm benliğimizi. Ayaklarımızın dibine bir avuç kum yahut deniz kabuğu bırakıp dönerken de alıp gider getirdiği hissi ve aniden bomboş kalakalırız. Daima verir ve alır, getirir ve götürür, usanmadan. Biteviye değişim halinde deniz. Mevsimden mevsime, aydan aya değil üstelik denizin halleri saatler dakikalar bile tutulamadan anlık farklılaşıyor. Canlı, capcanlı bir varlık gibi…

“Yüzeylerde bir şey hiç durmadan değişiyor,  
Bir şeyin derinlerde aynı kalıyor özü.” (Yılmaz Aybar)

Şair ne güzel söylemiş. Kontrol edilemez geçişlerle bir halden diğerine akışı aşikâr olsa da aslında biliriz, denizin özündeki değişmezliği. Derununda keskin ve kesin kurallarla çevrelenmiş, korunaklı öz, denizi dokunulmaz kılıyor. Bütün gayreti, kendini muhafaza etmeye yönelik. Muhafazakârdır deniz. Hem de tüm özgürlüğüne rağmen… Hatta özgürlüğü sayesinde… Kendisi olarak kalabilişini, müdahale edilemez oluşu mümkün kılıyor. Tıpkı kültür gibi… Oynak bir zemin kültür de hep hareket halinde. Tabiat kanunları benzeri katı kuralları varsa kültürün ve eğer ararsak, o kuralların izini denizde sürebiliriz. Gökyüzüne öykünür deniz, her rengini taklit eder; mavinin hangi tonunu görürsek gökyüzünde deniz de hemen aynı elbiseyi giyer; kültür, yeryüzüne imrenip yakınında yöresinde ne varsa onun şekline bürünür. Kendi rengini de aşılar aynı zamanda çevresindekilere. Verir ve alır deniz gibi… Canlıdır da üstelik. Hayatiyetinin devamını alış verişi mümkün kılar. Donup kaldığında, kendi değerlerine saplanıp arkaik olur ama yeryüzü ile ilişkisi devam ettiği ölçüde kadim değerler bütünü olarak yaşayıp gider.

Toplumların geleneği kadar popüler kültürü de var. Belki canlılığı sağlayan popüler olanların varlığı. Geleneği geleceğe aktarmanın yegâne vasıtası, genel geçer beğeniler. Bozulma korkusu verir bize toplumun kalıcı olmayacağını düşündüğümüz heveslere doğru kabarması. Tıpkı denizin, uzaktaki sevgilisine doğru yükseldiği med hali… Aya sevdalı deniz; kültür yerdeki her türlü parlaklığa vurgun. Sevgilinin peşinden gitmek ayıp olmadığından her ikisi de kavuşmak ister ve maşukuna yönelir. Güneş doğduğunda her şeyin yerli yerinde olacağını biliriz ve biliriz vakti saati geldiğinde güneşin doğacağını. Esef etmeyiz anlık pırıltı ve kıpırtılardan. Ancak etkileniriz, özellikle yıldızların çokluğundan. Gökteki yıldızlar ve taklitçi denizin –onlara sahipmiş gibi gözümüzü boyamak için-  bize sunduğu yakamozlar benzeri hitleri var insanların. Ulaşılamayan ama benzemekte yarışılan… Yıldızlarına benzemeye çalışması insanların, yakamozları karaya taşıyor. Hepsi o kadar. Rüzgârla değişen minik dalgaların yansıttığı ışıktan korkulmaz ki insanların yansıttığından korkalım. Her yeni akım yeni yansımalar getirir.

Gidiş gelişler arasında biliriz her şeyin yerli yerince oturmakta olduğunu. Yine de insan olduğumuzdan, kendimizi çok önemsediğimizden, bencilliğimizden kültürümüzü kıskanır, sakınır değişmelerden hoşlanmayız. En azından beğenmediklerimize yozlaşma deriz. Yıldızları izlemeyi severiz. Yakamozların keyfine doyamayız. Onların toplumdaki yansımalarını ise kötüleriz. Oysa kültür değişmeleri (kötü sanıp yozlaşma dediklerimiz dahi) olmazsa diri tutamayız kültürümüzü. Ne tuhaf insanın benliğini (=kültürel kimliğini /varlığını) korktuklarına, kızdıklarına, beğenmediklerine borçlu oluşu…

Her zaman seyirlik değil deniz. Bazen de kaçacak delik, sığınacak koy aratır bize. Gök gürültüsü misali patlatır dalgalarını. Önünde durmak, direnmek imkânsızdır. Çaresiz uyar ona denizdekiler ve yelkenleri suya indirip götürdüğü yere gider. Kültür değişmeleri de kimi zaman böyle fırtına şiddetinde yaşanır. Tüm değerler tepe taklak görünür böyle zamanlarda. İnsanlar ve toplumlar kendilerine ait bütün değerleri yitirdiklerini düşünürler. Dünyaya ait her şey gibi nihayete ermek fırtınalar için de geçerli. Kültür değişmelerinin de sonu var. İster zorunlu olsun ister tabii: minik dalgalarla yaşanan yumuşak bir değişim veya sert fırtınalarla gelen keskin bir dönüşüm olsun biter bir gün. Durulur toplum ve taşlar yerine oturur. En şiddetli fırtınalardan sonra bile sakinleşip geniş ve dümdüz bir ova gibi gözlerimizin önüne serilişi denizin nasılsa aynen öyle dinginleşir toplum. Yeni bir düzen ve biçimde, farklılaşmış buluruz sakinleştiği anda. Öncesi ve sonrası belirgin biçimde ayrılır birbirinden. Fırtına misali sert ve keskin değişim zamanları, yıpratır insanları… Acılar çekilir, çatışmalar yaşanır. Huzursuz ve mutsuz olur toplum.

Eskiye ait güzellikleri bir daha asla yaşayamayacağımız ve yaşatamayacağımız için korkarız. Korku ise saldırgan yapar bizleri. Değişimden yana olanları, değişime sebep olduğunu düşündüğümüz durumları tehdit ve tehlike olarak algılar, savunma pozisyonunda konuşlanırız. Yakından baktığımızda inanılmaz hızda yaşanan değişim ürkütür. Uzun yıllar üzerinden geriye göz attığımızda ise şaşkınlıkla kendimizi orada görürüz. Fırtınadan sonra bilmediği bir karaya çıkan denizcinin buruk sevinci gibi geçmişe özlem duymaktayken toplum, sakinleşip kendini ve çevresini incelediğinde, kadim kültürü ile burun buruna geliverir. Binlerce yıl varlığını sürdüren unsurlar, değişen biçimiyle gündelik hayatı, şimdiki anı belirler.

Çatışmalara yenik düşmeyen, korkuların esiri olmayanlar bilenlerdir, her şeyin aslına rücu edeceğini…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

123. SAYI / ARALIK 2010 / Ay Vakti
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -62 / Şiraze
New York’ta Beş Minare / Abdullah Ömer Yavuz
Necmüddin Kübra’nın Şiir’î Mirası... / Aziza Bektaşeva
Terapi / Okan İlhan
Tümünü Göster