I.
Savaşların ve artık insanların birbirlerini, hınçla gırtlaklamasının önüne geçilemedi… Şehirleri koruyan taş örgülü, demir kadar sağlam kale ve sur benzeri savunma hatları da eskilerde kaldığından, onların yerini birbirlerinin omuzlarına yaslanmış ve sıra sıra dizilmiş evler alıyordu. Evler… İnsanların soğuktan, yaşamın telaşından kurtulup sığındıkları yerdi. Fakat küçücük bir kurşuna bile direnemezlerdi. İnsanları tatlı uykulara hazırlayan evler bir gece büyük bir gürültüyle irkildi. Şimdi evler temellerinden kurtulup, içlerinde sakladıkları insanlarla beraber ateşlerin düşmeyeceği başka bir ülkeye kaçıp gidebilir miydi? Sonra, bu ölümlü duygudan insanlar kendilerini hangi merhametin ellerine bırakabilirdi ki? Merhamet bu dünyadan çok önceleri alıp başını gitmiş bir şeydi. Şimdi gözleri yuvalarından fırlamış binlerce insan, gecenin karanlığında, birbirlerini birer duba gibi devirip ölmemeye koşuyordu. Sadece birkaç dakika geç ölmeye koşmak da denebilirdi buna. Ve çocuklar da düşünmüşlerdi o gece, bu yanan ateşin Kaf dağını bile kül edeceğini…
Bağdat şehrinde, küçük bir sokağın kıyısına sıkıştırılmış birkaç evin dışından;
Sürekli düşen ateşlerin, adımları ve hevesleri önce kor sonra kül eden çabuk ve merhametsiz hali içerisinde kalmış onlarca çocuk hıçkırığının açtığı yaralar hangi elin ustalığıyla dikilebilirdi ki? Korkunç bir manzara… Bir evin diğer bir evin omzuna düşen o dik çatısı, duvarların kireç gibi, ölüm tutmuş yüzleri, uzayıp giden yolların ters düz edilmiş, artık üzerinden asla geçilemez hali, saatlerin dahi iflas ederek, sanki bir daha işlemeyecekmiş gibi duran, asık ifadeleri… Göz suları akmakla akmamak arasındayken yitiyor burada. Burada her şey şu andan itibaren kaybolmaya memur diyor bir kadın, yanakları nasır tutmuş elleri gibi… Karaltılar ceplerinde söndürülmüş yaşamları taşıyordu. Kimi caddelerin karınca dahi uğramaz kıyılarına ufalanıyordu yaşamalar, bayat birer ekmek gibi. Her ülkede, her şehirde olduğu gibi burada da çocuklardı umudu ve geleceği sırtlarında taşıyanlar. Fakat onlarca alev topu değdi alınlarına. Yaşamları bileklerinden kesen nefret topları, neşesi bir defa bile olsa bozulmamış insanların rüyalarına bile ağır gelirdi. Şimdi sesi soluğu kesilmiş olan bu küçük sokağın içerisinde oyunları baltalanmış olan çocuklara dondurulmuş teselliler ihraç eden dünya! Yanık kokularının kül rengine bulanmış boğucu elleri içinde her saniye tükenmekte olan küçük bedenlerin oyunlarının başının da sonunun da ölüm olması hangi vicdana sığar? Güney adında bir adam, belki tüm bu olup bitenin farkında bile değil. Çünkü aklını yitirmiş ve öylece ortalıkta kalmış. Bütün yakınlarını kaybetmiş. Hissedilebilmesi pek mümkün olmayan bir sancıdır bu. Kendi yitmediyse de aklı yerinde kalamamış, nefretli ve hastalıklı bakışlar onun aklını başından almış. Ve hep sayıklamakta olduğu bir cümle; dünya seni kim bu hale getirdi? O aslında bütün dünyanın buradaki cehenneme benzediğini düşünüyor. O dünyanın her bir köşesinin ateşler tarafından yakılıp yıkıldığını zannediyor. Onun dünyası bu küçük sokak. Burası Bağdat’ın, şimdilerde sivrisinek vızıltılarının bile uğramadığı yoksul bir sokağı… Çiçeğin, böceğin terk ettiği dar sokakların bir daha ayağa kalkamaz hali Güneyin bile inandığı bir durum.
Gece oluyor, sonra Güney, bir ömürlük rüya görüyor, öyle birkaç saniyelik rüyalar cinsinden değil;
Şehrin kumaşında derin korkular yatıyordu. Öyle hiç beklenmedik bir anda çıkagelmezdi ölüm. Burada oldukça içselleştirilmiş bir duyguydu bu. Ölüm burada güneşin her sabah doğuşu kadar doğaldı. Biraz sonra birkaç mermi namluların ağızlarındaki tozları kaldırıp kadınların, çocukların ve yaşlıların, elden ayaktan düşmüşlerin ve öyle ki günahsızların bedenine korda ısıtılmış bir şiş gibi girebilirdi. Şimdi kim söyleyebilir bu kurşun ağırlığının haklı olduğunu? Bütün bu sancıların oluşturduğu dipsiz umutsuzlukta ve kıyı köşe bir yere (üzerinde ne bir yorgan, başının altında ne bir yastık vardı) uzanıp yatan Güney cehennemin kaç odalı bir azap olduğunu cümle âlemden önce işitmişti. Rüyası, hür bir ülkede ya da deniz kumlarında ayaklarını pişirip pişirip, güneşin alnında ve denizin kıyısında keyif çatan insanların yaşamlarına benzer rahatlıkta başlamadı. Bunlar olmadığı gibi ne bir sancı ne bir ölüm ne de bir ağıt vardı duyulan. Peki ya nasıl başladı bu rüya?
Asık suratlı gece sırnaşık bir kedi gibi sokulurken Bağdat şehrinin sokaklarına bir daha tüm bu korkunç sesleri duymamaya yemin içiyordu kulakları, sonra yakılıp yıkılan evleri, insanları, söndürülen hayalleri, makaslanan umutları bir daha görmemeye yemin içiyordu gözleri… Şimdi o aklını başından alan savaşın demir ve pas kokulu ağırlığının altında daha fazla ezilmemek için kör ve sağır! Alıp başını gitse miydi buralardan, ya da ölümü mü bekleseydi gün gün, saniye saniye? O gece kül rengine bulanan rüyalarından sıyrılıp, şafağın sökmek üzere olan serinleticiliğine doğru koşmak istedi ve buralardan kaçmaya karar vermişti artık. Yanına alabileceği hiçbir şeyi yoktu ve kimsesizdi. Yalnızca bedenini alıp çekip gidecekti. Sabahın serinliğinde yola koyulduğunda sanki hiç, dinlenmemiş, hiç uyumamış gibiydi.
Geçip gittiği yollar üzerinde evlerin, sokakların, insanların, doğanın, yaşamın nasıl mahvedildiğini gördü, saatlerce bu tablo değişmedi. Beş parası yoktu. Karnı bir kurt kadar açtı. Belki biraz daha yürüyebilirdi ancak bir süre sonra açlıktan yığılıp kalabilirdi.